Geçimini çiftçilik ve hayvancılıktan başka bir şeyle temin etmenin yolu yok muydu(?) bu onların kaderi miydi(?) fakir-fukara, bahtsız köylünün… Kırşehir’de bundan kırk-elli sene evelki çiftçilikle şimdiki çiftçilik aynı kefeye konur mu? Bugünkü çiftçiliğe teknoloji her türlü kolaylığı sağlamış, en modern traktörler, biçerdöğerler, araç ve gereçlerle tarlalar beş on günde ekiliyor, beş on günde de biçilip hasat tamamlanmış oluyor. Tarlalar önceleri karasabanla veya pulluklarla ekilip tırpanlarla biçilirken harman yerinde dövenle sürülürken at-öküz veya eşeklerden faydalanılıyor, haliyle de verim ve iş kaybı oluyordu.

Geçimini çiftçilik ve hayvancılıktan başka bir şeyle temin etmenin yolu yok muydu(?) bu onların kaderi miydi(?) fakir-fukara, bahtsız köylünün…
Kırşehir’de bundan kırk-elli sene evelki çiftçilikle şimdiki çiftçilik aynı kefeye konur mu? Bugünkü çiftçiliğe teknoloji her türlü kolaylığı sağlamış, en modern traktörler, biçerdöğerler, araç ve gereçlerle tarlalar beş on günde ekiliyor, beş on günde de biçilip hasat tamamlanmış oluyor.
Tarlalar önceleri karasabanla veya pulluklarla ekilip tırpanlarla biçilirken harman yerinde dövenle sürülürken at-öküz veya eşeklerden faydalanılıyor, haliyle de verim ve iş kaybı oluyordu.
Tınaslar yabayla savrulacağı zaman eğer rüzgar esmez ise vay çiftçinin haline. Üstelik bir de yağmur yağıp üzerine çil düştü mü çık işin içinden çıkabilirsen.
Eskiden köylere sürüler halinde öküzler gelir, “celepçi” denen sahipleri bunları köylüye para olmadığı için “güze ödemeye” senet karşılığı satış yaparlar, ödeme günü gelinceye kadar bir daha da köye uğramazdı.
Bunun yanında harman kalktıktan sonra işi bitip te öküzleri besleyecek durum da olmayanlar bunları ucuz fiyata satarlar, alan da fakir olduğu için aç kalan öküzler baharı görmeden ölürler ki bu da ayrı bir sorun olurdu.
Dalakçılı Topal Halil’de köylülerine özenerek beş-on dönüm tarlasını ekip biçmek için Celepçi’den bir çift öküz alıp ahırına çektiğinde neşesine diyecek yoktu. Onları iştahla tımar ediyor, suluyor, besliyor ama ilerde başına örülecek çoraptan habersiz yaşamına devam ediyordu. Gün oldu, devran döndü, öküzlerin borç ödeme günü yaklaştıkça içini bir korku bir telaş aldı ki yatak yorgan diken oldu da batanları gövdesinden çıkaran olmadı.
Tarladan çıkan mahsule baktı. Bir daha bir daha baktı. Bunla ne yapacaktı. Öküzlere, ineğe, danaya, eşeğe yem mi ayırsın(?) unluk, bulgurluk, tekrar tarlaya ekilecek tohumluk için kime gitsin ne yapsın? Bir sigara sarıp içip efkar dağıtayım dedi tabakadaki tütün dersen oda kalmamıştı…
Öfkeyle bir sağa bir sola havlunun içinde olta atıp dolaşırken kapıda Celepçinin sıfatı belirmez mi? Nerden geldi(?)nasıl geldi(?) bilinmez, gövdesini bir hareket sardı ki eli ayağı fırın gibi yanarken yüzünden akan terlerden gözleri açışmış göremiyor, sanki kör oluyordu.
Birer ayran içtikten sonra Celepçi cebinde taşıdığı eski senedi çıkarıp yırtarken yenisini fazlasıyla yazıp Topal Halil’e imzalatmıştı bile.
Halil o yıl Celepçiyi atlattı. Başka yıllarda da üstüne kat kat ekleterek atlattı. Üst üste üç yıl atlattı. Ama yine o gün gelip yaklaşıyordu.
Mahsulünü kaldırıp cebi paralanan köylü düğün dernek hazırlığına başlıyordu. O yıllarda düğünler şimdi ki gibi üç saatliğine kiralanan düğün salonlarında yapılanlardan değildi. Düğün yapacak kimse önce etliğini alır, sonra da düğün çalacak aptalların kaporasını ödeyip ayarlar, üç gün sürecek düğünün eksiğini, gediğini tekrar tekrar gözden geçirirdi ki o gün herhangi bir aksaklık olup ele-güne karşı rezil olmasınlar…
Karacaören’de hatırı sayılır, kalabalığı çok olan bir düğün sahibinin çevre köylere saldığı okuyuntu (düğün davetiyesi) Dalakçı’da Topal Halil ve birkaç kişiye de ulaşmıştı.
Topal Halil ve davetliler gündüz yapılan kelle atımı törenine katıldılar. Karacaören sokaklarında akşama değin dolaşıp gezdikten sonra kurulan düğün sofralarını herhangi birinde yerlerini aldılar. O yıllarda şimdiki gibi düğünlerde masa sandalye olmadığından, akşamları da güz soğuğu düştüğünden dolayı odalarda kurulan yer sofralarında yenilir içilir eğlenilirdi.
Düğün Celepçiye olan borcundan dolayı morali bozuk olan Topal Halil’e adeta bir ilaç gibi gelmişti. Kendilerine tahsis edilen oda köyün yüksek bir konağındaydı.
Sofrada kuşun sütü eksikti. Güzelce karınları doyurduktan sonra ortaya düğün sahibinin ikramı olan içki ve mezesi kondu. Sakinin “şerefinize arkadaşlar” sesiyle bardaklar havada tokuştuktan sonra ard arda kadehler mideyi buldu.
Abdallar oda oda dolaşıp içenleri eğlendirmişler, sonra onların yanına gelmişler, “iyi muhabbetler arkadaşlar” deyip selam verip kendilerine ayrılan yerlere oturmuşlardı.
Önce ince sazla çalmaya başladılar, arkasından birkaç türkü, devamında bir bozlak havası çalarken köçek sıranın kendisine geldiğini bildiğinden ağır ağır hazırlığa başlamıştı bile.
Meret şişede durduğu gibi durmuyordu. Kimi ortada oynayan köçeğe para atarken kimisi de köçeğe eşlik ederek oynuyordu. Genelde bu kişiler köçeğe atacak parası olmayan gariban köy delikanlılarıydı.
Düğün sahibinin ortaya diktiği büyük rakı biterken adete uyan köyün gençleri yanında getirdiği rakı şişesini sırayla bittikçe ortaya dikiyorlardı.
Vakit epey ilerlemiş odadaki sigara dumanından göz gözü neredeyse görmüyordu.
Hafif çakır keyif olanlar yanında getirdikleri tabancaları tavana ateşlerlerken haliyle “hezenler deliniyor”, evin toprak ortülü damından sofraya tozlar üğünüyordu. (Dökülüyordu.)
Köçek bir yandan oynuyor, bir yandan da yerlere atılan paraları toparlayıp çalgıcılardan birinin kucağına atıyordu. Aradan geçen zaman içerisinde yorulmuş terin suyun içerisinde kalmıştı. Müsaade isteyerek dinlenmek için yerine otururken saki eline içki bardağını vermişti bile.
Köçeğin oturduğunu görenler “biraz da biz oynayalım, ustalar siz çalmaya devam edin” diyerek oyuna durduklarında, arkadaşları da kendilerine alkışlarla tempo tutuyorlardı.
Ustalar oyun havası çalarken sofrada bulunup kendine güvenenlerde sırayla oyuna duruyorlardı.
Topal Halil her türlü oyun havasına vücudunu uydurup kendinden geçer, adeta köçeklere taş çıkarırcasına oyun oynardı. Bunu bilen arkadaşları onu zor da olsa oyuna kaldırmayı başardılar. Halil arkadaşlarını kırmamış oyuna durmuştu ama eski Halil nerde? Şimdiki Halil nerde? Oyun oynamıyor adeta arkadaşlarıyla dalga geçercesine yapmacık hareketlerde bulunuyordu.
Sanki Halil orda değil de yerine onun maskotu gelmişti. O oynuyordu…
Sofrada bulunan kendisini çok iyi tanıyan bir Karacaörenli arkadaşı biraz sitemle biraz da öfke ile “o ne Halil (?) yoksa bizleri mi beğenmedin de dalga geçercesine oynuyorsun?...
Halil de işin farkındaydı ama o günlerdir kafasını kemiren “Celepçi”nin derdindeydi. Ondan başka düşündüğü bir şey yoktu ki…
Çalgıcılara durun işareti yaptıktan sonra “arkadaşlar sizleri sevip saymasam burada işim ne benim (?) benim günlerdir aklım “Celepçi” denen o dürzüde, sizin de aklınız oynaşta, yoksa ben oynamayı bilmiyom mu?” CELEPÇİ ZEYNİMİN ORTASINA ETTİ.
Öykünün konusuna uygun önceden yazdığım HEZENLER DELİSİN adlı şiirimden iki kıta sunuyorum.

Ağustos sıcağında köy düğünündeyiz
Hafif çakır keyif ama çok neşeliyiz
Bir konakta ağırladılar birlik beraberiz
İçelim arkadaşlar hezenler delisin

Muhabbetiniz şen olsun arkadaşlar
Kalksın kadehler içelim arkadaşlar
Gelinle damadın şerefine arkadaşlar
Susmasın silahlar hezenler delinsin