Yazılmayan bu Dünyada ne kaldı ki Bizde Onu Yazalım?

Her söz söylenmiş, her hikâye anlatılmış, her acı ve sevinç defalarca kâğıtlara dökülmüş gibi görünüyor. Sanki dünyanın “yazılacak” tarafı kalmamış da, bizler yalnızca eskimiş sayfaların arasında dolanıyoruz.

Peki gerçekten öyle mi? Yoksa asıl mesele, yazılanların değil, “yazılmayanların” peşine düşme-memiz mi?

İnsanlık tarihi boyunca edebiyat, sanat ve düşünce, yaşananların bir kaydı oldu. Fakat bu kayıt, her zaman eksikti. Çünkü kimi duygular dile gelmedi, kimi hayatlar görünmedi, kimi acılar ve umutlar satır aralarında kayboldu. Yazılmayan aslında tükenmişlik değil; aksine, hâlâ dokunulmamış, duyulmamış, görülmemiş bir alanın varlığıdır.

Bugün bizler, hızla tüketilen ve paylaşımın bir saniyede milyonlara ulaştığı bir çağda yaşıyoruz. Böyle bir zamanda bile “yazılmayan” şeyler var: Sessiz kalanların hikâyeleri, sıradan insanların büyük mücadeleleri, umudun en küçük kıvılcımları…

Yani görünmez, değersiz sayılan ama aslında en kıymetli olanlar.

Bir makale, bir şiir, bir hikâye ya da bir fikir… Hepsi, var olanı değil, var olduğu halde “yok” sayılanı görünür kıldığında anlam kazanır. Belki de bizde yazılacak olan, dünyanın yazmadıklarıdır. Unutulmuş köylerdeki yaşlı bir kadının öyküsü, bir çocuğun iç sesi, ya da “küçük” diye es geçilen bir iyiliğin ağırlığı…

Dünya yazmayı sürdürdükçe, yazılacak olan da var olacaktır. Bizim kalemimize düşen ise tüketilen klişeler değil, gizli kalmış hakikatlerdir. Çünkü “yazılmayan” bitmişlik değil; Henüz doğmamış bir gelecektir.

Yazılmış olan, zaten dünyaya teslim edilmiş olandır. Herkesin dilinde, herkesin kaleminde, herkesin gözünde tükenen bir hakikattir. Fakat yazılmayan...

O, dünyanın sakladığı unutturduğu, susturduğu, bizden gizlediği sırdır. Belki de asıl yazılması gereken, hiçbir deftere sığmayan, hiçbir kelimenin taşıyamadığı şeydir.

Bugün sözler çok, ama anlam eksik. Yazılar uzun, ama hakikat kısa. Herkes bir şeyler yazıyor; ama hiç kimse kendisini yazmıyor. Herkes bir şeyler söylüyor; ama hiç kimse suskunluğunu dile getirmiyor. Belki de yazılmayan, eksik olan Kendimiz...

Dünya bize hep büyük hikâyeleri sundu: zaferleri, yenilgileri, yıkımları, yükselişleri… Ama asıl görünmeyen, küçük hayatların derinliğidir. Bir çocuğun gözünde saklı kalan merak, bir annenin sessiz fedakârlığı, bir ihtiyarın içten içe büyüyen yalnızlığı… İşte bunlar yazılmadı. Ve bizden istenen, tam da bunları yazmaktır.

Çünkü yazılmayan aslında tükenmişlik değil; yazılmamış bir geleceğin, duyulmamış bir sesin, görülmemiş bir hakikatin çağrısıdır. Bizim kalemimiz, dünyanın yazdıklarını tekrar etmek için değil; onun gizlediklerini açığa çıkarmak için vardır.

O yüzden sorulacak soru şudur: Yazılmayan bu dünyada ne kaldı ki bizde onu yazalım?

Cevap ise : Dünya neyi unuttuysa, biz onu yazacağız. Dünya kimi susturduysa, biz onun sesini duyuracağız. Dünya neyi yok saydıysa, biz onu var kılacağız.

Belki de asıl yazı, işte o zaman başlayacak.