Değerli okurlar, yılda ortalama 4-5 kez memleketim Kırşehir’e gider gelirim. Bir gün, üç gün, beş gün kaldığım olur. Şöyle biraz dolaştığımda çok az aşina yüzlerin kalmasını ve bir şeylerin, bir yerlerin değiştiğini çok açık olarak görürüm. Bu değişiklikler genelde olumlu yöndedir ve sevinirim, gururlanırım, mutlu olurum. Ama bazı olumsuz durumlar gördüğümde de inanın içim cız eder, yüreğimde ince bir acı duyarım. Çünkü burası benim baba ocağım. Elli yılım iyisiyle kötüsüyle burada geçti. İyi şeyler üretip yapanlara teşekkür, saygı ve sevgilerimi yolluyorum.
Kırşehir ayni zamanda zanaatkârlığın babası Ahi Evran’ın da memleketidir. Zanaatkârlık ve bu işi yapan esnaflık kültürü Ahi Evran ile birlikte yayılmış, büyümüş, gelişmiş ve insan yaşamına büyük değer katmıştır. Bu arada Ahi Evran hakkında her Kırşehir’li ne kadar bilgi sahibi ise ben de o kadar bilgi sahibiyim. Bu konuda ahkâm kesecek durumda değilim. Zaten bu günkü amacım da daha farklı bir konudur.
Gelelim bu yazımın konusuna: Kırşehir’e özel iki önemli sanat dalımız vardı. Halıcılık ve Taş işlemeciliği. Bunlardan halıcılık başlı başına çok özel bir değere sahipti. Özbağ, Mucur ve genelde Kırşehir halıları büyük bir üne sahipti. Her türlü işlemleri (ipi, boyanması, dokunması) el emeği, göz nurunun eseriydi. Çocukluğumun aklımda kalan en güzel anılarımdan biri de, hemen her evde halı tezgâhının olduğunu görmemdir bilmemdir. Özellikle kış günleri imece usulü ile dokunan ve takır takır diğdir (iplerin iyice sıkıştırılması için kullanılan alet) seslerinin gelmesi hala kulaklarımdadır.
Şimdiki belediye binamızın önü önce buğday pazar yeriydi. Daha sonraları halı pazarına çevrildi. Özbağ ve köylerde dokunan halı, seccade, yastık, minder, heybe gibi elişi üretimler burada pazarlanırdı. Çoğu kez çevre illerden halı tüccarları da gelip, bu işin ticaretini yaparlardı.
Eriyen zaman içinde, teknolojik gelişmeler halıcılığı da yok etti. Önce daha ucuza mal olan makine halıları yaşantımıza hızla girdi. Sonra pazar yeri kaldırıldı. Evdeki ıstar tezgâhları yok edildi. Ardından bu halı dokuma aletleri antika birer anı olarak saklandı. Böylece bu sanat dalı ve el emeği ürünleri günlük yaşamımızdan tamamen ayrıldı gitti. Geriye resimleri kaldı. Bende ise anı olarak, bağbaşında dokunmuş iki seccade kaldı. Saklıyorum.
Bir diğer güzel sanat dalımız olan oniks taş işlemeciliği vardı. Sanayi de, stadyuma giden caddede, kapalı spor salonunun olduğu yerde (Abdullah Arcan hocamızın) ve de özellikle Erkek Sanat okulunda bu taş işlemeciliği yapılırdı. Onlarca ailenin ekmek kapısıydı. Sanat okulunda bir meslek dalıydı. Ben de üç yıl bu okulda okumuştum ve okuldaki en çok imrendiğim sanat dalı da bu taş işlemeciliği idi. Tamamen hediyelik eşya amaçlı yüzlerce ayrı ürünler yapılırdı.
Son ziyaretimde Ankara’da yakın bir dosta, Kırşehir hatırası olarak bir taş ürünü alayım dedim. Koca şehirde bir tek terme caddesinde bir satış yeri var dediler. Gittim, bir vazo aldım ve sordum.
“Kardeşim, burada bu iş bir geçim kapısı idi. Ne oldu o güzel atölyeler, o güzel süslü vitrinler nereye gitti?” dediğimde:
“Kardeşim millet geçim derdinde, ne yapsın bir süs eşyasını. Satış olmayınca o güzel atölyeler, o güzel vitrinler teker teker tarih oldular.” Evet, tarih olmuş ve bende bu tarihin içim acıyarak canlı şahitliğini yapıyorum.