Bir haftadır Kırşehir’de bahar havası yaşıyoruz. Kuşlar cıvıl cıvıl ötüyor, ağaçlar yavaş yavaş tomurcuklanıyor.

Bir haftadır Kırşehir’de bahar havası yaşıyoruz. Kuşlar cıvıl cıvıl ötüyor, ağaçlar yavaş yavaş tomurcuklanıyor. İnsanın içi kıpır kıpır oluyor.
Kırşehir’deki bazı dostlarım kışın sert geçmesine seviniyor. Nedeni ağaçların geç uyanması ve henüz çiçeklerinin açmaması.
Geçtiğimiz yıllarda Aralık ve Ocakları ayları ılık geçtiği için ağaçlar erken çiçek açmış ve Şubat ve Mart’taki dondurucu soğukla birlikte hepsi sararıp soldu, meyve olmadı. Dolayısıyla biz de şöyle ağız tadıyla bolca meyve yiyemedik ne yazık ki…
Önce doğayı yarattı Tanrı. Dağları, ormanları, toprağı, suyu, baharı. Balıkları sulara, ceylanları ormana, kelebekleri nar gibi bir bahara bıraktı. Toprak uyandı kabuğundan dünyanın, çiçekler, yeşillikler, zambaklar, laleler o yumuşak koynuna uzandı.
Sonra Havva Ana uyandı bir gece, Adem düştü sonra çırılçıplak kollarına hayatın. Aşk ve ilişkinin kültürü ilk kez tanımlanacak, yaşam bulacak, zamana doğru yol alacaktı. Doğa, insan ve hayat yoğun bir felsefenin eşiğinde, paylaşmayı, sevgice bakmayı, duygulanmayı veya vahşiliği, bencilliği, duygusuzluğu ilişkilendirecek Adem ve Havva'nın pratiğiyle acemi bir yaşam ayağa kalkacaktı.
Doğdular, emeklediler, büyüdüler, gelişip serpildiler. Farkında olmadan dünyaya nasıl geldiklerinin. Önce doymayı bekleyen bir bedenin ve ruhun ilişkisini anladılar. Ağaçların sunduğu renk renk meyveler bedenlerini, keşfettikleri anda aşk ve sevgi yüklü bir şehvet ise ruhlarını doyuracak sonra ateşi, toprağı, suyu, ekmeği bulacaklardı.
Toprağı adımlamanın mutluluğundaydılar. Gökyüzüne bakmanın, güneşi yaşamanın, suya dokunmanın. En kışkırtıcı renklerini sunan doğa bir sevgiyi aşkla ilişkilendiriyor, bu ilişkilenme iki insan bedenin keşfine hazırlanıyordu. Havva Ana doğanın sunduğu çetin kış şartları, yağmur tufanı, sonbaharla gelen metalik yaprakların şakırtısı, her baharda doğanın göğüs uçlarına düşen cemrenin romantizmin bir geleneği olduğunu anladı, irkildi toprağın üzerinden, kalbi çırpındı, titreyen bedeniyle karşısında oturan Adem'in gözlerine dakikalarca baktı. Neydi Havva'yı bir anda saran bu ateş, bu yutkunma, bu duygu?
Tanrı'nın, onlarla yarattığı kuşlar geçti önlerinden, kaplumbağalar, kuğular, ördekler, aslanlar..
Gözlerinin önünde bir doğa ilişkiler yumağıyla akıyordu. Kuşların göç edebildiklerini anladılar, buğday tanelerine doğru kanat çırptıklarını, o kestane rengi gagalarıyla bir aşkı taşıdıklarını, yaşadıklarını anladılar. Kaplumbağaların sırtlarına döndüklerinde yaşanmamış bir hayatın yok olacağını, kuğuların sularda başkalaşacağını, aşka kıpırdayacağını, ördeklerin tek sıra halinde sevgiye koşacağını, aslanların ayakta kalmak, mutlu yaşamak için müthiş bir sevgi ve aşk işçiliğine kükrediklerini anladılar.
Doğanın, hayatın, insanın aşk ve ilişkiler konusunda muazzam bir sevgi kordonu gelişiyor, büyüyor, insanlık gerçekten bu kordonu çözümleyebilir, anlar ise mutlu, aksine çekilmez, mutsuz ve hayatın güzellikleri ile ilişkilenmeden bir çöplük gibi bir köşeye dökülüp kalacaktı.
Adem ellerine dokundu Havva'nın, Havva önce ellerine sonra Adem'in gözlerine baktı. Acemi bir sevgi aşkı tetikliyor, bu duygu görkemli bir ilişkilenmeye hazırlanıyordu. Utanç, çekimserlik, kaçamak bakışlar iki bedenin reflekslerini kuruyordu.
Havva ayağa kalktı, Adem'i elleriyle çekerek yukarı, doğanın derinliğine yürümeye, belki de koşmaya davet etti Adem'i. Masmavi gökyüzü, sıcacık güneşin ve görkemli yeşilliğin arasında kalpleri kaburgalarına çarp çarpa o mistik çocuk oynaşmalarına koyuldular. Dev bir his, durağan iki yüreği ateşler içinde kuşatıyor, kuşların bir köşede, onların bir başka köşede oynaştığı tabiatın genlerinde, aşk ilk ilişkilenmesini yaşıyordu.
Zaman ilerliyor, teknolojinin yokluğu onlara bir birlerini duyma, yaşama, hissetme fırsatının en geniş halini sunuyordu. Taptaze bir hayatın soluğunda devşiren ilk insan Adem ve Havva, bugün hiç kimsenin kıymet bilmediği sevgiyi ve aşkı çözümlemenin mücadelesi başlatıyordu.
Bir gün bir sabaha uyandılar..
Çırılçıplaktılar. Namuslu ve yalansız bir hayatın aydınlığına dokundular. Çirkin değildi hiç bir şey, hiç bir şey acı çekmiyordu, yalnızlık kavramını hiç tanımadılar, ne Tanrı'yı, ne de tabiatı, nede yaşamlarını topraktan ve yeşillikten örülü hayatlarıyla aldatmadılar. Kederli şarkıları hiç bilmediler. Ama umut ve mutluluk dolu ezgileri kuşlar, rüzgar ve suların şavkı söylüyordu. Paylaşmak yalnızca hayatın verdiklerinden ibaretti Havva ve Adem için. Sadakat her haliyle tırmanıyordu, bir aşk yaşamın zirvesinde yaşanmaya hazırlanıyordu.
Nehrin kıyısından bir çiçeği kopardı Adem, Havva'ya sundu. Birlikte çiçeğin yumuşaklığını, kokusunu keşfettiler. Nehrin berraklığı çekici geldi sonra, el ele nehrin sularına girdiler. Bedenlerinin her zerresine dokunan su aşk kadar ürpertici ve serin geldi sonra. Önce kendilerine sonra birbirlerine bakındılar, sulara karşı çırpıntılar, nehrin bir anlık hışımıyla suyun akışına düştüler, beden bedene tutundular, bakıştılar, gülüştüler, öpüştüler, balıkların dansı arasında seviştiler, sevgiyi ve aşkı dile getirdiler. Havva ruhunu buldu, Adem ruhunu. Ten, iskelet ve ruh birbirini. Kuşlar gökyüzünü zapt etti, Adem ve Havva yeryüzünü. Aşk yüzünü bizlere döndü, aşk heyecanla geldi asırlardır geride bırakarak. Ancak bilemezlerdi kan, barut, ihtiras, para kokan bir dünyada aşkı cehennemin ateşine bırakacaklarını.
Zalim sevmeyi anlayamamış bir yabancıdır kendine.