Yayladağı Belediyesi’nin daveti üzerine depremzede çocuklara moral vermek, bir nebze de olsa eğitimlerine katkıda bulunmak için Hatay’a gittim. Düzenlenmiş olan kitap fuarına katıldım. Bu vesile ile hem depremzede çocuklarla hem de velileri ile sohbet ettim.

Sabahın ilk ışıkları ile birlikte otobüsüm Hatay otogarına yanaşırken içime bir matem çöktü. Yüreğim mengenenin arasında sıkılırcasına can çekişmeye başladı. Yitip giden hayatlar gözlerimin önüne geldi. Hayaller, umutlar, mücadeleler… Emekler… Aşklar, sevgiler… Canlar, cananlar… Yarlar, yarenler… Birkaç saniye içinde yok olan hayatlar…

Harabeye dönmüş apartmanlara, yıkılmış tarihi mekânlara, molozlar arasında akıp giden yollara, taziye evini andıran sokaklara, asık yüzlü caddelere, üzgün üzgün beni karşılayan şehre baktım. Baktıkça içime bir ok saplandı. Gözlerimden sessizce yaşlar çağlamaya başladı. Vaah benim memleketim! Vah benim memleketimin güzel şehri… Vah ki ne vah!.. Sanki şehrin ortasına bir bomba bırakılmıştı. Hem de atom bombası. Savaş meydanında yürür gibi adımladım, matem kokan şehrimi.

Aylar geçmişti. TV’ler artık deprem bölgesini göstermez olmuştu. Seçim telaşı, koltuk kavgası başlamıştı. Gündem başka yerlere kaymış, o bölgede yaşayan insanlar dışında herkes güllük gülistanlık hayatını sürdürmeye devam ediyordu.

Evet, şehir savaştan çıkmış gibiydi. Peki ya orada yaşayan insanlar… Daha doğrusu yaşamaya çalışanlar… Bir anda hayatları tepetaklak olan canlar… Dünyaları başına yıkılan yetim, öksüz, kimsesiz kalan yüreği yaralı kuşlar… Kariyerleri biten, eğitimleri duran, eli, kolu bacağı kopan, yüreği cayır cayır yanan deprem mağdurları… Onlar ne haldeydi?

“Akşam gülüp eğlendik, yarının planını yaptık, gece yarısı kendimizi kıyametin içinde bulduk.” diye anlatmaya başladı bir depremzede kadın. “Her yan can pazarıydı. Feryat, figan… Yıkıntıların arasından canını kurtarmaya çalışan insanlar… Molozların altından, “İmdaaaat! Kurtarın!” çığlıkları yükseliyordu. Kimi yavrusunu kurtarmanın derdindeydi, kimi eşini… Gecenin zifiri karanlığında göz gözü görmezken, ellerimizle betonları kazıyorduk. Aslanpençesi gibi tırnaklarımızı geçiriyorduk betonlara, tuğlalara… Sevdiklerimizi kurtarmak için tırmalıyorduk yıkıntıları. Molozların arasından bir can, bir canı kurtarmak için çırpınıyorduk.

Başımdan, kolumdan akan kanlara aldırmadan çocuklarımı çıkarmanın derdindeydim. Beş katlı apartmanımız olduğu gibi yıkılmış, ilk üç kat yerle bir olmuştu. Bizim oturduğumuz dördüncü kattaki insanlar, bizler, mucize eseri kurtulduk. Aylar geçmiş olmasına rağmen hala deprem korkusu ile yaşıyoruz. Kulaklarımdan o feryatlar, figanlar gitmiyor. O günden sonra çocuklarımı hiç yanımdan ayırmadım. Öleceksek de hep birlikte ölelim. Hep birlikte bir çadırın içinde kalıyoruz. Tek sevindiğim çocuklarımın hayatta olması. Ama telefon rehberimden yirmi kişiyi sildim. Pek çok akrabam kayıp ölü mü, sağ mı, bilmiyorum. Yakınlarımı, arkadaşlarımı ellerimle toprağa koydum. Hayat bom boş gelmeye başladı. Evimi, eşyalarımı, her şeyimi yeni almıştım. İşyerimiz yerle bir oldu. Yıllardır çalışıp çabaladığımız tüm mal varlığımız gitti. Bir anda sıfıra çıktık. Evet, Allah can sağlığı versin, her şey yoluna girer, demesi kolay. O kadar büyük acılar yaşadık ki bunun tarifi yok. Geleceğe yönelik hiçbir plan yapamıyoruz. Gelecek var mı onu da bilmiyoruz! Evet, nefes alıp veriyoruz. Bedenen yaşıyoruz ama ruhen ölüyüz.”

Solmuş yüze, boş boş bakan gözlere baktım. His yoktu, duygu yoktu, buz gibi bir duruş vardı. İsyan yoktu, ne sözlerde, ne de hareketlerde… Bitmişliğin, tükenmişliğin, çaresizliğin resmi… Bir kabulleniş, bir sükûn vardı üzerlerinde… Bir insanın kaldırabileceği acı çıtasını çoktan aşmışlardı. Çok büyük bir felaketti, kıyametti, diyorlar, başka da bir şey demiyorlardı.

Peki, şimdi ne olacak? diye sormadan da edemiyorum. Sıfırlanmış bu hayatlar tekrar hayata nasıl tutunacak? Umutlar nasıl yeşerecek? Hayaller nasıl gelecek? Matemli yüzler nasıl gülecek? Bu insanlar yaşama sevincini nasıl kazanacak? Eğitim, sağlık, barınma, sosyal hayat… O kadar çok düşünülecek konu vardı ki…

Bu büyük felaket sadece orada yaşayan halkın kaderi olamaz. Bu öyle iki senede, üç senede, beş senede ortadan kalkacak bir enkaz değil. Deprem bölgesinin tekrar canlanması için öncelikle paraya ihtiyaç var. Çok güçlü bir ekonomiye ihtiyaç var. Ve her kesimden insanın taşın altına elini koymasına ihtiyaç var.

Öncelikler değişmeli… Bencillikler ertelenmeli… Herkes gücü oranında görev almalı… Sıfırlanmış hayatların önüne sayılar, değerler gelmeli. Çok değerli emeklerimiz, malımız, paramız acılı yüreklere can suyu olmalı. Azı olan az, çoğu olan çok fedakârlık yapmalı. Bu yarayı hep birlikte saralım. Karınca misali herkes bu ateşe su taşımalı.

Varlık denizinde yüzen gönlü güzel insanlar, hayatımız sıfırlanmadan gelin hep birlikte sıfırlanmış hayatlara değer katalım.

Ya toprak ol

Ya da su

Sakın ateş olma