Soru sorarken dikkat etmek lazım. Öyle ki hayat iyi bir öğretmendir ve sorduğumuz soruların cevabını sınırsız çeşitlilikle, yaparak, yaşayarak öğrenme modeliyle bazen güle oynaya bazen ağlata ağlata öğretir adama.
Nitekim ben de çocuk yaşlardan beri ailesinde ve çevresinde çok da bilge insanların olmadığı gariban bir Anadolu ailesinin gariban çocuğu olarak soru sorar dururum. Sorularım çevreden muhatap bulamadığı için hayat okulu, ilahi kudret, kader, manifest, karma, evren… ne diyorsanız artık o cevap verirdi. Hala da öyle, bu durum değişmiş değil. Gelelim bu yazıyı yazmama sebep olan konuya; yıllardan beridir Ahi Evran’la bir alıp veremediğim var bilirsiniz. Bence artık bilmelisiniz. Ve sorular belirirdi aklımda bu Ahi Evran ne olmuş, nasıl olmuş da otuz iki mesleğin piri olmuş?
Bir adam düşünün ki tabir-i caizse İsveç çakısı gibi elinden her iş geliyor, her meslekten anlıyor, hepsinde oldukça mahir ve sonuç olarak o dönemin otuz iki ana mesleğinin pîri olarak kabul ediliyor. Tabii ki günümüzde meslek dalları, adları, uygulanma biçimleri değişmiş durumda. Teknolojik gelişmeler birçok mesleği bitirdiği gibi birçoğunu da geliştirip evrimine sebep oldu. 12. Yüzyılda;
1. Debbağlık (Dericilik)
2. Sepetçilik
3. Saraçlık (Eyer, koşum ustalığı)
4. Çizmecilik
5. Kunduracılık (Ayakkabıcılık)
6. Kürkçülük
7. Keçecilik
8. Nalbantlık
9. Demircilik
10. Bakırcılık
11. Kalaycılık
12. Kazancılık
13. Terzilik
14. Hallaçlık (Pamuk işleme)
15. Manifaturacılık (Kumaşçılık)
16. Yorgancılık
17. Çadırcılık
18. Marangozluk
19. Dülgerlik (Ahşap işçiliği)
20. Kuyumculuk
21. Semercilik
22. Arabacılık
23. Tesbihçilik
24. Bıçakçılık
25. Camcılık
26. Fırıncılık
27. Kasaplık
28. Devecilik
29. Taş ustalığı
30. İpekçilik
31. Boyacılık
32. Zeytinyağcılık
gibi isim alan ve sınıflanan meslekler günümüzde çok daha farklı adlandırılsa da ana ihtiyaçları karşılayan meslekler hala devam etmekte.
Bütün bu mesleklerin yaşatılması için usta-çırak ilişkisinin korunması adına adımlar atan ve çırak yetiştirmenin önemini bilen Ahi Evran, daha sonraları teşkilat yapısıyla Osmanlı İmparatorluğunun kurulmasında büyük etki sahibi olacak olan lonca sisteminin temellerini atıyor. İşte burada günümüz insanı bir hataya düşüp ahiliği yalnızca esnafları ilgilendiren bir şey zannediyor.
Oysa Ahi Evran, o dönem kurduğu Ahilik Teşkilatı ile dört başı mamur bir toplum inşa ediyor. Yalnız şunu söyleyerek yazımın asıl konusuna geleyim lonca sistemine temel oluşturan otuz iki meslek ve yan mesleklerle kurulan esnaf sistemi Ahi Teşkilatının içinde sadece bir birimi temsil ediyor. Ahi teşkilatı başlı başına devlet nizamı ile işleyen bir teşkilattır. Bu konuyu da ayrıca işlediğimiz bir yazı yazdırır diye umuyorum ilhamın asıl sahibi.
Şimdi gelelim esas meseleye 2016 yılında öğretmenliği bırakıp bir kafe açtım, sanat kafe. İstedim ki memleketimde sanatla uğraşan insanların bir uğrak noktası, toplanıp güzel işler için birlik olma yeri olsun. Tabi ben öyle zannediyorum o zamanlar. Oysa iş şöyleymiş: ben o yıla kadar ahilikle yalnız kağıt üzerinde, eski metinler okuyarak, fütüvvetnameler okuyarak, eski metinler üzerine yapılan akademik çalışmaları takip ederek uğraşıyordum. Tabi okuduklarımı da tiyatro metnine dönüştürüp sanata ilgi duyan insanlara sahnede tiyatro oyunu ile aktarıyordum. Sanırım bir yerden sonra Rabbim bana dedi ki: kulum artık kağıt üzerinde ahilikle uğraşmayı bırak, gir içine gör ahiliğin esnaflık boyutunu, hayata yansımasını… Ve ben karşılaştığım birkaç hatta birkaçtan daha fazla liyakatsizlik üzerine tiyatro, yaratıcı yazarlık eğitmenliklerinden istifa ettim. Daha önceleri zihnimde küçük küçük olgunlaştırdığım bir biçimde tiyatro sanat kafe açtım. Öyle varlıklı biri değildim, emek emek gücüm yettiğince bir şeyler yaptım. İyi insanlardan destekler gördüğüm gibi desteğe muhtaç birinin desteğine muhtaç olanlar da gördüm. Şehrin göbeğinde olup ancak kıymeti bilinmeyen bir sokağı temizleyip aydınlatarak başladım işe, sonra komşumun siftah yapıp yapmadığını gözetmeye çalıştım kendimce. Yeni açılan komşu işletmelerle ekmeğimi de bölüştüm kimi zaman. Meydan süpürdüm, dualar ederek açtım kapımı, demini alan çayın ilkini ikram etmeye çalıştım ilk müşteriye… Tabi bunlar uzun hikaye gönlümde deli gibi bir ahi olmak sevdası ile neredeyse ağzımla kuş tutarak iş yerimi çalıştırdım dört sene. Bu dört senede çok şey öğrendim tabii ki.
Mesela ahşap işleri için üç usta çağırdım arka arkaya. İstediğim işi anlattım. Biri istediğim renkleri garip buldu “natural yapalım” diye fikir sundu, renklerde ısrarcı olunca “nöreceeesen renkliyi, bizi de yoracaan, natürel yapak getirek işte” diyerek maharetini gösterdi. Bir diğeri işin bedelini talep ederken sanırım beni yanlış anladı maliyetin on katını istedi. Oysa ben maliyet araştırması yapmıştım ancak o iş konusunda ilgim vardı ama tecrübem yoktu. Son usta da kendimiz tavuk döner yerken onlara adana-et şiş ısmarladığımızdan olacak sanıyorum gelirim dediği günlerde gelmeyi bir türlü beceremedi. Hatta maliyet araştırması yapıp çok fiyat isteyen ustaya maliyetin çok daha ucuz olduğunu, sanayiye gidip malzemelerin bedelini öğrendiğimi söylediğimde çıkışmıştı bana: “sen ne diye gidip de maliyetini soruyon ki sanki kendin yapacaaan”! Hissetmiş zahir. Ön araştırma yapayım da ustalarla anlaşamazsak kendim bari yapayım demiştim. Sonuç olarak ustaları maddi anlamda tatmin edemeyeceğimi anlayıp kendim yapmaya karar verdim. Bir tanesini de renkli konusunda ikna edememiştim. Bir tanesiyle anlaştım ancak sadece boyalı ve vernikli tahta konusunda. Montajını, kesme biçme işlerini ben yapacaktım. Yaptım da. Allah var güzel de olmuştu. Benim de yeni bir mesleğim olmuştu artık. Ben bir marangozdum. Tabii ki en iyisi ben oldum gibi bir iddiam yok ancak en az sanayidekiler kadar kesip biçebiliyorum artık. Öğretmendim, tiyatro sanatçısıydım, marangozluk yüklendi. Sonra gün döndü dükkân büyüyecek, müşteri sığmıyor, kış geliyor, hep sokakta olmaz dedik. Yan komşunun biri taşındı dükkân boş duruyor. Dedim tutayım burayı da kırayım ortadaki duvarı büyütelim. Büyüttük. Büyüttük büyütmesine de şimdi de fayans işi, laminant parke işi, sıva işi, alçı işi, boya işi çıktı. Kimi çağırsam usta diye ya işi beğenmiyor ya haddinden çok para istiyor ya işe gelmeden ödeme istiyor ya da geleceğim deyip gelmiyor.
Hakikaten bu ustalar niye işe gelmiyor? Neyse bu da biraz iş ahlakı konusu, onu da sonra konuşuruz. Olduk mu fayansçı, boyacı, sıvacı, parkeci! Ooo oo o! Benim meslekler artıp duruyor. E tabi Allah kimi zaman verir dener kimi zaman alır dener bizim o müşterinin sığmadığı için tuttuğumuz ikinci dükkânın sahibi neredeyse diğerinin iki katı kira istemeye başlamaz mı? Başlar başlar, bilirsiniz. Maalesef bazıları öyledir. Senin kazancından senden önce pay isterler. İstedi de hem de çok olmaz bir zamanda. Gencecik bir yakınımın ölüm haberini aldığım gün telefonum çaldı. Geriden gelen bir aylık kiram vardı. Güncel aylıkla birlikte gönderecektim. Borcu var da açmıyor demesin diye üzüntülü halime rağmen açtım telefonu.
Buyur abi dedim, buyurdu abimiz: Kirayı arttıralım.
- Neden abi, daha yılımız dolmadı ki! Hem diğer dükkân sahibi (ilk dükkân) bu sene artış bile yapmadı, sen ayağa kalk yeter ki memlekette sanat olsun dedi.
- Yok! Biz arttıralım.
- Tamam da neden? Yıl dolunca arttırırız.
- İnternetten bakıyorum da işlerin iyi maşallah, öyle paylaşım yapıyorsun. Arttıralım.
- Neyse abi yarın kirayı gönderirim, şimdi uygun değilim cenazemiz var, gencecik kuzenim vefat etti. Morgun önünde bekliyoruz.
Ben bunu daha fazla kendinden nefret ettirmesin diye söyledim. O da demesin mi “benim paramı gönder çabuk kirayı da arttıracaksan otur. Bıdı bıdı bıdı…”
Benim şalter attı tabi! Yok yok sövmedim o zamanlar sövmüyordum. Şimdi de ihtiyaca binaen ve sanatsal sövüyorum.
Dedim : Kaç para olacak kira?
Dedi : Şu kadar.
Dedim : Öyle olmaz o az olur, dediğinin beş yüz fazlası olsun.
Dedi : Tamam.
“Ama” dedim “ben dükkânı boşaltıyorum kime istiyorsan ona ver.”
İki günde boşalttım dükkânı, kırdığımız duvarı yeniden ördük. Olduk mu duvar ustası. Böyle puştlar ile muhatap ola ola olduk mu insan sarrafı. Sonra düğün salonu, restoran açtım. Bahçıvan da olduk, düğüncü de olduk, aşçı da olduk, garson da olduk, bulaşıkçı da olduk. Olduk ha olduk.
Bana göre bunca zaman yalnızca dışarıdan bakınca çalışanlarım olarak görünen insanların çalışanı oldum. Öğretmenlik yaparken de öğrencilerimin öğrencisiydim. Şunun şurasında otuz iki mesleğe ne kaldı.
İşte tam böyle bunları geçirirken bir gün aklımdan; Arşimet gibi “evreka!” dedim. Buldum!
Ahi Evran’ın nasıl ve neden otuz iki mesleğin pîri olduğunu bulmuştum. E garibim Anadolu’ya gelince kime başvursa iş için, bir yerden yara almış. Her işi kendi göre göre otuz iki mesleğin erbabı olmuş. Bence!
Şaka bir tarafa ancak tabii ki o günden sonra bazı şeyler değişmiş, düzelmiş. Memleket ihya olmuş. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine…
Sonu mutlu bitince masal zannettim bir an kusura bakmayın. İyi insanları, işini severek yapanları, sevdiği işi yapanları tenzih ederek söylüyorum; maalesef bozulmalar hepimizin gözünün önünde. Bizi otuz iki mesleğin pîri olmaya itmeyin de herkes helal kazançla ekmek götürsün evine.
Geçenlerde arabamın sağ arka tekerinden bir sürtme sesi geliyordu, bir de bir yerinden hortum çıkmış gibi bir hava sesi. Götürdüm sanayiye, insanlığını sevdiğim bir ustaya şikâyetlerimi anlattım, aracı bıraktım. Ertesi gün parça getirtmemi istedi. Aldım getirttim. Tamir yok zaten bizim sanayimizde, değişim, montaj işlerimiz var. Parça da ya Ankara’dan ya Kayseri’den gelir umumiyetle.
Deldiler, taktılar, deliğinden baktılar, yaptık arabanı, eskisinden iyi oldu dediler. Verdiler anahtarı, bindim düştüm yola. Anamla yeğenlerim bahçedelermiş, onları eve bırakayım hem de arabadaki kusurlar gitmiş mi kontrol edeyim dedim. Sağ arka tekerden gelen ses azalmış ancak devam ediyordu. Kulağım seste ilerlerken yolda bir şeyin üzerinden geçtim sandım. Bir şangırtı koptu arabanın altında. Aynadan geriye baktım yolda bir şey yok. Ki zaten önüme de bakıyordum bir şeyin üzerinden geçmedim ben. Az ilerdeki ışıklarda durmak için frene basana kadar anlamadım tabi ne olduğunu. Frene bastım ki fren tutmuyor. El freni ile durdurdum aracı. Anamla yeğenlerim korkmasın diye ses de etmedim ama anladım ki koskoca Ankaralardan, başkentimizin yüce sanayisindeki ulu parçacılardan sipariş edip getirttiğim kampana denilen fren diskleriyle balataları doğru düzgün takamamış Hz. Usta.
Yolda arabamın balatası düştü kurban duydunuz mu?
Tekrar sanayiye götürdüğümde de balatayı suçlu ilan ettik. Yenisini alıp getirtmek yerine eskisini bulalım da idare et dediler. “Olur, bulun da takın” dedim. Üç kuruş için dövüşecek biri değildim sonuçta. Bıraktım arabayı. Ertesi gün başka araçla balatayı düşürdüğüm yerden geçerken dur şuraya bir bakalım belki buradadır deyip araçtaki kardeşlerim indiler, kaldırımın kenarında buldular suçlu balatayı. Aldık elimize baktık ki balatada bir kusur, kırık, çıkık yok. Suçlu kim bulalım diye aldım götürdüm sanayiye. Eskiyi de bulamamışlar. Benim araba yatıyor kapıda. Verdim balatayı. Taktı Hz. Usta. Tabi çıraklara taktırmaması gerektiğini ben söyleyince şöyle bir silkinip kalktı yerinden. Olanca heybetiyle geldi arabanın yanına ve o dolu başak gibi güçlü ‘dimağıynan’ eğilip taktı balatayı. Sese gelince hala sağ arka tekerden sürtme sesi geliyor. Çıkık hortum var gibi dediğim üfleme sesi de devam ediyor. El elde baş başta kaldık ortada. İşler biraz hafiflesin de Yüce başkentimiz Ankara’ya gidip ulu sanayisinde öylemesine bir kişi, kimse, çırak, kalfa yahut ustaya yaptıracağım kötü arabamı.
Gördünüz mü konu ahilikten, Ahi Evran’dan nerelere geldi. O da öyle yatıyor arkadaş, kalk bir çeki düzen ver şu insanlara. Kalk hele bir yerinden de ağzının ortasına kürekle vur şu iş ahlakı olmayan insanların. Ya da ver dolumu içeyim, ben içlerinden geçeyim. Himmet ya Pîr!
Ustadır, çıraktır… Mesele bunlar değil. İnsanımız bozuldu sanki! Rabbim düzeltmek için güzel bahaneler türete!
Bu da böyle bir yazı oldu, selam olsun okuyana, düşünene, tavsiye edene, kendine çeki düzen verene. Terazide hile yapmayana…