Bir urup buğdayı avuçlayacak kadar yaba gibi elleri, kalın pazılı uzun kolları vardı. İki metre olmasa da ona yakın boyu, üzerinde düven döner şapka girmez kafası, onu taşıyan sundurma kalınlığında boynu, kepçe gibi kulakları, ataların deyimiyle “ beş garış gelir “ sırtı, kaç batman hesapsız gövdesi, en az otuz bazlama alır midesi, bunları taşımakta zorlanmayan adaleli kalın uzun bacakları ve çocuk mezarı büyüklüğünde ayakları… Geriden bakınca adeta bir insan azmanı gibi görüntüye sahipti.

Bir urup buğdayı avuçlayacak kadar yaba gibi elleri, kalın pazılı uzun kolları vardı. İki metre olmasa da ona yakın boyu, üzerinde düven döner şapka girmez kafası, onu taşıyan sundurma kalınlığında boynu, kepçe gibi kulakları, ataların deyimiyle “ beş garış gelir “ sırtı, kaç batman hesapsız gövdesi, en az otuz bazlama alır midesi, bunları taşımakta zorlanmayan adaleli kalın uzun bacakları ve çocuk mezarı büyüklüğünde ayakları…
Geriden bakınca adeta bir insan azmanı gibi görüntüye sahipti. İkindi vakti meydana dikilse gölgesi iki kişi yatacak büyüklükte yer tutardı Mustafa’nın. Diğerleri analıktan olmak üzere biri oğlan üç ü kız toplam beş kardeştiler. Yaşadıkları köy sırtını dağlara yaslamış önü dümdüz ovayı andırırdı. Arazinin çok dar oluşu, tarım ve hayvancılığın karın doyuramaması yüzünden fakirliğin diz boyu olduğu bu köyde onlarda kendilerine düşen bu paydan fazlasıyla nasiplerini almışlardı. Babası “ileride bir köy imamı olurda o bari muhannettik çekmez” diyerek Mustafa’yı kulağından tuttuğu gibi bir başka köyde bir hayırseverin açtığı kuran kursuna götürür. Mustafa, ana baba kardeş ve köy hasretliğinin yanında bir de oradaki sefilliğin rezilliğin zorluklarına fazla dayanamaz. Daha doğru dürüst bir şey öğrenmeden aradan henüz üç ay bile geçmeden bir arkadaşıyla oradan ayrılarak soluğu köyünde alır. Bu vesile ile babasının kendisi için beslemiş olduğu tüm ümitleri boşa çıkarır. Yalnız lakap takmada rakip tanımayan köylülerinin kendisine münasip gördüğü “ Şıh”ı kuran kursundan kalma hatıra diye itirazsız kızmadan kabul gördü.
Babası sağlığında kendisi ve kardeşi Duranı evermiş zamanla çoluk çocuğa karışmışlardı. Babaları ölünce gönüllü gönülsüz ev, bağ, bahçe tarla gibi taşınmazları bölüştüler. Köylülerin tek geliri çiftçilik ve hayvancılık sonrasında da amelelik olduğundan Şıh Mustafa da vakit geçirmeden işe sarıldı.
Şıh Mustafa tarlaya tohumunu ektikten sonra ara dere işlerini bitirip kar düşünceye kadar birkaç köylüsüyle beraber çalışmak üzere Kırşehir’inbir köyünden Ankara’nın yolunu tuttuğunda askerlik hariç hiç gurbete çıkmadığından hanımı ve çocuklarıyla vedalaşırken gözünden akanları onlara göstermemeye çalışıyordu.
Bahar ayı geldiğinde yatmaktanhamlayan vücudunu ufak tefek işlerle biraz olsun iş görür hale getirmişti. Kar ve kıştan hasar gören evinin yalan yanlış sağını solunu düzeltti. Fakir köylülerden eli iş tutanlar ekin biçimine kadar gerek köylerinde gerekse civar köylerde amelelik, kerpiç kesme, bağ bahçe belleme gibi işlerde çalışıp evlerini geçindirirlerdi. Şıh Mustafa çalışmayı pek sevmezdi. Ağır çalıştığını ve kendisini işe tam vermediğini bilen köylüleri ona köyde çalıştıracak amele bulamadıkları zaman ancak iş verirlerdi. Bu durumlara alışkın olan Şıh Mustafa akrabası ve aynı zamanda yarım yamalak inşaat ustası olan Hallo dayısıyla beraber başka köylere çalışmaya giderdi. Mustafa’nın boyuna, pos una bakan köylüler içlerinden maşallahı çekerlerse de onun çalışmasına bakınca “eyvah ki eyvah”ı ardı ardına sıralasalar da başka amele bulamadıklarından kadere boyun eğmek zorunda kalırlardı.
Zalim yıllar çarçabuk geçerken Mustafa da farkında olmadan elli yaşına girmişti. Fakirliğin mükâfatı olan yeterli gıda alamamasından dolayı omuzları düşmüş, beli bükülmüş, kanı çekilmiş haliyle elde ayakta derman bitmeye yüz tutmuş, eli yüzü yer yer kırışmaya başlamış, üstelik eskisi gibi sakal tıraşına da pek önem vermez olmuştu.
Bunca zaman zarfında altı oğlu, üç de kızı olmuştu. Yetişkin kızları başka köylere gelin gitmiş, oğullarından biri Ankara’da işe girerken diğer üç oğlu öğretmen olmuş, ağabeylerini örnek alan iki küçük oğlu da zor şartlarda okumaya çalışıyorlardı.
Şıh Mustafa artık eskisi gibi el kapısında çalışmıyor, evinin geçimini tarlasından çıkan mahsulü satarak ve oğullarının verdiği az buçuk harçlıklarla temin ediyordu. Nasıl olsa un, bulgur yufka ekmek gibi yiyecekler tarladan, süt yoğurt, yağ gibi gereksinimler de evdeki iki inekten temin ediliyordu.
Babadan kalma kerpiç ev liğme liğme her gün biraz daha dökülüyordu. Yeni ev yapmaya gücü yetmezdi. Bir de bunun yanında her yağmur yağdığında ev elek gibi elenip akıyor, dama attığı çorak ve tuz bunun önüne geçemiyordu. Evin hasarlı yerlerini tamir ettirirken konu komşunun aklıyla iki göz ev de buna ilave ettirmiş “evdeki hesap çarşıya” uymayınca usta, amele ve malzemeciye haliyle borçlanmıştı. Oğullarının biraz ödünç para istemeye utandığından yüzü tutmadı “evlat babadan ister de baba evlattan isteyemezmiş” derdi atalar. Onları dara sokmanın bir alemi yoktu. Ne de olsa oğulları da ev bark sahibi olmuşlar. Memur maaşıyla zaten zor geçiniyorlardı. Bütçesi bayağı daralmış eve gelen alacaklıya artık sığınacak yalanı da kalmamıştı.
Nahit Hoca çok zor şartlarda İstanbul da okumuştu. Zamanın aydınlarıyla beraber dönemin padişahına karşı gelmişler, haklarında idam fermanı çıkarılan kendisi gibi birkaç arkadaşıyla beraber bir yolunu bularak Bulgaristan’a kaçmışlardı. Cumhuriyet’in ilanından sonra yurda dönüş yapmış, öğretmen olduktan sonra çeşitli vilayetlerde görev almış sonrasında da köyüne yerleşmişti. Nahit Hoca köylülerin katkısı ile köye bir ilk okul yaptırır. Bazı cahil kimselerin kışkırtmasıyla okul üç kez bir deliye yaktırılsa da bu Nahit Hocayı yıldırmamış zamanla okul mezunlarını vermeye başlamıştır. Yaptırdığı okuldan mezun olan çocukların babalarının rızası olmasa da ellerinden tuttuğu gibi Ankara Hasanoğlan ve Kayseri Pazarören İlköğretmen Okullarına kayıt ettirmiş, ileride onların ekmek sahibi olmalarına vesile olmuştur. Köyünden göçmemiş, çocuğu da olmadığından hanımıyla bir edi, bir büdü baş başa yaşamışlardır. Köyün tek maaş alan kişisi oydu. Fazla masrafı olmadığından üç-beş kuruşu bir arada tutmasını biliyor, arada sırada okulun masraflarını ve orada okumaya hevesli ihtiyaç sahibi çocukların defter, kalem, kitap gibi eksiklerini gideriyordu.
Atalar, ”para adama düşman “derler. Fakir köylüden paraya ihtiyacı olanlar her gün hocanın kapısını çalıyorlardı. İlk önceleri iyi niyetle geleni boş çevirmiyordu, alacağını alamayınca yerine göre bu kişilerle küsüyor haliyle çevresi de boşalıyordu.
Para bulmadan ümidini kesen Şıh Mustafa küçük oğlu Yasin i de yanına alarak her köylüsü gibi o da Nahit Hoca’nın evinin yolunu tuttu. Onun kimseye ödünç para vermediğini biliyordu. Hocaya ilk defa işi düşmüştü. El değdi ya, ne de olsa aynı soyadı taşıyan emmi uşaklarıydılar. Boş çevirecek değildi ya. Belki de hoca Yeğeni küçük Yasin’e acır ellerini boş bırakmazdı herhalde. Çaydı, kahveydi, hal ve hatır sormaydı derken Şıh Mustafa utana, sıkıla terleye terleye mevzuyu açtı. Taştan, duvardan ses çıkardı da Hoca’dan tık ne mümkündü. Yalvarıp yakarmak nafileydi. Oğluyla beraber kör pişman evin yolunu tuttular. Alacaklıları onun, onun da Nahit Hoca’nın evinin eşiğini aşındırmasının ardı arkası gelmiyordu. Bu gel git işinden sıkılan sekiz, dokuz yaşlarındaki Yasin’e artık gına gelmişti. Babasının Nahit Hoca’ya yalvarmalarına dayanamaz olmuş, o evden her defasında ellerinin boş çıktıklarında onun ağlamaklı oluşuna artık tahammül edemiyordu.
Evden eli boş ayrıldıkları günün birinde yaşından umulmayacak bir kızgınlıkla“ bu adama ne yavralıp duruyon aga, sen gendini yırtsan da adam parayı vermiyor işte….” Oğlundan bu öfke ve çıkışı ummayan Şıh Mustafa cebinden çıkardığı tütün tabakasından elleri titreyerek bir sigara sarıp çakmak taşıyla güç bela yaktıktan sonra derin bir nefes çekti.
“Aaaaaaah Yasin’im ahh, ben bu parayı Nahit emminden bir alabilsem yok mu, bak o zaman o bana ne kadar yavralacak, ne kadar peşimde kıvranacak ” derken gözlerinden akanı oğluna göstermemeye çalışıyordu…