XX. yy. bilim, sanat ve felsefenin çok hızlı geliştiği bir dönemdir.

Eğer, II. Dünya Savaşı olmasaydı bu gelişme insanlık için çok güzel sonuçlar doğuracaktı.

İnsanlık tarihinin iki büyük dehası Albert Einstein ve Sigmund Freud, Almanya'da yetişmişti ve Yahudi kökenliydi. Fakat Alman halkı kültür ve insanlık düşmanı olan A. Hitler'i iktidara taşıdı.

Hitler, önce bu dehaların kitaplarını yaktırdı. Yanan o kitaplar cehaletin uygarlığa karşı nefretinin bir simgesiydi. Hitler, bir insanlık suçu olan ırkçılığı körükledi. Alman halkı, Milliyetçiliğin akustik büyüsüne kapıldı. Bunun sonunda Yahudi düşmanlığı doruk noktasına ulaştı. Böylece Einstein ve Freud Almanya'yı terk etmek zorunda kaldılar.

Onlar gibi Yahudi kökenli olanlar, Almanya'dan kaçtılar, Kaçamayanlar da toplama kamplarında açlıktan ve hastalıktan öldüler.

Dünya da bilim ve felsefeye öncülük etmiş uygarlığın meşalesine taşımış olan Almanya'da SS'ler devriye geziyor, caddelerde, sokaklarda erkeklerin pantolonları indirilerek Yahudi olup olmadıkları kontrol ediliyordu. Eğer sünnetliyse kollarına sarı Davut Yıldızı bandı takılarak toplama kamplarına gönderiliyordu. Sadece Yahudi olmak, suçlu olmak için yeterliydi.

Hitler için, Freud gibi akıl hastalıklarının tedavisinde çığır açan, bilinç altını ilk defa keşfeden modern psikiyatrinin temellerini atan bir doktor Einstein gibi dahi bir fizikçi olması fark etmiyordu.

Bu korkunç baskı yüzünden Almanya'da yaşayan Yahudi kökenli bilim adamları, filozoflar ve sanatçılar, başka ülkelere göç etmek ya da sığınmak zorunda kaldılar.

Sayıları iki bin kadar tahmin edilen bu insanların iki yüz kadarı da Türkiye'ye sığındı.

Almanya'yı terk ederek Türkiye'ye sığınan bu değerleri Türkiye'nin kabul etmesi Hitler'i çok kızdırdı.

Gazeteci Nükhet Aşkın, “Son Devrim” isimli eserinde bu sancılı süreci şöyle anlatır:

“BU KOMÜNİST PROFESÖRLERİ ÜLKENİZE SOKMAYIN”

“Benim ortadan kaldırmak istediğim bu Yahudi alayını Mustafa Kemal koruyamaz, buna müsaade etmem” diyerek tehditler savurdu. Bu tehditleri Atatürk'e ileten Hariciye Vekili Tevfik Rüştü Aras'a Atatürk, Hitler'e adeta bir tokat niteliğinde şu cevabı verdi:

“Bir onbaşı beni cinayetlerine alet edemez” diyerek Türkiye'ye sığınmak isteyen bilim adamlarının işlemlerinin hızlandırılması talimatını verdi.

O yıllarda Türkiye, yeni kurulmuş genç bir Cumhuriyetti. Bilim, sanat ve felsefenin evrensel değerlerine kapılarını açmak istiyordu. İşte tam bu yıllarda 1933 yılında üniversite reformu gerçekleştirildi. Skolâstik bir eğitim veren Darülfünun ‘un yerine Hümanist ve Laik ortamın oluşturulması için gelişmiş ülkelerde uzmanlar getirtiliyordu.

Almanya'yı terk eden bilim adamlarına Türkiye'nin çok ihtiyacı vardı.

1933 yılında Türkiye'ye ilk gelenler arasında “Olasılık Teorisinin” mucidi dünyanın en saygın bilim adamlarından biri olarak kabul edilen Hans Reichenbach vardı. Atatürk, bu değeri hemen İstanbul Üniversitesi'ne Ordinaryüs Profesör olarak atadı. Reichenbach ile ilgili hocalarımız gururla anılarını anlatırdı.

Onun ilk derslerini Türkçeye çeviren benim de hocalığımı yapmış olan Prof. Dr. Macit Gökberk'ti. Macit Gökberk, bu çevirileri yaparken çok zorlanır. Çünkü bu bilimsel ve felsefi terimlerin Türkçe karşılığı yoktur. Macit Gökberk, dil konusundaki araştırmalarına bu olayla birlikte başlamış, çalışmalarını sürekli devam ettirmiş, uzun yıllar Türk Dil Kurumu'na başkanlık etmiş saygın bir bilim adamıdır.

İlk çevirilerinde Macit Gökberk yetersiz kaldığından dolayı kendisine yardım etmesi için çok iyi Almanca bilen Nusret Hızır kadroya alınır.

Reichenbach, Türkiye'de kaldığı 5 yıl içerisinde çok değerli öğrenciler yetiştirmiştir.                                                                                                         Bu değerler Prof. Dr. Macit Gökberk, Prof. Dr. Nusret Hızır, Prof. Dr. Takiyettin Mengüşoğlu, Prof. Dr. H. V. Eralp, Prof. Dr. Mermi Uygur, Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken, Prof. Dr. Z. F. Fındıkoğlu, Prof. Dr. Suut Kemal Yektin gibi Cumhuriyetin çok değerli hocalarının yetişmesinde Reichenbach'ın büyük katkısı vardır.

Ne yazık ki bu değerli insan ve pek çok bilim adamı Atatürk'ün ölümünden sonra Türkiye'yi terk etmek zorunda kalmıştır.

İşte bu çok değerli bilim adamlarının bazıları da Kırşehir'e geldiler.

Bu Alman göçmenlerin hikâyelerini büyüklerimizden çoğumuz dinlemiştir. Selgah, Üç göz ve şehrin çeşitli yerlerinde oturan Alman göçmenlere çiçek götürdüğünü emekli öğretmen Hüseyin Yenice bana anlatmıştı.

Kırşehir'de toplu olarak kadın, erkek, çocuk çarşıda, pazarda garip garip dolaşan bu yabancılara Kırşehir büyük ilgi ve sevgi göstermiştir.

Şehrimizin tanınmış simalarından Hacı Gülten, bunlarla ilgili şu hikâyeyi anlattı:

“Almanlar göçmenlerden biri şehrimizin tanınmış simalarından Civelek Mehmet ile keklik avına gider. Kafesteki keklik, doğadaki kekliklerin avlanması için bir tuzaktır. Alman, Civelek'e “Bu kekliği bana sat” der.

Civelek'e epey para vererek kekliği satın alır. Kafasını koparır, bir kenara atar. Civelek “Para vererek aldığın kekliğin kafasını niçin kopardın?” der.

Bunun üzerine Alman “Keklik soyuna ihanet ediyordu” der.

Kırşehir'e gelenler içerisinde en önemli şahsiyat Dr. Frizt Baade'dir. (1893-1974)

Prof. Dr. Fritz Baade 1935 yılında Türkiye'ye gelmiş, Tarım Bakanlığında Danışman olarak çalışmıştır. Ekonomi Uzmanı olmasına rağmen erozyon konusunda incelemeler yapmıştır.

Daha sonraları Kırşehir'e gelerek onyx ve mermer taşı işletmeciliğine öncülük etmiştir. Burada yetiştirdiği değerli öğretmen Abdullah Acer'i Almanya'ya götürmüş, mermer işletmeciliği konusunda onu yetiştirmiştir. Abdullah Hoca mermer işletmeciliğinde ustalaşmış ve iş yerini Kuşadası'na taşımış, Kırşehirli pek çok insanın da Kuşadası'nda mermer işletmecisi olmasına öncülük etmiştir. Bugün Kuşadası'nda en önemli mermerciler Kırşehirliler ve Abdullah Acer'in çocuklarıdır.

Baade daha sonra Terme suyunu analiz ederek insan sağlığı için adeta bir şifa olduğunu ilk defa o göstermiştir.

Terme Kaplıcalarını bir turizm ve şifa merkezi olarak ilk keşfeden Dr. Baade’dir.

Baade'nin Terme'de ilk havuzun yapılışında “Ahi Baba” Mustafa Karagüllü de bulunmuştur. “Ahi Baba” Karagüllü, Baade ile yaptığı çalışmaları gururla anlatır.

“Ahi Baba” Karagüllü, ne kadar gurur duysa o kadar haklıdır. Çünkü Kırşehir'i seven her insan doğal zenginliklerimizin keşfinden, böyle güzellikleri, bu tür heyecanı yaşamak ister.

Baade, Hirfanlı Barajı konusunda çalışmalar yapmış, hükümete rapor sunmuştur.

Baade'nin Kırşehir'e yaptığı hizmetleri Kırşehir halkı unutmamış ve ona fahri hemşerilik beratı vermiştir.

Bu duruma çok sinirlenen Başbakan Adnan Menderes; “Bir gâvurdan bile esirgemedikleri hemşerilik payesini Kırşehirliler benden esirgedi” diyerek tepki göstermiştir.

Oysa Baade, doğal zenginliklerimizi keşfederek, Kırşehir'e büyük hizmetler sunmuş, Menderes ise Kırşehir'i kaza yaparak, Kırşehirleri ağlatmıştır.

İnsan ölür, eserleri kalır.