Siz nasıl değerlendirirsiniz bilmem. Ama bu yazıyı yazmak benim boynumun borcu. Artık bir hakim veya savcıyla tanışanların aklında ilk şu soru uyanıyor: “Cemaatin hâkimi/savcısı mı yoksa hükümetin mi?’’
Ama bir de Cumhuriyet hâkimleri/savcıları var. Biraz onlardan bahsetmek isterim…
Ben lojmanlarda büyüdüm. Benim çocukluğumun geçtiği yerler İstanbul’un yarısı kadar bile değildi. O nedenle lojman dediğiniz binaya ancak iki hâkim, iki savcı düşüyordu. Geriye kalan dairelerde orada oturan hâkim ve savcıların isteğiyle kâtipler, mübaşirler oturuyordu.
Küçük yerler olduğu için hâkim ve savcıların ismi söylenmezdi. Hâkim bey, savcı bey denirdi esnaf tarafından. Lakin korkudan değil, saygıdan. Zira hâkim ve savcıların en iyi dostları o esnaflardı. Dostluk dedimse şimdilerde gördüğünüz gibi büyük masaların etrafında oturup yemek yenmezdi, dükkânın önünde oturulup çay içilirdi.
Siirt ve Malatya zamanımızı hatırlamıyorum. Ama Kırşehir'de oturduğumuz anlar canlanıyor gözümde. 5-6 yaşındayım. Karşı komşumuz dünyanın en tatlı hâkimi. O zaman kapıların dışarıda da kolu var herkes birbirinin evine dilediği saatte girip, çıkıyor. Kimsenin kimseyi dinlediği de yok, rahatça konuşuyorlar her konu hakkında. Hâkim amcam doğulu, şivesini hiç değiştirmemiş. Ama doğulu diye ne doğuluları el üstünde tutuyor ne de bu yüzden insanlar tarafından ötekileştiriliyor.
Cezaevi evimize çok yakın. Açıkçası babamın en çok zaman geçirdiği yerde orası. İnsanlar çocuklarını o yaşta alıp parka götürürler ya babam beni cezaevine götürüyor. Hep beraber yemek yiyoruz, hâkim savcılar toplanıyor mahkûmlarla maç yapıyor, ben onları izliyorum. Sonra başlıyorum ağlamaya siz de bizimle gelsenize diye. Babam ikna ediyor beni: ‘’Tamam kızım söz yarın yine geleceğiz.’’
Evimize sürekli insanlar geliyor sadece bize değil, diğer dairelerde. Yoksul görünümlü, yaşlanmış ama çok iyi teyzeler. Meğersem görüş kâğıdı almaya gelirlermiş. Haftada bir gün evlatlarını, kocalarını, babalarını görmeye gelenler o günü yakalayamadıkları zaman evlere gelirler, o hâkim ve savcılar da bugün git yarın gel demeden görüş kâğıdını verirlerdi. Ama durun derlerdi, onca yol geldiniz önce bir soluklanın… Annemler hemen bir sofra kurarlardı.
Yaşadığım en güzel dünya Kırşehir’di. Sonra yavaş yavaş herkesin tayini çıkmaya başladı. Her zaman olduğu gibi en son biz kaldık. Gidenler, tüm halkın ortak düzenlediği yemeklerle uğurlandılar. Bakın meslektaşlar demiyorum, halk diyorum. Boşalan dairelere yeni hâkimler, savcılar geldiler. Ama o düzen hiç değişmedi. Ha bu arada söylemem lazım o lojmanda kimsenin arabası yoktu. Kimsenin evi de yoktu. Yazlık lafını henüz bilmezdik zaten. O apartmanda oturanlar işe yürüyerek gidip gelirlerdi, babam bazen bisiklete binerdi.
Sonra bizim de tayinimiz çıktı. Çok ağladım. Kamyona eşyalarımız yüklenirken ben bahçede kendime bir kuytu bulmuş izliyordum. Bize de veda yapıldı elbet. Dualarla uğurlandık. Bir kişinin bedduasını alsak babam istifa ederdi, eminim.
Bizden sonra gelenlerin de birkaç sene içinde tayinleri çıktığını duyduk. O güzel insanlar Türkiye’nin dört bir yanına dağıldılar.
Yeni görev yerimiz Samsun’du. Babamın statüsünü biraz yükselmişti. Artık savcı olarak davalara girmesine gerek yoktu. Ama hep girdi. Şimdi altında makam arabası ve şoförü de vardı. Ama evle adliye çok yakındı. Niye kullanayım yahu dedi. Yine zaman zaman bisikletine binip gitti. Bir kere annem çok hasta olmuştu da hastaneye götürmemiz gerekiyordu. Arabanın benzinini ben devletin malını özel işlerimde kullanamam diyerek dolmuşturdu. O yaşlarda bu hareketin ne kadar erdemli olduğunu anlamamıştım.
İlkokula orada başladım. Babamı herkes tanıyordu. Bu yüzden müzik öğretmeni herkesi sıra dayağına geçirdiğinde beni atlamıştı. Bu durumdan inanılmaz rahatsız olmuş, karşısına dikilip bana da vuracaksınız demiştim. Parmaklarımı birleştirdim, parmak uçlarıma ince bir sopayla vurmuştu. Canım inanılmaz acımıştı ama bu olayı babama evde anlatırken gülüyordum.
Şimdi ben hep babamı anlatıyorum ya yanlış anlaşılmasın. Ben kendi anılarımı daha iyi hatırlıyorum ama o insanların hepsi öyleydi. Beraber oturulan masalarda kimse kimsenin arkasından konuşmazdı sık sık işleri hakkında konuşulurdu. Ha bu arada bizim o yıllarda arabamız yoktu, evimiz de. Yazlığın anlamını ise öğrenmiştik.
Sonra İstanbul’a taşındık.
Buradan sonrası biraz sıkıntılı. İnsan lojmanda büyüyünce lojmanlar aynıdır sanıyor ya. Burada öğrendim insanların meslekleri aynı olsa da kişiliklerinin farklı olduğunu.
Yine de geçen sene vefat eden hakim amcamın yeri ayrıdır. Kanser olduğunu öğrendikten sonra da işe gitti, son güne kadar. O koca koca kitaplardaki kanunları bakmadan söyleyebiliyordu. Cenazesinde kâtiplerinden, stajyer avukatlara kadar herkes ‘’babamız gitti’’ diye ağlıyordu. Ondan bir hafta önce yine adliyede yapılan bir savcının cenazesine ise kimse katılmamıştı.
Şimdi cemaatin mi hükümetin mi diyorsunuz ya, ben biliyorum ki hala bu ülkenin dört bir yanında tanıdığım, kaya gibi sağlam duran cumhuriyetin hakimleri/ savcıları var. Bilin istedim hala çökmeyen bir sistem varsa onlar bir kolon gibi taşıdıkları için.
Ha bu arada evimizle yazlığımız hala yok. Annemin arabası var. Babam bisikletini İstanbul’a taşındığımız ilk gün çaldırdığı için işe yürüyerek gidip geliyor.

Özgen Aydos