Kırşehir’de sabah işe giderken Gasilhane’nin önündeki yolu kullanıyorum. Gasilhane’nin önünden geçip, Eski Sanayi Sitesi’nin arsasına park edilmiş arabaların arasından geçerek iş yerime ulaşıyorum.

Bu sabah evden biraz erken çıktım. Ağır adımlarla etrafı seyrederek yürüyorum. Gasilhane’nin önüne gelince içim hep bir cız ediyor. Kimi zaman kapı önünde bekleşen, ağlaşan insanları görüyorum. Ölümü hatırlıyorum. Hayat ne kısa diyorum. Aha geldik aha gidiyoruz. Hiçbir şey için canımızı sıkmaya değmez.

Her zamanki gibi kapı önünde birkaç adam geziniyor. Onların yanına yaklaşan bir adam, selam verip, “İşler nasıl?” diye soruyor. Ellerinde kazma kürek bekleyen mezarcılar, gülerek “Kesat” diye cevap veriyorlar. Bu konuşma bana öyle tuhaf geliyor ki güleyim mi, ağlayayım mı bilemiyorum. Bizim ölmemizi bekleyen insanların olduğunu bilmek çok tuhaf bir duygu.

Gözlerim cenaze arabasının üzerindeki yeşil tabutlara takılıyor. Beni tutup tabutun içine atacaklar sanki. Adımlarımı hızlandırıyorum. Ömür boyu çalış, çabala sonra da hepsini bırak git. Hiç olacak şey mi? Mezarcılar arkamdan mı geliyor yoksa? “Beni bırakın gömmeyin! Ne istersen veririm! Tüm servetimi vermeye hazırım yeter ki birkaç gün daha yaşayayım!” diye bağırmak istiyorum.

Eski Sanayi Sitesi’nden koşar adım ilerliyorum. Etrafta sağa sola park edilmiş tek tük arabalar var. Beyaz, kapalı kasa, eski bir minibüse takılıyor gözlerim. Minibüsün her tarafı dökülüyor. Yanında altı, yedi yaşlarında iki çocuk var. Esmer tenli, şalvarlı bir kadın küçük bir el arabasına leğenleri, sepetleri yüklemiş. Arabanın yarı açık kapısından bir ağlama sesi geliyor. Kadın minibüsün içindeki bebeği kucağına alıp tıpışlıyor. Bebeğin sesi kesiliyor. Tekrar minibüsün içine bırakıyor. Yerdeki küçük tüpü, isli, eski çaydanlığı, yırtık kilimi hızlı hızlı arabaya koyuyor. Sonra bebeği, çocuklardan en büyüğü olan –on yaşında var yok- abisine emanet edip çalışmaya gidiyor. Güneşin alnında sokak sokak geziyor. “Leğeeen, seleee, sepet…” diye bas bas bağırıyor. İki çocuğu arabada, iki çocuğu yanında hayata tutunmaya çalışıyor.

Bizler geniş geniş evlerimize sığamazken, hangi kıyafeti giyeceğimize karar veremezken, yemek beğenmezken… Küçücük bir araba kasasının içinde yaşamlarını idame ettirmeye çalışan insanları görmek beni duygulandırıyor.” Çingene” der beğenmeyiz. Çoğu zaman yüzüne bile bakmayız. Başımızı çevirip görmezden geliriz. Oysa bu hayatta neler neler var.

Gitgide zorlaşan ekonomik koşullar karşısında onuruyla çalışan insanlar var. Çoluk çocuğuna helal rızık yedirebilmek için mücadele eden babalar var. Saçını süpürge eden analar var. Bizim çöpe attıklarımızla karınlarını doyurmaya çalışan insanlar var.

Önünden koşarak geçtiğim o Gasilhane’de bir gün ben de konaklayacağım. Yıkanıp, kefenlenip, tabuta konulacağım. Ebedi yuvama gömülmeyi bekleyeceğim. İşte o zaman geldiğinde benim bu görmezden geldiğim insanlar benden hesap sorarsa…

“İmkânın varken bize destek olmadın… Allah’ın sana verdiğini sen paylaşmadın… Biz aç aç gezerken sen sefa sürdün…” derse, işte o zaman ben ne cevap vereceğim. “Ne zekâtla işin oldu, ne de sadakayla. Şimdi gittiğin yerde bol bol harca!” derlerse… Yokluğun hesabını vermek kolayda varlığın hesabını vermek kolay mı?

Görmezden geldiğimiz ölüm eninde sonunda gelecek. İşte o gün gelmeden nefsimize zor da gelse kendimizi hesaba çekmeliyiz. Rabbim bizleri hesabı kolay veren kullarından eylesin.

Ya toprak ol

Ya da su

Sakın ateş olma