Kırşehir’de yaşanmış bir öyküme geçmeden önce rahmetli arkadaşım Mehmet Topçu’nun öldüğünü duyduğum da yazdığım şiirimin ilk dörtlüğü ile başlıyorum. Arkadaş kardeşten üstün olursa Kem gözlere şimşek olur çakarsa Gönülden gönüle sevgi akarsa Güler yüzün, gülmediğim dünya da Birbirlerini “Meslekte kariyer” olmalarından dolayı tanıyıp bilmelerine rağmen ilişkileri selamdan öte gitmemişti.

Kırşehir’de yaşanmış bir öyküme geçmeden önce rahmetli arkadaşım Mehmet Topçu’nun öldüğünü duyduğum da yazdığım şiirimin ilk dörtlüğü ile başlıyorum.
Arkadaş kardeşten üstün olursa
Kem gözlere şimşek olur çakarsa
Gönülden gönüle sevgi akarsa
Güler yüzün, gülmediğim dünya da

Birbirlerini “Meslekte kariyer” olmalarından dolayı tanıyıp bilmelerine rağmen ilişkileri selamdan öte gitmemişti.
Bekir kardeşlerinin en büyüğü olup öğrendiği saat tamirciliği ile babası Musa dayı’ya yük olmadan evinin geçimini temin eden, efendi, dürüst, kimsenin işinde-aşında, namusunda gözü olmayan birisiydi.
Arada-sırada can sıkıntısından dolayı içtiği birkaç şişe biradan veya bir-iki duble rakıdan, arada tüttürdüğü sigaradan başka kötü bir alışkanlığı yoktu.
Her hafta spor toto oynar, on üç artı bir tutturmanın hayaliyle bazen arkadaşlarıyla ortak olarak formüllüsünü, bazen de az kolon oynayarak saat kulesi karşısındaki çanta kardeşlerin işlettiği bayiye yatırırken “ Ya çıkarsa” diye milli piyango biletini de almayı ihmal etmezdi. Yıllarca devam eden bu hayali günün birinde gerçekleşse de o hafta başka tutturanların da olmasından dolayı yeterli parayı alamamış, yine de evinin bir-bir buçuk yıllık geçimini temin edecek parayı kazanmıştı.
Yine eskisi gibi saat tamirciliğine devam etse de bozulan gözlerinden dolayı kalın camlı gözlük kullanmasına rağmen saatin içindeki küçücük parçacıkları görmede zorlanıyor, bu yüzden işleri zamanında teslim edemiyor, müşterisiyle hırı-gürü eksik olmuyor, başka bir iş yapmayı düşünüyordu.
Adanalı Salih Heresan adlı bir usta Kırşehir’de “Meşhur Adana Kebap” adı altında lokanta açmıştı. Kırşehir halkı yeni yeni tanımaya başladığı bu nefis kebabı bayağı benimsemiş, zamanla Salih ustanın başı müşteri kalabalığından adeta düğün evini andırır olmuştu.
Salih Usta akşam vakti kebabını bitirdikten sonra iş yerinin perdelerini çeker, Orhan Gencebay ın “Bir görüşte aşık oldum” şarkısını o güzel sesiyle söylerken efkarlanır birkaç duble rakı içer, bunun devamını getirmek için iş yerini kapatarak doğruca meyhaneye giderdi.
Günlük kazançla geçinen, ev, dükkân kira olan birinin hele paraya, pula pek önem vermeyip eli açık olursa kaç ay ayakta duracağının hesabı bellidir. Hanımının kadınlar arası baktığı faldan aldığı para çocuklarının okul harçlığına dahi yetmiyordu.
Günün birinde öğle vakti karnı acıkan Bekir’in yolu Salih ustanın lokantasına düşer. Bu gidiş-gelişlerin devamında dost ve arkadaş olan ikisinin yolu kebap dükkanı ortaklığı ile kesişir.
İş yerleri konfeksiyoncu Erol un karşısındaydı. Zamanla bu üçlünün dükkan komşulukları arkadaşlığa dönüşmüş, “Aralarından su sızmaz” olmuştu. Bekir kendisine cığıl-cığıl yanan bir otomobil almıştı. Akşam iş yerini kapattıktan sonra Bekir ve Salih usta arabayla gezintiye çıkıyorlar, otomobilin ön koltuğuna oturan Salih usta; giyim kuşamıyla, kıvırcık siyah saçlarıyla, kendisine yakışan o zenginlik vakarıyla sanki bir milyoneri andırıyordu. Salih’in bu durumunu fark eden Erol durur mu, adamın adını milyonluğa çıkarmıştı bile.
Salih usta Adanalı bir hemşerisi askerin “ağabey benim vaktim olmuyor, sana zahmet şunu bir ustaya tamir ettir” diye bıraktığı telsize benzeyen radyoyla çevresine bayağı hava atmış, görenler kendisini “milli istihbarattan”, ya da sivil polis zannederek çekinir olmuşlardı.
Hazıra dağ dayanır mı, sıfırı bitiren Adanalı Salih usta iş yerindeki hissesini Bekir’e devrettikten bir müddet sonra da garnizondaki bir askerin öldürülmesinden sorumlu tutularak ceza evini boylamıştı.
Dükkanlarının karşılıklı olması münasebetiyle Erol müşterisi gelmediği zamanlar da vaktini Bekir ustanın yanında geçiriyor, bazen kendisine yardımcı oluyor, dükkanını da gözetlemeyi ihmal etmiyordu.
İlerleyen yıllarda arkadaşlığı daha ileri götüren bu ikili bir yerde “Can ciğer“ olmuşlar, neredeyse yedikleri, içtikleri ayrı gitmiyordu.
Bekir’e Adana, şiş kebap yemekten “gına” gelmişti. Erol mide hastası olduğundan dolayı çarşıda yemek yemez, sefer tasıyla sabahtan evinden getirdiği yemeği fırsatını bulan Bekir aşırır, yerine de Adana, şiş koymayı ihmal etmese de Erol’la gırgırına dalaşmaları eksik olmazdı.
Bekir hesabını, kitabını bilen birisi olsa da ağalığı elden bırakmaz, müsrif biri olmasa da eli açıklığından dolayı çevresi dost ve arkadaş yanlısı kişilerden geçilmez, bu yüzden de iş yeri tıklım, tıklım müşteri ile dolardı. Arada Erol Bekir’e “Ula Bekir parayı sana kazandıracaksın, baban Musa dayıya verip değerlendirteceksin” diye takılmadan geri kalmazdı.
Su gibi akıp geçen günlerden birinde iki arkadaş akşam iş yerlerini kapattıktan sonra bir-iki kadeh atmak için gündüzden sözleşmişlerdi. Bekir; “Hesaplar bugün benden, gel bu akşam seni pavyona götüreyim yiyip içelim, eğlenelim” diye ısrar etse de Erol; “Bu akşam eve misafir gelecek, fazla gecikmemem lazım” bahanesiyle onu caydırarak iş yerinde içmeye razı etti.
Bakkaldan yetmişlik rakı ile yanında bulunsun diye meze aldılar. Diğerleri zaten lokantada vardı. İş yerinin perdelerini çekip gelenin, gidenin görmesini engelleyerek sokak lambasının loş ışığında yavaştan, yavaştan içmeye başlamışlardı. Zaman su gibi akıp gidiyor, muhabbetin biri bitmeden diğeri başlıyor, alkolün tesiriyle bir yandan yüzleri kızarırken dilleri de hafiften peltekliyor, haziran sıcağı da yavaş, yavaş vücutlarında ter yapıyordu. Gelecek için bitmez tükenmez hayallerini birbirlerine anlatırlarken gecenin bir yarısı olduğundan haberleri dahi olmuyordu.
Vakit çok geçmişti. Hanımlarının evde “Bunlar nerede kaldı acaba, yoksa başlarına bir şey mi geldi?” diye düşünmeleri, merak etmeleri “başında kavak yelleri esen” iki gencin akıllarının ucundan dahi geçmiyordu.
Muhabbet öyle tatlanmıştı ki, lafın biri başlayıp diğeri biterken nereden aklına geldi bilinmez Erol ; “Bekir şu hanımlarımızı bir imtihan edelim, acaba hakkımızda neler düşünüyorlar?” diye lafı ortaya attı.
Bekir “Bu iş nasıl olacak?“ diye sordu.
Erol; “Sen orasını bana bırak, şimdi sen şu telefonu eline al, benim evin numarasını çevir, yenge Erol’la çok acil görüşmem gerek diye konuş bakalım ne olacak?”
Bekir denileni yaptı. Az sonra çalan telefonu Erol ‘un hanımı açtı. “Alo iyi akşamlar yenge, gecenin bu vaktinde rahatsız ettiğim için özür dilerim, ama çok önemli olmasa aramazdım, telefona Erol u çağırır mısın.”
Erol’un hanımı adeta bağırırcasına “Bekir ağabey Erol un adı-sanı batsın, gecenin kaçı oldu daha henüz eve gelmedi , boyu- posu batsın, beni düşünmüyorsa da bari şu iki yavruyu düşünsün, onların suçu ne?” derken bir yandan da ağlıyordu.
Telefonun ahizesine kulağını iyice dayayan Erol her şeyi eksiksiz olarak duymuş, arkadaşından utandığından dolayı vücudu buram, buram ter bağlamıştı. Şimdi telefon etme sırası kendisindeydi . İnşallah Bekir’in hanımı da aynı şeyleri söyler de hiç olmazsa biraz rahatlardı.
O ümitle numaraları çevirdi. Az sonra Bekir’in hanımı karşısındaydı: “Alo yenge iyi akşamlar, ben Erol; vallahi yenge acil işim olmasa gecenin bu vaktinde seni rahatsız etmezdim, işim çok acil, Bekir’le görüşmem lazım …”
“Erol ağabey Bekir az önce işten geldi, karnını bile doyurmadı, çok yorgun olduğu için hemen yatağına yatmıştı, şimdi uyuyor…” sözünü duydu.
“Yenge ne olur, vallahi çok acil” diye ısrar etti. Ama nafile. “Bana inanmıyor musun Erol ağabey, adam akşama kadar ayakta dikiliyor, Adana, şiş, ayran hazırlayacağım, servis dağıtacağım diye canı çıkıyor, şimdi onu yatağından kaldıramam.”
Erol bir kendi hanımını bir de Bekir’in hanımını düşündü. Hassas terazi de tarttı. Bekir’in karşısında maçı kaybetmişti. Suçluydu. Evine gitmemiş, bu yüzden ailesine olan görevini ihmal etmişti.
Ama Bekir de evine gitmemiş, kendisi kadar o da suçluydu. Asalette Bekir’in hanımı ağır basmıştı. Bunu hazmedemedi, “ Yenge Bekir yanımda “ diyecek oldu bundan vazgeçti. Bu bir anlık düşünceler telefon başında olduğunu unutturmuştu.
“Yenge ne olur yalvarıyorum, çok mühim, hiç mi hatırım yok, onu bir dakikalığına da olsa yatağından kaldır…”
“Erol ağabey, ben Bekir’imi yatağından kaldıramam, uykusunu bölemem, BEN BEKİR'İME NASIL KIYARIM ABİ!..”