Şehrimiz tarihinin önemli isimlerinden Cevat Hakkı Tarım 1942 yılında TRT radyosunda bir Kırşehir Gecesi düzenlemiş ve daha sonra bunu kitaplaştırmış.
Cevat Hakkı Tarım, yeni kurulmuş Cumhuriyetin şehrimizde en önemli sembollerinden birisidir. Atatürk devrimlerini özümsemiş hatta katkı sağlamıştır. Harf devrimiyle birlikte okuma ve yazmanın en kolay şekilde ülke insanına ulaştırılması için çabalayan neferlerden biri olmuştur. Atatürk'ün Kırşehir'e ikinci gelişinde Çiçekdağı ilçesinde Başöğretmen Oğuz Akgün ile birlikte Ç ve Ş harfinin alfabemize girmesinin temelini atmıştır...
Arşivimde bulunan bu kitabın bir bölümünü ve Cevat Hakkı Tarım’ın açılış konuşmasını sizinle paylaşıyorum. Ruhu şad olsun.
TÜRKİYE RADYOSUNDA KIRŞEHİR GECESİ
“Aziz Dinleyiciler:
“Gül ve bülbül diyarı olan Kırşehir’i hayalinizde canlandırmak için, onun, tarih boyundaki varlığından kısaca bahsetmek isterim:
“Meğer ol vakti Kırşehri’nin adı Gülşehri idi. Dopdolu mescitler, camiler ve medreseler, alimler ve kadılar ve kamiller ile şehrin içi dopdolu idi. “
“Mensur Hacıbektaş vilayetnamesinden aldığımız bu satırlar, altı-yedi yüzyıl önce, Gülşehri adını alan Kırşehir’in zengin inkişafını belirtir sanırım.
Yıllarca bu iller; Ahiliğin durağı, Bektaşiliğin uğrağı, Türk ve Türklük idealinin feyizli bir kaynağı olmuştur.
“Ana yurdumuz Orta Asya’nın sazlı,sözlü, bilgili ve inanlı ruhunun hala akislerini Kırşehir havasında sezebilir, Türk zekasının, Türk el ve emeğinin gözü ve gönlü doyuran asil ve nefis eserlerinin Kırşehir’in her bucağında hala yaşadığını görebilir, vaktiyle gelinlik kızlarımızın çeyizlerini kıymetlendiren, yuvalarını süsleyen işlemeli çevreler, renkli keseler, çeşitli halılar ve cicimlerde bu diyar kadınlarının ince zevklerinin hünerli parmaklarının ne bedialar yaratmaya kadir olduğunu seyredebilirsiniz.
“Hassa şimdi taze Gülşehri gülü,
“Kim göze göstermez servü sümbülü”
diye içten gelen şiirlerini bu gün bile imrene imrene okuduğumuz Ahmet Gülşehri, hayata gözlerini Kırşehir’in gül bahçeleri içinde açmış ve bu topraklarda son nefesini vermiştir.
Selçuklularının son devrinde, Moğolların kanlı istilası altında, Anadolu, şirazesi kopmuş bir kitap gibi, darmadağın, korkunç bir bozuntu içinde inim inim inlerken, perişan gönülleri:
Cümle işi yekreği birlikdürür
Birliğe bitmek bütün erlikdürür
Birliğe bitenler erdi menzile
İkilikle kimse gelmez hasıla
Kande kim iki gönül birliktedür
Göresün bunlar hangi dirliktedür
Birlik ehli hoş geçirir vaktını
Birikenler tuttu dünya tahtını…
haykırışıyla birliğe çağıran Aşıkpaşa’nın son durağı Kırşehir’dedir. Herhalde, bu birliğe çağırış; tekkelerin esrarlı havası içinde dünyayı unutup kendisinden geçmek için değil, dünya tahtının, dünya saltanatının, dünya varlığının, etrafında birleşip, yıkılan bir alemi diriltmek içindir.
Türk dilinin özleşmesi, Türk kan ve irfanının sağlanması uğrunda savaşlar, bayramlar yaptığımız şu günlerde:
Türk diline kimesne bakmazidi
Türklere hergiz gönül akmazidi
Türk dahi bilmezidi bu dilleri
İnce yolu ol ulu menzilleri…
diye çağının aykırı gidişine 628 yıl önce hitap eden ve doğru yolu gösteren Aşıkpaşa’yı koynunda taşımakla Kırşehir, sonsuz bir sevinç duyar.
“Bundan sonra : Divanda, Dergahta, Barigahta, Mecliste, Meydanda Türkçeden başka dil kullanılmaz ülküsüyle” ayaklanan Cimri vakasında manevi rolü olan ve bu savaşa mükafat olarak altı ay Konya’da Selçuk tahtında oturan Muhlis Paşa: Aşıkpaşa’nın babası, Horasan ellerinden Urumdiyarı’na yani bu günkü öz yurdumuz Anadolumuza kutsal bir ödevi tahakkuk ettirmek için koşup gelen Babailerin başı Baba İlyas’ın oğludur.
Engin bilgin Mesut Gülşehriler, Kadılar kadısı Necmeddin İbrahimler, Şehabedinler, Çağaoğlu Mevlana Mecdetdinler, Süleyman Türkmaniler, Selçukluların yıkılış günlerinde Anadoluyu nisbi bir huzur ve sükuna kavuşturan Nurettin Cacalar… Kırşehir’in Türk tarihine armağan ettiği büyüklerdir.
Hala koşmaları, türküleri, bozlakları halkın ağzında ve sazında yaşayan Savcılı’lı Aşık Musa’lar, Toklümen’li Aşık Sait’ler, Korkorlu Aşık Vahdetiler de Kırşehir’in köylü çocukları, halk ozanlarıdır. Biraz sonra bunlardan parçalar dinliyeceksiniz.
Müsaade ederseniz, sayın dinleyicilerim; vaktiyle merkezi Kırşehir’de olan Ahiler ve Ahilik hakkında size ufak bir bilgi sunalım:
Ahi kardaş manasına gelen “ah“ kelimesinde değil, Türkçe cömert karşılığı olan “ak-akı“dan gelir. Ahilik, kuru ve tasavvufi bir tarikat değil, ikdisadi ve içtimai teşekkülleri bağrında toplayan, doğrudan doğruya Türk zekasının, Türk sosyal bünyesinin yarattığı bir kurumdur.
Kayseri’de Ahilerin zeynet, servet ve ihtişamına hayran olan İbni Batuta:” Bu biladın adetince bir mahalde sultan bulunmadığı takdirde hakimi Ahi olup, ayendegane at ve libas ita ve kadrine göre ihsan eder. Emir, nehiy ve rükubu aynile müluke müşabihtir” diyor. Kapısı, eli, sofrası açık olan Ahinin, şüphe yoktur ki kesesi, kileri dolu olması gerekti. Bu da ancak dünyadan el etek çekmekle değil, dünyaya sarılmakla, bir sanat sahibi olmakla mümkündü. Gene Arap seyyahı İbni Batuta’nın mefruşat ve müzeyyenatını öve öve bitiremediği Ahi zaviyeleri, yalnız sanat erbabından değil, fütüvvetlerin yani babayiğitlerin, alimlerin, Fadılların, edip ve şairlerin bir karargahıydı. Bu zaviyelerde taganni edilir, raksedilir, yenilir, içilir, şiir, felsefe ve hikmet okutulur, gençler talim ve terbiye edilir, her zaman eksik olmayan misafirler onurlanırdı.
Bu teşkilatın başında bulunanlara Ahibaba derlerdi. Ahi babaları, her sene, Ahi baba bulunmayan merkezlere kadar giderek, ustalık, kalfalık,çıraklık imtihanlarını, şet bağlama ve peştamal kuşatma törenlerini yaparlardı. Ahibabalar, debbağlık ve bu sanatla ilgili kunduracılık, saraçlık, terzilik vs gibi sanatların başından bulunana yiğit başların içtimaile teşekkül eden loncaya da riyaset ederler, mesleklerini ilgilendire işlere bakarlar, kararlar alırlardı. Her esnafın kendi aralarından seçtiği yiğit başlar da, esnaf arasında, birlik, dirlik ve düzene dikkat ederler, vazifelerini hüsnü ifa etmeyen esnafı, loncanın verdiği kararla tecziye ederlerdi. Birisinin kestiği kumaşı, başka bir terzi dikemez, bir ustanın yanında çalışan bir şakirdi başka usta dükkânına almazdı. Ahilik adap ve erkanına riayet etmeyen, hilekarlık yapan, narhtan fazlaya mal satan esnafın icabında dükkanı kapatılır, yaptığı çürük mal, diğerlerine ibret olmak üzere, dükkanının kapısı üzerine asılır ve teşhir edilirdi. Bektaşilik akidesi nasıl; “elin tek, dilin pek, belin berk tut” sözlerinde düsturlaşmış ise fütüvvet yolu da: ”elin açık, alnın açık, sofran açık, gözün kapalı, dilin kapalı, belini kapalı tut” şartlarında hülasa edilmiştir.
“Hayatın dinamik akışına uyamayan, cahil şeyhler elinde donan ve kalıplaşan bu kurumu da zaman, içinden çürüttü ve tarihe mal etti. Türk zekâsının teşkilatçılık kudretine örnek olan bu gibi müesseseleri folklor bakımından incelemek tarihi bir borçtur.”