Zamanın ötesinde..

İstanbul Taksim’de çok nezih bir apartmanın en üst katında bir ressam vardı...

Pek dışarı çıkmaz..

Çoğu zaman alışverişlerini bile elinde yeni model telefonuyla hep online söyler..

Ayağına kadar getirtir..

Bir de beğenmez.. kargo hizmetinin aksamasından yakınırdı..

Neyse efendim biz konumuza gelelim.. Zarif bir hanımdı bizim Leyla Ressam hanımefendi..

Pek görgülü ama bir o kadar da pervasız, sıradışı bir hâli vardı..

Çok meraklıydı ustaya ve işini iyi yapan tüm meslek erbaplarına..

Lakin iyi hoştu da bu özellikler, bir de arada  öz eleştiri yapsaydı..

Belki bu kadar kalp kırmaz, belki daha çok sevilir sayılırdı.

Ben hariç.. ben kim miyim?..

Ben alt komşu Hulusi..

Leyla hanımın resim tablolarının büyük hayranı..

Bilmem ki ben hayran olduğum için mi.. Beni de diğer insanlar gibi

defalarca en ağır sözleriyle kırmasına ve üstten üsten bakmasına rağmen..

hiç tepki vermeden.. ona ses çıkarmadan sadece dinler.. başımı eğer..

Peki Leyla hanım siz daha iyi bilirsiniz derdim..

Çünkü o benim aynı zaman da bir komşudan öte resim üstadım.. öğretmenimdi..

ve ben ona her zerrem ile hayrandım..

Bir kere çok güzeldi..

Asil bir duruşu vardı.. Görkemli ve tek renk kıyafetleri tercih eder..

Modayı kendine ve tablolarına dahi yakıştırırdı..

Çok başarılı bir ressamdı..

Evinde binlerce plaketi vardı..

Bir gün yine ders zamanı.. Evin de ışıklı bir odası var..

Oraya geçtik.. Bu gün bakalım bana hangi doğal hali yansıtan resmini yapacaksın, diye sordu..

Lâkin onun beğenmesi.. Kalemi tutuş.. fırçaya dokunuş teması.. derken ben benden geçiyordum..

O sadece bana fırça darbelerini nasıl atacağımı.. Işığı nasıl tual'e yansıtacağımı gösteriyordu..

En önemli kısım ise günün sonunda ki tablomu ona sunumum oluyordu..

O yine o ünlü müthiş tenkitlerinden sonra..

Ben bunun neresindeyim Hulusi ya da sen..

Hadi bana anlat.. derdi..

Aslın da bu sözüyle kendinden ve benim öğrettiklerimdem bu tabloya ne kattın demek istiyordu..

Çok mükemmelliyetçi.. çok özgün.. klas bir ressamdı..

Şey efendim ben bu resmin ışık tonundayım ve ağaçların kuş temaların da ..

Derken.. derken ..Peki Hulusi deyip beni bir anlığına susturup ..

Benim göremediğim senin gördüğün yerden ben de sana resmediyorum der..

Sırayla hatalarımı.. ve düzeltmem gereken bir çok yeri..

ince ince detalayarak bir düzen için de anlatırdı..

Evet onun kendi şaheserleri vardı..

Milyonlarla paha biçilmezdi bence.. Ben ona mı yoksa tablolarında ki..

Ben bunun neresindeyim değişlerine mi aşık olmuştum..

İtiraf ediyorum ki..

Sanat ve sanatçı olmak başlı başına bir aşktı..

Arada dünyaları karıştırıyor ve insanları bilmeden incitiyor dahi olsak..

O bir güzel sanat ve sanatçıydı..

Leyla Ressam ustama..

Tüm değerli sanat ve sanatçılarımıza her yerde. .her zaman şapka çıkartırım..

Bu güzel kıymetli sanatçılarımıza selam olsun..Saygı ve sevgilerimle efendim...

ANTİKACI 

Yıllar önceydi sanırım… Ben o zamanlar daha çocuk yaşlardaydım. Bizim ikinci taşındığımız binanın ikinci katında emekli bir antikacı yaşardı. Aslında ben onun antikacı olduğunu sonradan öğrendim. Emekli yüzbaşıymış ayrıca, Mehmet amcamız…

Zamanında bir çok cephede savaşmış, anılar doldurmuş yüreğine ve beynine; bir özgün güzel adamdı. Adamdı dedim Mehmet amcaya, çünkü gerçekten bir eski İstanbul beyefendisiydi… Hani annelerimiz derlerdi ya; iyi, güzel adamlar toprak altında kaldılar diye… İşte Mehmet amca da o güzel insanlardandı.

Bir kere kıymet bilirdi; sevgi verirdi, önce çocuklara, kendimden biliyorum ki; o zaman daha on iki yaşındaydım.

Mehmet amca yalnız yaşardı, kocaman bir evi vardı, ve fazlasıyla da eski eşyaları…

Çoğu komşu, biz de dahil eskiyen eşyalarımızı değiştirir, yenilerini alırdık ya, o eskileri asla atmazdı! Hattâ savaş sonrası “Gazi” unvanını da alıp erken emekli olunca askeriyeden, bir antika dükkânı açmış.

O zamanlar eşi Semra Hanım da hayatta imiş ve çocukları… Üç güzel evlâdı; o öyle diyordu… Onun ağzından dökülen kelimeler ile onun yanıbaşındalarmış. Peki bu evlâtlar şimdi neredeler? İş-güç nedeniyle yurt dışına gidince hepsi de, çok sevdiği Semra hanım, çocuklarının hasretine yüreği fazla dayanamadığı için ağır bir hastalık geçirmiş ve kısa bir süre sonra da vefat etmiştir.

Nerede kalmıştık?

Evet, o yalnız kalmış. Ama ona kalsa yalnız sayılmazdı! Nasıl, diyeceğinizi duyar gibiyim! Şöyle ki eşyaların bir ruhu olduğunu söyler ve onlarla dertleşirdi.

Valla inanın, ben bu hikâyenin son perdesini gördüm… Evveliyatında da annemler, teyzemler, amcamlar, her bir çevre bu konuşmalara; sevimli muhabbetlere zaman zaman kısacık olsa da rastlamışlar. Nasıl mı?

Şöyle ki; Mehmet amcamız dükkânda evlerinde istenmeyen eski eşyalara karşı insanlara yeni eşyalar alır verirdi. Tabii ki gücü yettiğince…

Hele çöp kenarlarında gördüğünde koşarak gider, kolunun biri savaş sırasında koptuğundan diğer kolu ile biraz zorlansa da o eşyaları severek, okşayarak, tatlı tatlı kelimeler söyleyerek, önce evine, sonra temizleme işlemiyle dükkânına götürürdü.

Bir gün bu evindeki eski eşyaların birini incelerken ona, çok meraklanarak sordum. Mehmet amca, sen neden bu kadar eski, bozuk eşyayı siliyor, onarıyor ve adeta hayat veriyorsun, dedim. Çünkü bana göre onlar birer enkazdı! Ama ona göre bir hazineydi!

Ah evlâdım, sen bilir misin eşyaların da bir ruhu, dili vardır.

Meselâ bu plâk, benim eşime ilk maaşım ile aldığım, tam yetmiş yıllık bir şaheser… ve bu bando, büyük oğlumun izci kampından bir hatıra…

Onlar bize çok emek katarak, beni, seni var ettiler. İhtiyaçlarımızı karşılayıp; sevinçlerimize, hüzünlerimize ortak oldular.

Şimdi, hadi sen öldün, diyemem ki…  Daha ben ölmeden… Daha ben yaşarken…