Televizyonlardan eksik olmayan “Hababam Sınıfı” filmlerini her seyredişimde artık yerinde yeller esen ve 1963'e kadar aynı zamanda lise öğretiminin yapıldığı Kale'deki okulun altmışbeş yıl önceki “Hababam”cıları ve Sait Hoca'nın oğlu Hilmi Hoca (Erbaş) geçer gözümün önünden... Ortaokul yıllarımızın unutamadığımız öğretmenlerinden biriydi Hilmi Hoca... Okul müdürümüz Şeref Bey (Okutan)'i de kelleşmiş kafasıyla “Kel Mahmut”un yerine koydunuz mu bir başka “Hababam” sınıfı daha ortaya çıkardı.
Hilmi Hoca tarih-coğrafya derslerimize girerdi. Bu derslerin gelmesini iple çekerdik doğrusu... Sevdiğimizden değil de Hilmi Hoca'nın dersleri olduğundan tabiî... Hoca'nın anlattıklarını pek dinlemez, ders boyunca akla gelmedik şaklabanlıklar yapar, dersi kaynatır giderdik. Tâ ki Hoca'yı iyice kızdırıp sınıfı arenaya çevirinceye kadar... Hoca da sinirlendi mi gözü hiçbir şeyi görmez, “Eşek herifler” diye bağırarak eline geçirdiği tabureleri o kızgınlıkla üzerimize fırlatmaktan çekinmezdi. Bir keresinde bu taburelerden ben de hedefi olmak üzereyken aklıma gelen kendime göre dâhiyâne bir buluşla pencerenin önüne koşmuş, açık pencereden aşağıya doğru uzanırken bağırmıştım “Hocam gelme üzerime, kendimi aşağı atarım. Ölürsem katil olursun” diye... Bunun üzerine Hoca kendine gelmiş, tabureyi yere bırakıp âdeta yalvarırcasına beni bu intihar (!) teşebbüsünden vazgeçirmeye çalışmıştı. Halbuki Hoca'yı kendimi atmakla tehdit ettiğim alt kat pencereleri yerden bir adam boyundan biraz fazla yüksekteydi ve atlasam da bir şey olacağı yoktu. Ama o anda bunu hesaplayamayacak kadar gözü dönmüş olan Hilmi Hoca'nın tabure taarruzundan böylece kurtulmayı becermiştim.
MISIR PİRAMİTLERİNİ SAYAN 5 ALIRDI
Hilmi Hoca'nın derslerinde benimle birlikte en çok yaramazlık yapanlar Tahsildar Duran'ın oğlu İlhan, öteki de Belediye odacısı Mustafa Efendi'nin oğlu İskender idi. Ufak ve çelimsiz oluşundan dolayı “Cıdı” diye çağırırdık İlhan'ı... Gölhisar'da oturan Nâzır (Öztürk) de sınıf mümessilimizdi. Nâzır Hilmi Hoca'nın derslerinde sükûneti sağlamaya, ortalığı yatıştırmaya çalışırdı güya... Bir yandan Hoca'yı kışkırtır, Ekizarası'ndan mı, nereden kestiğini anlayamadığımız özene bezene yontulmuş kalınca bir sopayı çaktırmadan sakladığı yerden çıkartır, Hoca'nın eline tutuşturuverirdi. Hınzır Nâzır'ın verdiği o sopaların üzerimizde izleri kalsaydı her halde hepimiz çizgili Afrika zebralarına dönerdik! Baktıroğulları'nın damadı olan Nâzır yarbaylıktan emekliye ayrılmış, uzun yıllar Ankara'da oturduktan sonra Kırşehir'e dönmüştü.
Ortaokula başladığımızda çok kafalı ve zeki olduğunu fısıldamışlardı kulağımıza Hilmi Hoca'nın... Bu yüzden biraz tuhaftı. Ders anlatırken çok seyrek gülerdi. Sustuğunda dudaklarını büzer, torbalanmış ceplerinin kapaklarını elleriyle aşağıya doğru çekiştirerek ceketini düzgün ve ütülü göstermeye çalışırdı sanki... Yazılı imtihanlarda kopya çekmeye en çok onun derslerinde muvaffak olurduk. Ağzınızla kuş tutsanız verdiği not bir türlü 6'dan yukarıya çıkmazdı, biz de bu yüzden onun derslerini pek mühimsemezdik. Zaten tarih dersinde tahtaya kalkınca Mısır'daki üç büyük piramidin adlarını büyükten küçüğe “Keops, Kefren, Mikerinos” diye saydık mı 5 numara almayı garantilerdik.
“BARAJ KURUYORUZ” DİYE PARALARINI YEDİLER
Orta boylu, tıknazca, kırmızı ve ablak yüzlüydü Hilmi Hoca... Ufak, mavi gözleri vardı. Sigara içmediği halde dişleri sararmıştı. Seyrekleşmiş saçlarını yana yatırarak tarar, omuzlarından kepek eksik olmazdı. Kirli boz elbisesinden başka elbisesi de yoktu sanırım. Giyile giyile diz vermiş pantolonunu yine de ütülü tutmaya çalışırdı. Pek seyrek değiştirdiği gömleğinin yakası genellikle temizdi, çünkü değişir özellikteki yakayı sık sık yenisiyle değiştirerek temiz görünmek isterdi. O yıllarda hazır ayakkabı giymek lüks sayıldığından Hoca ayakkabılarını babam Bekir Usta'yı yaptırırdı. Babamın diktiği ayakkabılar hem sağlam olurdu, hem de ölçü alınarak yapıldığından ayağı rahat tutardı. Bir gün ölçüsünü aldırıp sipariş verdiği ayakkabının ne zaman biteceğini öğrenmek için dükkânımıza gelmiş, “Ustam, provaya ne zaman geleyim?” diye sormuştu da herkes gülmekten katılmıştı, zira dikme ayakkabının bitmeden kalıptan çıkarılıp prova edilmesi mümkün değildi.
Pejmürde yaşamına ve bekâr olmasına rağmen Hilmi Hoca'nın aldığı onca maaşı ne yaptığı merak konusu olurdu. Bazı hınzırların Hoca'nın maaşına tebelleş oldukları, Türkiye'de barajın esamisinin okunmadığı o yıllarda sudan elektrik üretmek için Kılıçözü Çayı üzerinde baraj kurma aldatmacasıyla ondan sürekli para sızdırdıkları rivayet olunurdu. Hoca'dan aldıkları paralarla çayın üzerine suyu tutacağız diye koca koca kütükleri atarlar, Hoca kendi parasıyla kurulan barajı görmeye gittiğinde bir şey göremeyince de “Hocam, hani geçenlerde kuvvetli bir sel gelmişti ya, işte bizim barajı da yıkıp götürmüş. Ne yapalım, Allah'ın işine karışılmaz. Yardım edersen yine kurarız” diyerekten Hoca'yı söğüşlemenin yeni yollarını ararlarmış.
VER YAZILI KÂĞITLARINI, AL LEBLEBİYİ!
Hilmi Hoca hiç evlenmemişti, ama evlenip yuva kurmak istediği de ufak zamparalık denemelerinden belli olmuştu. Örneğin analığım Yenice Mahalle'nin alt başındaki evimizin yola bakan en iyi odasını yakınımızdaki Kız Enstitüsü'nün müdiresi Neriman (Bekret) Hanım'a kiraya vermişti de Hilmi Hoca satın aldığı motosikletle evimizin önünde sıkça tur atmaya başlamıştı. Meğer bazı muzipler Hoca'ya “Neriman Hanım sana bayılıyor Hoca!” demişler, Hilmi Hoca da buna inanıp fırsatını buldukça motosiklete atladığı gibi evimizin önünde moto-şovlara başlamıştı. Bu gösterileri tabiî ki sonuç vermemişti ve veremezdi de...
Çok obur olduğu da söylenirdi Hilmi Hoca'nın... Nitekim arkadaşlarımız yazılı ve ödev kâğıtlarını leblebicide gördüklerini, Hoca'nın kâğıtları okuma zahmetine katlanmadan “fişek” adını verdiğimiz, içine leblebi, çekirdek konulan külâhlar yapılmak üzere leblebiciye götürüp yerine leblebi aldığını anlatırlardı. Boğazına düşkünlüğü bu kadarla da kalsa iyi ya, Hoca lokanta lokanta gezip tencerelerde kalmış yemeklere pazarlık yapar, sonra da kuytu bir yere çekilip satın aldığı tenceredeki yemeği âfiyetle temizlermiş! Gerçekten yıllar sonra 1960'ların ikinci yarısında eşimle Ankara'nın Denizciler Caddesi'nde gezerken emekliye ayrılmış olan Hilmi Hoca'yı bir lokanta vitrinini seyrederken görmüş, bu konudaki söylentileri hatırlayarak “Hoca yine tencereyle yemek alma hesabı yapıyor galiba” diye düşünmüştüm. Çok yemenin sonucu olarak Hilmi Hoca bağırsak kanserine yenik düşmüştü.
KİTAPLIK MEMURLUĞUNDAN EMEKLİ OLDU
27 Mayıs 1960 ihtilâlinden sonra her nedense okulla ilişiği kesilen Hilmi Hoca'nın şimdi Polis Evi'ne dönüştürülmüş o zamanki Özel İdare Müdürlüğü'nün alt katında 1950' li yılların başında Demokrat Parti iktidarının Cumhuriyet Halk Partisi'nin mallarını elinden alıp kapattığı Halkevi'nin yağma edilen “Kitapsarayı”nın artığı kitaplarla bu günkü İl Halk Kütüphanesi'nin nüvesi olarak oluşturulan Şehir Kitaplığı'ndaki memuriyeti son görevi oldu, kitaplık memuru olarak emekliye ayrıldı. Onu nerede görsem derslerinde yaptığım haylazlıkların pişmanlığına kapılır, kendisine yaklaşıp hal-hatırını sorar, gönlünü almaya çalışırdım. Ölüm haberini de gazetemde “Hocaların hocası Hilmi Hoca vefat etti” başlığı altında vererek ona karşı son görevimi yapmaya çalışmıştım.
Hilmi Hoca Kırşehirlilerin ünlü hocalarından Sait Hoca'nın dört oğlundan biriydi. “Şeker Osman” lâkabıyla bilinen oğlu Osman Erbaş da tarih öğretmeniydi. Hakkı Erbaş Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde okurken 1948 yılında çıkan olaylarda komünistlik suçlamasıyla okuldan atılmış, Kırşehir'de bir süre taş atelyesi çalıştırdıktan sonra Ankara'ya taşınmıştı, çok içerdi. Veyis Erbaş ise minibüsle taşımacılık yapmıştı.
Babası Sait Hoca gibi Hilmi Hoca da eski Kırşehir'in eğitim-öğretim yaşamında unutulmaz izler bıraktı. Günümüzde öğrencilerinin kalplerinde yaşayabilen böyle öğretmenler kaldı mı bilmiyorum, ama Hilmi Hoca gibiler ölümsüzlüğe kavuşmanın sırrına ermiş ender öğretmenler olarak gönüllerimizde, hâfızalarımızda tüm canlılıklarıyla yaşamakta, yolumuzu aydınlatmaktadır.
Ebediyete göçmüş sevgili hocalarımızı minnet ve rahmetle anıyor, aziz hâtıraları önünde saygıyla eğiliyorum.