Düğün sezonu hiç de iyi geçmedi, işlerimiz azaldı, insanlar ev düğünü yapamıyor, yapsa da cumartesi başlıyor, pazar öğle olmadan sona eriyor, fasıl da yok, davul zurna ile düğün bitiyor. Salon düğünleri yapılıyor, ya da nikâh…

Genelde düğün salonlarının önünde davul zurna, hasılatımız da oldukça düşük. Herkesin alım gücü düştü, bizim de nasibimiz kesildi. Bir sene beklediğimiz düğünler, hasat mevsimi olmaktan çıktı. Yeni bir şeyler yapmak gerekiyor. Üç çocuk var ellerinizden öper, beş horantayız, ev kira, başka bildiğim hiç bir mesleğim ve becerim de yok, piyasada müzisyeniz ama çevrenin ve halden anlayan insanların yardımları ile ayakta duruyoruz. Bu işin böyle gitmeyeceğini düşünmeye başladım. Bugüne kadar askerlik hariç gurbet görmedim. Şöyle bir bakıyorum gurbettekiler ayaklarının üzerinde duruyor, mesleklerini yapmasalar da düzenli bir gelirleri var, daha cesaretli, daha düzenli yaşadıklarını gördüm.

Kış geliyor; bizler için hayat daha zor. İzmir’de bir yakınım var, yazın geldi, iki gün bizde kaldı, işinin iyi olduğunu söyledi, düğün sezonuda müzisyenlik yapmadan İzmir’e döndü, çalıştığı yerin telefonu vardı, aradım, “gel bir şeyler ayarlarız”, dedi, “hafta içinde depoda yükleme boşaltma yapıyorum, sen de yapabilirsin, zor iş değil.” deyince içim rahatladı. Hafta sonlarında da hurdacılık yapıyordu, bekâr iki göz evi var. “Yatak getirme, idare edecek kadar var” dedi.

Biraz param vardı, biletimi aldım, bu ayın kirasını ödedim, bakkaldan biraz yiyecek-içecek aldım, az bir para kaldı, onu da hanıma verdim, cebimde 20 lira kaldı, Gözüm gibi koruduğum, bizleri doyurmayan sazımı ve çocukları hanıma emanet ettim, hazırlanan valizi aldım, çocuklar da şaşkındı.

Küçük kızım: “Baba düğüne mi gidiyorsun?” diye sordu, cevap veremedim, hanıma son olarak: Ali’ye sazı verme, Ali uzağa gittiğimi anladı, gözleri doldu, hızla evden çıktım. Yolculuk başladı, yol boyunca bir çorba içtim, bir paket de sigara aldım, uzun yolculuktan sonra İzmir’e parasız olarak indim.

Sabah çok erkendi, gideceğim yer daha önce gittiğim, bildiğim yerdi, terminale yaya olarak yaklaşık bir saatti. Terminalden dışarı çıktım, hava soğuk, karnım da açtı, yakında bir fırın gördüm. İçeri daldım, fırıncıya: “Üşüdüm, biraz oturabilir miyim?” diye sordum. Fırıncı da “otur” diye cevap verdi. Buharlar ile sıcak ekmek çıkıyor, fırıncı ara sıra soru soruyor. Ne iş yaptığımı sorduğunda, düğünlerde saz çalar, türkü söylerim, dedim, o zaman bir tane patlat, dedi, en iyisini söyledim, bir daha söyle dedi.

Bu sefer yanık bir türkü söyledim, türkü bitince, “seninki meslek değil, ben sabah 4’te gelirim, fırını yakarım, en geç altıda ekmek çıkarmaya başlarım, birazdan işçiler de gelir, bizim meslek zor” dedi. Ben de “bizim meslek de zor, bazen aç susuz, gece birlere ikilere kadar çalar söyleriz. Kimse aç mısın yoruldun mu diye sormaz” dedim, fırıncı halden anlamıyordu, kendi zanaatimi anlatma devam ederken, kendime de, zanaatime de yakıştıramadım, karnım aç, bir ekmek ver, diyemedim, zanaatimi icra etmiştim ama karnım yine açtı.

İzmir’deki ilk icraatım da beni doyurmadı. Güneş de yükselmişti, bana müsaade, çıkarken fırıncıya: "Bu ekmeklerin hepsi senin mi?" diye sordum, fırıncı da: “hepsi benim!”

O zaman niye yemiyorsun, dedim, fırından karnım aç ayrıldım.

 

[Okuduğunuz yukarıdaki hikâye; hayatım boyunca bana rehberlik eden, kendisinden çok şey öğrendiğim, büyüğüm, abim Mahmut Yıldız’ın edebi ve mizahi hislerinin küçük bir kısmıdır.]