Sabahın seherinde kalktı Zeynep. Sırtına el örgüsü yün yeleğini giydi, ayaklarına da beş şiş ile ördüğü siyah nakışlı patiklerini geçirdi. Sönmek üzere olan sobaya birkaç odun ve tezek attı. Mışıl mışıl uyuyan çocuklarının başına vardı.

“Mehmet, kalk hadi oğlum. Ayşe, Emine, kalkın yavrularım.” diyerek saçlarını sıvazladı.

Gürül gürül yanmaya başlayan sobanın yanına yer sofrasını kurdu. Kaynattığı sütleri bardaklara doldururken Hasan’ın sesi duyuldu.

“Sabah şeriflerin hayır olsun hanım.”

“Sağ olasın bey. Gel, hemen otur, sütler soğumasın.”

Önlüklerini giyen çocuklar sofraya oturdular. Mehmet her zamanki gibi bacaklarını açarak bağdaş kurmuştu.

Emine: “Bana yer kalmamış, biraz toplu otur!” diyerek kardeşine çıkıştı.

Ayşe: “O kırmızı güllü bardak benim.” diyerek Emine’nin önündeki süt bardağını aldı.

Çocuklar iddialaşırken anne ve babaları da gülümseyerek, sessizce onları seyretti. Anaları, tereyağında pişmiş yumurtayı yufka ekmeğin içine koyarak dürüm yaptı ve çocukların ellerine tutuşturdu.

“Çabuk karnınızı doyurun yoksa okula geç kalacaksınız.”

Zeynep Hanım, kızların saçlarını hafifçe ıslatarak taradı. Sonra da özene bezene iki belik ördü. Yavrularının yanaklarına birer de öpücük kondurarak okullarına uğurladı.

“Allahaısmarladık hanım.” diyerek çocuklarla birlikte Hasan da evden çıktı.

“Güle güle gidin. İşiniz, gücünüz rast gitsin. Rabbim sizleri kazalardan, belalardan korusun.” diye dua ederek ev halkını yolculadı Zeynep. Sobanın üzerine haşlanması için yarma koydu sonra da ahıra gitti. İneğe saman ve kepek verdi. Çocukların Karagöz adını verdiği dananın kovasına su doldurdu. Altlarındaki pislikleri temizlerdi. Ahırın kapısını çekip, kümese geçti. Tavuklara yem attı, suluklarını kontrol etti. Dışarıdaki işlerini bitirip sobanın başına geldi. Soğuktan üşümüş ellerini kısa bir süre ısıttıktan sonra temizliğe başladı. Vakit öğleyi geçmişti. Haşlanmış yarmanın içine süzme yoğurt, yumurta, yağ, un, su kattı ve başladı çorbayı karıştırmaya. Zeynep bir eli ile çorbayı karıştırırken boşta kalan eli ile de pazen kumaştan dikilmiş mor çiçekli, siyah entarisini sobaya değip yanmaması için tutuyordu. Gözleri cama takıldı. Kara kış kendini göstermeye başlamıştı. İnceden inceden kar yağıyordu.

Akşam gün inerken çocuklar eve geldi. Anaları, çocukların üzerindeki ıslak gocukları çıkararak sobanın üzerindeki demirin üzerine attı. Çocuklar üzerlerini değiştirirken o da sofrayı kurdu. Gözü duvardaki saatin ibrelerine kaydı. Hasan da gelmek üzereydi. Sıcak çorbaları sahanlara doldururken Hasan’ın sesi duyuldu.

“Uuu, çok soğuk çok. Allah evi barkı olmayanların, yakacak odunu kömürü olmayanların yardımcısı olsun.”

“Amin amin.”

Hep birlikte sofraya oturdular. Zeynep, çocuklarını sorguya çekmeye başladı.

“Okulda ne yaptınız anlatın bakayım? Bugün ne öğrendiniz?”

“Anne, biliyor musun, Ali bugün öğretmenimizi çok üzdü. Hiç söz dinlemedi.” diye söze başladı Emine.

“Öyle mi? Neden?”

“Neden olacak, tembelliğinden. Tembel Ali, dersi hiç dinlemiyor.”

Çocuklar olanı biteni anlatırken lamba bir iki pır pır etti ve gitti.

“Aaaa, elektrik gitti!”

Zeynep Hanım kalktı, el yordamı ile dolabın içindeki mumu buldu, yaktı ve sofranın ortasına koydu. Çocukların gözleri yanan mumdaydı. Yüzlerinde tatlı bir tebessüm vardı. Mehmet, her zamanki munzurluğu ile mumun üzerine ellerini tutarak duvara resimler çıkarmaya başladı.

“Bakın bakın size köpek yaptım. Bu da tavşan… Bu da örümcek… Örümcek üzerinize doğru geliyor.”

“Yapma Mehmet! Örümcekten korktuğumuzu biliyorsun. Anne yaaa, oğluna bir şey söyle.”

“Oğlum yapma!”

Elektriğin geleceği yoktu. Hasan Bey:

“Çocuklar size bir masal anlatayım mı?” diye söze başladı.

“Anlat baba, anlat.”

“Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer top oynarken, eski hamam içinde. Horozlar tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken. Anam düştü beşikten, babam düştü eşikten. Biri kaptı maşayı, dolandım dört köşeyi. Orada ne var dediler, bir köy kurmuş keçiler…”

Çocuklar kulaklarını dört açmış, hiç seslerini çıkarmadan babalarını dinliyorlardı. Hasan Bey, masalın devamını kendi kafasından uyduruyor, çocuklarına vermek istediği mesajları da içine katıyordu. Masalın sonunda gökten hep üç elma düşerdi. Bu elmalardan biri Ayşe’nin, bir Emine’nin biri de Mehmet’in olurdu.

Ah o eski günler ah! deyip dururuz hep.

Şimdiki çocukların söz dinlemediğinden, asiliklerinden dert yanarız. Kendi anne, babamıza gelince de cahil, cühela diye beğenmeyiz. Oysa o okuma yazma bilmeyen, mürekkep yalamamış analarımız babalarımız bizleri ne de güzel eğitmiş.

Bizler sürekli etrafımızdaki insanları suçlayıp durmak yerine kafamızı azıcık sanal ortamdan kaldırsak mı?

Çocuklarımızdan yakınmak yerine, suçu; zamana, çevreye, paraya ya da parasızlığa atmak yerine acaba azıcık dönüp kendimize mi baksak?

Eşimize, çocuklarımıza daha fazla mı zaman ayırsak? Paramatik ana-baba olmayı bırakıp çocuklarımıza sevgiyi, hoş görüyü, güveni mi aşılasak?

Maddeler üzerine kurulu dünyada, maneviyatı bulsak. Ailemize sımsıkı sarılsak… Aile yuvamızı cennet bahçesine çevirsek… Meleklerimize uçmayı biz öğretsek… Ana-babalar ellerindeki telefon bir kenara bıraksa… Zamanlarının çoğunu sosyal medyadaki görsellere bakarak değil çocukları ile ilgilenerek geçirse... Çocuklarının eğitimini yabancılara paslamak yerine kendileri ilgilense… Çocuklarını susturmak için ellerine telefon tutuşturmak yerine onların konuşması için sohbet ortamları hazırlasa... Eşler birbirinin yüzüne aşkla baksa... Yavrular sevgiyle kucaklansa… Yuvamızda muhabbet artsa… Ebeveynler zamanlarını dışarda geçirmek yerine evde, eş ve çocukları ile geçirmeyi tercih etse... Koca mutluluğu, huzuru dışarıda değil evinde, eşinde ve çocuklarında bulsa. Çocuklar, ahlaki, dini, kültürel tüm değerlerini ana ve babalarından öğrense…

Nasıl olur? Bunları yapmak çok mu zor?

Ya toprak ol

Ya da su

Sakın ateş olma