Kırşehir’de çevre köylerin çoğunda okul ve okuma nedir bilinmezken Karacaören Köyünde Habip Arıöz bin bir zorluklara göğüs gererek bir ilkokul yapmayı becermiştir. “Çocuklarım okur da köyden dışarı gider çiftin çubuğun ucundan kimse tutmaz” diye korkan birkaç gerici okulu yıkıp yaksalar da Habip Hoca bunlardan yılmaz, yıkılanı yakılanı tekrar tamir ederek köyün çocuklarının tahsilini yapmasını sağlar.

Kırşehir’de çevre köylerin çoğunda okul ve okuma nedir bilinmezken Karacaören Köyünde Habip Arıöz bin bir zorluklara göğüs gererek bir ilkokul yapmayı becermiştir.
“Çocuklarım okur da köyden dışarı gider çiftin çubuğun ucundan kimse tutmaz” diye korkan birkaç gerici okulu yıkıp yaksalar da Habip Hoca bunlardan yılmaz, yıkılanı yakılanı tekrar tamir ederek köyün çocuklarının tahsilini yapmasını sağlar.
Kapı kapı dolaşarak mezun olan çocukların Ankara’da ve Kayseri’de açılan Ziraat Mekteplerine kaydını yaptırmak için mücadele verirken “ula dürzüler çiftden, çubuktan fayda yok, o kimi kurtarmışta çocuklarınızı kurtaracak” diye yal yal yalvarır.
Kimi ailelerde “çocuk hasretine dayanamamanın” korkusuyla, kimi ailelerde “çiftir ucundan kim tutacak” diye karşı koysalar da Habip Hoca bu uğraşında başarılı olmuş okuyup başarılı olan gençlerin ekmek sahibi olmalarında önderlik yapmıştır.
Okula kaydını yaptıran öğrencilerden bazıları okulu terk ederek, bazıları da babalarını geri getirmeleriyle bu olanaklardan yararlanamamıştır.
Okula gitmeyenler eğer babalarının imkanı varsa çiftin ucundan tutup ona yardım etmişler, imkanı olmayanlar da el kapısında çiftçi durmakla amelelik yapmakla karınlarını doyurmuşlardır. Yağcı Hacının Omar askerden geldikten sonra Güdük İreşidin Hasan’la ortaklaşa bir müddet kahve çalıştırmış, sonradan da köy köy gezerek çerçilik yaparak, üç beş lira para biriktirmişti. O yıllarda Karacaören’de elinde parası olanlar canlı hayvan alıp satıyorlar (Çelikçilik) iyi de para kazanıyorlardı.
Omar’ın aklı fikri bu işteydi ama anlamadığı bir meslekti. Onun için bu işi anlayan biriyle yapmak istiyordu istemesine de herkes kendine geçinebileceği ortakçı bulduğundan dolayı aradığı arkadaşı bir türlü bulamıyordu. Birkaç sefer işin erbabı Sarının Mustafa’ya teklif ettiyse de “ben Apo ve oğlu Nahat’le ortağım, onlardan ayrılıp seninle çalışmam ayıp olur” diye teklifini geri çeviriyordu.
Ömer hem çerçiliğe devam ediyor hem de kendisine bir ortakçı arıyordu ki köyün birinde Mustafa’nın küçük kardeşi Sarının Eset’le karşılaştı. Esede o gün için o köye hayvan almaya gelmiş pazarlık yaptığı birkaç hayvanı da almaya parası yetmeyince caymış durumu ayak üstü karşılaştığı Omar’a anlatmıştı. Omar hiç düşünmeden gidip hayvanları geri almasını, ortakçı olmalarını Esede teklif etti. Esed’de kabul edip ortakçılığa başladılar.
Birkaç ay ortaklığa devam etseler de bu işten pek para kazanamıyorlardı. Çünkü Eset ağabeyi gibi ticaret ehli olmadığı için hayvanların kaç kilo süt vereceğini, kaç kilo et taşıdığını pek kestiremiyor bu da Omar’ın canını sıkıyordu.
Sarının Mustafa basit bir nedenden dolayı Apo ile ortaklığa son verince Omar’a el altından haber salıp işi beraber yapmayı teklif etmesiyle tetikte bekleyen Omar da ortağından sudan bir sebeple ayrılıp ortaklığa başladılar. Sabah erkenden eşeklerine binen iki ortak hevesle yola döküldüler. Köyün birinden üç beş inek, dana, öküz, tosun alıp diğer köye ulaştılar. Kimini fark alıp değişmekle, kimini satmakla köy köy dolaşarak bir hafta sonra Yerköy’e ulaştılar. Vakit akşama yakındı eşeklerini bir hana teslim edip hemen yanındaki ötelden de kendilerine iki yataklı bir oda ayarladılar.
Yerköy küçük bir kaza (ilçe) idi. Biraz gezseler de öteldeki oda da yataklarına uzandıklarında yorgunluktan hemen uyumuşlar, horultuları gökten geliyordu. Sabah ne de çabuk olmuştu, giyinip alt sokaktaki bir lokantadan çorbalarını içtiklerinde güneş bir adam boyu yükselmişti. Hemen hayvan pazarının yolunu tuttular. Pazar yeri o gün için çok kalabalıktı. Sabah gün doğmadan hayvanını satmaya, değişmeye gelerler pür dikkat müşteri kesiyorlardı.
Sarının Mustafa para kazandıracak hayvanları uzun süren pazarlıklar sonucu alırken satıcının gözünün yaşına bakmıyor, hayvanları beş metre ileride Omar’ın şaşkın bakışları arasında karıyla hemen bir başkasına satıyor, tekrar alıyor, tekrar satıyor, paraya para demiyorlardı.
Alış-veriş öğleye kadar devam ederken Pazar yeri de yavaş yavaş tenhalaşıyordu. Oradan ayrılıp bir güzel karınlarını doyurduktan sonra Yozgat hayvan pazarına gitmek için tren garından biletlerini alıp kalkış saatine kadar garın çevresinde yarenlik ettiler. Akşama doğru tren onları Yozgat’a getirdi. Trenden iner inmez otelden yerlerini ayırıp yorgun olan bedenlerini ötelin bitli yatağına teslim ettiler.
Ertesi günü Yozgat mal pazarına vardıklarında yer yerinden oynuyor, bağıranların, çağıranların, pazarlık sesleri bir birine karışıyordu. Öğleye kadar beş on hayvan alıp sattılar iyi de para kazandılar.
Öğleyin Pazar tenhalaşırken cins bir atı ucuz paraya satın aldılar almasına da atı bir türlü satamıyorlardı. Çünkü at delinin, huysuzun tekiydi. Arada şaha kalkıyor, çifteleri ardı ardına sallarken zapt etmede güçlük çekiyorlardı.
Biraz sonra yanlarına yaklaşan bir adam “hemşerim bu namlı atı siz niye satın aldınız, delinin, huysuzun biri.”
Adam daha lafını bitirmeden Sarının Mustafa yediği çifteyle aniden yere kapandı. Atı Yerköy’e giden bir pazarcının kamyonuna güç bela bindirdiler. Kamyonun kalkmasını bekliyorlar, atın yüzünden tren yerine kamyonla yolculuk yapmak mecburiyetinde kalıyorlardı.
Onlar kamyon sahibini beklerken “ayraan bardağı on kuruuş… ayrancııııı… ayran” diye cam damacanayla ayran satan bir adamın sesiyle irkildiler. “Ayranım soğuk var mıııı içeen.”
Sıcak yüzlerinden okunuyordu. Omar mahsustan geri dururken Sarının Mustafa karın doyurmaya ve içerkende üç sefer dinlenmeye ayrancıyla iki liraya anlaştı.
Sarının oğlu bardakları diktikçe adamın gözleri fal taşı gibi açılıyor. “O koca karın nasıl dolar” diye pişman pişman seyrediyor, pazarlıktan dolayı kendisine kızıyordu.
Mustafa’nın karnı öyle büyüktü ki köyde dilden dile dolaşır, oğlu küçük Mustafa’ya “babayın karnında ne var” diye sorduklarında “üç yılan, beş çiyan, on kurbağa……… var” diye sayar, milleti güldürürdü.
On beşinci bardağı içen Sarının Mustafa para vermemek için ‘aniden çatlayıp ölmüş’ numarası yaparak olduğu yere nefessiz yığılırken o anda olayı dışarıdan biri imiş gibi seyreden Omar hemen atılıp “hemşerim senin ayran zehirli mi nedir? Bak adam herhalde öldü, polis çağırayım bari” derken ayrancı topukları yağlayıp korkudan kaçarken ayranı, parayı unutmuştu. Tokezlediği gibi yere serilmiş sırtındaki damacana parça parça olurken yerler beyaza boyanmıştı.
Bindikleri kamyon üzeri hayvan yüklü olduğundan Yerköy’e ancak gecenin ilerleyen saatinde gelebildiler. Atı handa eşeklerin yanına yerleştirip karınlarını bir güzel doyurup otele yerleştiler. Sabaha kadar Sarının Mustafa gök gürültüsünü (!) andıran karın gurultularıyla taş gibi uyurken Omar’la havle çekiyordu. Sabah handan at ve eşeklerini alıp yola düştüler. Şu köy senin, bu köy benim, ala vere yaparak, atın bin bir eziyetine katlanarak günler süren yolculuktan sonra Karacaören’e ulaştılar.
Omar’ın beyni zapt olunmayan, başlarına belanın belası olan bu atı ‘nasıl elden çıkarırız’ vesvesesiyle yorulmuş, çare üstüne çare düşünmekten günlerce gözüne uyku girmez olmuştu.
Birden gözleri fal taşı gibi açılmış, ‘neden olmasın’ diye yerinden fırladığı gibi soluğu doğru ortağının evinde alması bir olmuştu.
Cumartesi günü sabaha karşı köyden aldıkları birkaç hayvanla atı da yanlarına alarak satmak için Kervansaray dağından aşıp Pazar sabahı şehre ulaştılar.
Omar; hayvanları Mustafa’ya teslim edip onu şimdiki stadyumun olduğu hayvan pazarına gönderirken kendisi de içki satılan bir dükkandan bir şişe kanyak alıp koşar adım hayvan pazarının yolunu tuttu. Daha pazara varmadan ortağına yeteşip atın ağzını güç bela bir eliyle açıp diğer elindeki konyağı azar azar ata içirdi. At önceleri beri öte kafayı sallayıp itiraz etse de tadından mıdır nedir o da işi oluruna bırakıp kanyağın tamamını içti.
Yarım saat sonra deli dolu at gitmiş yerine bam başka bir at gelmiş etrafı alıcıyla dolup taşmıştı. Fazla pazarlık yapmadan sakinleşen atı anında bir doru atla değişip üste üç beş lira da fark alıp beş dakika sonra da bir çingeneye bol karla satarak Pazar yerini anında terk ettiler.
Öyle acıkmışlar ki, zaten çarşıda pek uzakta değildi. Uzun çarşıda uğradıkları bir lokanta da güzel ala karınlarını doyururlarken gözleri ışıl ışıldı.
Dışarı çıktıklarında karşıda bir adam ‘tatlıcı tatlıcıııı yemezmisiniz, halkalı tatlılarım vaaar’ diye bas bas bağırıyordu.
Sarının Mustafa o koca karnından düşen pantolonunu göbeğine çeke çeke adamın yanına yaklaşıp “doyması kaç para hemşerim?” diye sordu.
Satıcı ilk defa böyle bir soruyla karşılaşıyordu. “Hemşerim ben taneyle satarım, senin dediğine aklım ermez” derken bu karnı büyük adam çok yer düşüncesiyle bu pazarlığa pek yanaşamıyordu.
Uzun pazarlıklar sonucu doyumuna iki buçuk liraya arayı girenlerin sayesinde anlaştılar. Sarının Mustafa tatlıları lüp lüp atarken tatlıcı da bir yandan şerbetinden veriyor ki ‘tatlı adamı belki keserse, az yer bende para kazanırım’ düşüncesindeydi. Ama ne mümkün, Mustafa doymuyor habire atıştırıyordu. Omar “bu adam çatlar ölür de tatlıcıya bela olur” düşüncesiyle o anda oradan geçmekte olan bir polis memurunu durdurdu. “Şu karnı büyük adam tatlıcıyla doyumuna anlaştı, bir türlü doymak bilmiyor, eğer ölürse tatlıcının başı belaya girer, aman memur efendi sana yalvarıyorum olaya müdahale et.” Polis başını bir oyana bir bu yana çevirip Omar’ın yalvarmalarına dayanamadı.
Polis zar zor Mustafa’yı tatlılardan ayırırken tatlıcı parayı, pulu unutmuş artan tatlıları kurtarma telaşında iken yanından hışımla kaçan bir atın tekmelerine maruz kalmıştı. Meğer atı Dalakçılı biri pazardan satın almış ayılan at da pazarın kalabalığından ürküp kaçmış sahipleri arkada at önde çarşıda cirit atıyorlardı.