Eskiden köyümüze çok kar yağardı. Gözümüzün alabildiği yer bembeyaz bir örtüyle kaplanırdı. Yollar kapanır, günlerce açılmazdı. Gidebildiğimiz iki yer vardı; biri evimizin yan tarafındaki odunluk diğeri de arka bahçedeki ahırdı. Babam ve annem kürekle saatlerce uğraşarak hayvanların yemini suyunu vermek için dar bir yol açarlardı.

Çatıların kenarından uzun uzun buz kütleleri sarkardı. Bu buzlar kafamıza düşmesin diye babam onları düşürebilmek için adeta savaşırdı. Kardeşim ve ben düşen buz kırıklarını alır, kim daha uzağa fırlatacak diye yarış yapardık.

Annem yine üzerini kat kat giyinmiş; ağzını, burnunu da sarmış. Sadece gözleri görünüyor, bu haliyle çizgi filmdeki “Tepegöz”e benziyor. Elinde teneke kova, anlaşılan odunluğa gidiyor. Annem günde beş altı sefer oraya gidip geliyor. Kömür pahalı diye babam az alıyor; o yüzden sık sık tezek ve odun getiriyor.

Kömürlük dönüşü sobanın üzerinde sürekli kaynayan ıhlamurdan dolduruyor bardağına, sıcak sıcak içiyor. Az önce kıpkırmızı olan yüzü, yavaş yavaş beyazlamaya başlıyor. Sobamız gürül gürül yanarken, annem sobanın fırınında ekmek, patates pişiriyor. Her gün patates yemekten usanıp “Çikolata yok mu anne?” diye soracak oluyorum. “Senin dışarıdan haberin var mı? Bakkala, markete gidilecek zaman mı? Bunu bulduğuna şükret sıpa…” diye lafı ağzıma tıkıyor.

Her ne kadar köyümüz de kış ayları çile ayları gibi görülse de biz çocuklar için çok eğlenceliydi. Köyün çocukları ile kartopu oynar, kardan adam yapardık. Poşetlerle, tepeden aşağıya kayardık… Karın üzerine yatar, sonra kalkar kendi şeklimize bakardık. Arkadaşlarımızla karın üzerinde güreşir, terin suyun içinde kalana kadar koştururduk.

Yıllar geçti ve ben büyüdüm, artık koca bir kız oldum. Köyümüze eskisi gibi çok kar yağmıyor. Azıcık yağan kar da birkaç saat içinde eriyip gidiyor. Yollar kapanmıyor, annem odunluğa giderken lahana gibi sarınmıyor.

Annem ve babam camdan dışarıyı seyrediyor; köyümüzün boz dağlarına, kara toprağına, yaprağını dökmüş çıplak ağaçlara üzgün üzgün bakıyorlar. Her gün bakkala ekmek almaya gidiyorum. Babam şehirdeki marketten çikolata da alıyor ama benim canım istemiyor.

Her şey yolunda ama annemin ve babamın neşesi yok. Onları hep düşünceli görüyorum. Ağızlarından sık sık “Suyu kapat kızım!.. Suyu boşa akıtma oğlum!.. Suyu kapatın!.. Suyu boşa harcamayın!.. Tasta biriken suyu tavukların suluğuna boşaltın… Kovada biriken suyu ağaçların dibine dökün…” cümleleri dökülüyor.

Annemle birlikte ineklerimizi sulamak için çıkarıyoruz. Köyümüzün dışında ki çeşmeye doğru götürüyoruz. Hayvanlar yol kenarındaki otları yiyerek ağır ağır ilerliyor. Çeşmeye vardığımızda annem durgunlaşıyor, gözleri yaşla doluyor. Hayvanlar yalağa bakıyor sonra geri dönüyor. Çeşmenin etrafında dolanıp duruyorlar. Ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Çeşmenin başına varınca anlıyorum, annemin gözyaşlarının sebebini; çeşmemiz kurumuş.

Hayvanları dereye doğru sürüyoruz. Derenin de suyu azalmış, eskiden gürül gürül akan deremiz şimdi kolum kadar ancak akıyor. Yol boyu annem hiç benle konuşmuyor. Eve geldiğimizde babamı kapının önünde buluyoruz. Suratı asık, rengi kaçmış, dili ile dişinin arasından fısıldar gibi konuşuyor, ”Ekinler kurumuş…”

Bu lafı duyan annem hüngür hüngür ağlamaya başlıyor: ”Allah’ım!... Allah’ım, Sen bizleri susuzlukla… Kuraklıkla sınama… Ya Rabbim, Sen bizleri ekmeksiz, aşsız koma!..”

Yıllar geçiyor ve ben annemin korkularının sebebini şimdi çok iyi anlıyorum.

Havalar günlük güneşlik... Kar yok, boran yok. Oh ne ala değil mi? Ne yazık ki değil...

Her geçen yıl biraz daha artıyor kuraklık. Bu gidişle çöle dönecek ülkemiz. Yazın yanan ormanlarımız yağmur ve kar yağmadığı için tekrar yeşermedi. Ekilen tohumlar, buğdaylar susuzluktan çimlenmedi. Barajlardaki suyumuz bitiyor. Toprak suya hasret. Gökyüzü küskün.

Ve biz hala bilinçsizce suyumuzu boşa akıtmaya devam ediyoruz.

Gelmekte olan felaketin hiç kimse farkında değil.

Ya toprak ol

Ya da su

Sakın ateş olma