“Sen ki Rabbimizden

Bize farz olan

Günahı kurutup hazan edensin

Nice canlı gördüm hepisi yalan

Elveda edelim Şehr-i Ramazan”

[Kırşehir’in Dulkadirli Köyü’nden Halk Şairi Alibey Dulkadir, 1951 yılı]

“Bir misafir gibi geldi…” demiştim Ramazan ayı için yaklaşık bir ay önce. Ancak misafir olan biziz elbette. Ne zaman gideceği belli olmayan misafirleriz. Kimimiz bir gece uykusunda yıkıntılar arasında, kimimiz hasta yatağında, kimimiz başka türlü.

Kaç Ramazan geçti ömrümüzden, kaç bahar, kaç kış! Hayatın döngüsü devam ediyor nefes alanlar için…

Aslında ne kadar az şeyle yetinmeyi, aza tamah etmeyi de öğretiyor Ramazan. Bir tabak yemek, bölüşülmüş bir pide yetiyor doymak için. Ancak ruhlarda arınmaya, tertemiz bir düşünceye vesile olmazsa verdiğimiz emeğin, yemediğimiz yemeğin ne anlamı kalır ki!

Güneş yine doğacak, toprak yine yağmurun kokusunu verecek, akarsuyun akması gibi bizler akıp geçeceğiz kenardan… Gönül kırmamaktır önemli olan…

Biz bu sene de veda edelim Ramazan’a… yarın ne olur, bilinmez. Seneye elbette Ramazan yine gelir de biz gelemeyiz belki…

Bayramınız mübarek olsun…

*

BAYRAM SABAHI

Bayram, ne güzel bir şeydir. Hele, bizim yaşayışımıza karışmış, ananeleşmiş şekliyle, eğlenmiye ve bir çok şeyleri de düşünmiye bundan güzel bir fırsat olmaz. Bu tatil günlerinde hiç yalnız kalmıyacağız. Ya misafir, veya ev sahibi olarak bütün vaktimiz, sevdiklerimizin dostlarımızın arasında geçecektir. Belki bir tarafa çekilip, sakin, başımızı dinlemiye zaman ayıramayacağız. Fakat ne zarar var; bayramın verdiği en güzel fırsatlardan biri de, dost, ahbap, akraba arasındaki bu samimi buluşmalar, konuşmalar yeni yeni tanışmalar değil midir? Her gittiğimiz yerde şekerle ağırlanacak, misafirlerinizi şekerle ağırlıyacaksınız. Bayram sabahı çocuklarınızı sevindirecek, onların neşesiyle sevineceksiniz. Hep iyi, güzel şeylerden, bahsolunacak, dargınlar barışacak, tatlı yenip tatlı konuşulacak.

Gene bu bayram günlerinde hali vakti yerinde olanlar, olmıyanlara yardım fırsatını kollıyacaklardır. Kimsesiz komşulara kapaklı sahanlar içinde yemekler gönderilecek, el öpmiye gelen yavrulara bayramlık hediyeler verilecektir. İyi ahlâk ve faziletin en güzel tezahürleri için bayram ne güzel fırsatlar verecektir.

Bu sabah, güzel bayramlıklarını giyecekler, sokakları ve gönülleri süsliyeceklerdir. Bu manzaranın insana bazı vazifeler hatırlatmamasına da imkân yok. Çiçekler ve bayramlıklar içinde uçuşan öbek öbek yavrular, bu imkânlardan mahrum olanları, bayram sabahında her çocuğun küçücük gönlünde yaşıyan emeller için göğüs geçirenleri nasıl unutabiliriz.

Fikret, Halûk’a demiş ki:

Baban diyor ki; meserret çocukların, yalnız

Çocukların paydır! Ey güzel çocuk, dinle!

                 Fakat sevincinle

Neler düşündürüyorsun, bilir misin? Babasız

Ümitsiz, ne kadar yavrucakların şimdi

Sıyahı mateme benzer teranei iydi!

Çıkar o süsleri artık, sevindiğin yetişir;

Çıkar, biraz da şu öksüz giyinsin, eğlensin;

               Biraz da güzellensin

Şu ruyu zerdi sefalet... evet meserrettir

Çocukların payı; lâkin senin sevincinle

Sevinmiyor şu yetim, ağlıyor… Hâluk dinle!

Hâluk bunları dinledi mi, bilmem. Fakat biz dinliyelim. Yetimler, kimsesizler, çıplaklar var. Bayram, birkaç çaresizi sevindirmiye ne güzel, bulunmaz vesiledir.

Sevgili okuyucular bayramınız kutlu olsun!

[Bu yazı 1941 yılında Ulus Gazetesinde Kemal Zeki Gencosman’ın ‘Günün Gölgesi’ isimli köşesinde yayınlanmıştır.]

*

İSMAİL PAŞA’NIN ÇUBUĞU

Sarım Paşa sadrazam bulunduğu zamanda, bir ramazan akşamı, iftara gelen misafirlerine, “Bugün hayatımın en mesut günüdür. Padişah hazretleri bugün bendenize ümidin fevkinde iltifatta bulundular. Arkamı sıvadılar. Koluma girdiler. Saray-ı hümâyûn salonlarında bir müddet bendenizle gezindiler.” demiş. Bunun üzerine misafirler, gözleri ile birer işaretten sonra, aralarında en yüksek rütbede olan İsmail Paşa’dan başlayarak, hepsi de, birer birer sadrazamı etekleyerek kendisini tebrik etmişler.

Bir müddet sonra hepsi teravih namazı için sofaya girmişler. Bu aralık kâhya gelip paşanın kulağına bir şey söyleyince o, namazını bırakıp içeri girmiş. Neşesi tamamıyla bozulmuş olarak avdet edince, “Fesuphanallah, şimdi infisalim vuku buldu. Benden mühr-i hümâyûnu aldılar. Makam, yalı komşumuz Reşit Paşa Hazretlerinindir!” demiş. Tatsız bir sukûttan sonra, misafirlerin hemen hepsi de birer birer, eski sadrazamı terkederek yeni sadrazamın yalısına gitmişler. Sonraları İsmail Paşa da dermiş ki: “Ben de çubuğumu çektim, çektim, çektim, sonra, puff diye herifin suratına üfleyip çıktım, gittim.” [Abdülhak Şinasi Hisar, Geçmiş Zaman Fıkraları, 1958]

*

Bir zat Ramazanın mükellef iftar sofralarını, bazılarının unutmadıkları diş kiralarını, eğlencelerini düşünerek sonuna geliyoruz diye acınır dururmuş. Bektaşinin biri dayanamamış:

--- Kimi kandırıyorsun, demiş.

Ramazan gider gitmez arkasından bayram yapan sen değil misin?

--- Sen hiç bayram yapmaz mısın?

A birader!.. Bana her gün bayram.

*

“Bektaşinin biri, Bağdad’a giden zengin bir tüccar kervanına bedavadan katılmış. Giderken, yolda, kervanı eşkıya basmış. Mal ve can kaygısına düşen tacirler hemen silaha sarılmışlar, eşkıyaya karşı koyadursunlar, baba erenler de kendi devesinden inmiş, uzakta bir ağacın gölgesine sığınmış, lâkayd, çubuğunu tüttürürmüş.

Derken, kavga bitmiş. Tüccar, haramileri püskürtmeğe muvaffak olmuşlar. İçlerinden biri baba erenlere kızmış, yanına gidip çatmış:

--- Be adam! Sen ne biçim insansın! Yoldaşlık böyle mi olur! Biz o kadar dövüşüp vuruşurken, sen yerden bir taş olsun alıp atamaz mı idin?

Bektaşi kaşlarını çatmış ve:

--- Yoo! demiş; yetmiş yıldır, fıkaralığımın zevkini bir gün sürmek fırsatını buldum, çok rica ederim, keyfimi bozma!