ali-akdogan

Vatandaş oyunu kullandı ya da kullanmadı. Analar, babalar, öğretmenler, öğrenciler, işçiler, işsizler, memurlar, emekliler, çiftçiler, çiftsizler, mazlumlar, zalimler, uzunlar, kısalar, eğitimliler, eğitimsizler, ayaklar, başlar kısacası oy kullanma hakkı olan her vatandaş kendisine tanınan bu vatandaşlık ödevini ve hakkını bir şekilde yerine getirdi. Aylardır süren, her saniye, her dakika bir köşeden üzerimize fırlayan siyasi sembollerden birisini tercih etti ya da etmedi.

Bu fani dünyada her şeyin çaresi olan zaman bu sorunu da çözdü. Seçim günü geldi, sandık vatandaşın önüne kondu. Sandık her zaman yaptığını yaptı. Sorunları vatandaşın önünden aldı, götürdü, “sorunları ben çözerim” diyenlerin önüne bıraktı. Yüksek Seçim Kurulu seçim sonuçlarına itirazları ve seçim sonuçlarını değerlendirdi, sonuçları açıkladı. Seçim kaybedenler üzgün, seçim kazananlar çoşkulu bir duygu seli yaşanıyor.

Bu seçim zor bir seçimdi. Seçilenlerin de işi zor. Çıkan tabloya bakınca her parti kendi açısından bir başarı öyküsü kurguluyor, öykünüyor. Ancak bu duygu fırtınasının arkasında şapkayı önüne koyup düşünmesi gerekenler var.

Seçmen açıkça “tek parti iktidarı”nı üç dönemdir kullanan siyasi eğilimin gidişatına bakıp vazgeçmese de beğenmediğini, tek parti iktidarını istemediğini açıkça ortaya koydu. Seçmenin bir başka açık tercihi “karşılaştığı sorunlar”ın her birisinin “dayatma” ile değil “uzlaşma” ile çözülmesi yönünde oldu. Mevcut Meclis aritmetiği ile tüm sorunların çözümü mümkün ancak “diyalog” ve “uzlaşma” gerekiyor.

En karmaşık, en kapsamlı, en çetrefilli, en can acıtıcı konu; “Kürt sorunu vardır” diye başlayan, geldiğimiz noktada “Kürt sorunu yoktur”a dönüşen ülkemizde “etnik yapılar üzerinden egemenlik haklarının yeniden tanımlanması” istemi... “Çözüm süreci”, “barış süreci” diye milletten gizli kapalı kapılar ardında iş pişirenler bu konuyu Meclis'te sonuca bağlayacak rakamlara eriştiler. Vatandaş bu konuların gizli pazarlıklar ile değil, Meclis'te ve milletin gözü önünde yapılmasının yolunu açtı. Bu konunun Meclis'te görüşülmesi gerektiğini savunan anlayışı da dikkate alırsanız neredeyse üç parti bu konunun tüm yönlerini Meclis'te çözebilecek milletvekili sayısına sahip. Bu konunun enine boyuna Meclis'te tartışılması, kimin ne istediğini, ne istemediğini ortaya koyması, sonuçta milleti mağdur etmeyecek, ülkeyi “ırak”laştırmayacak bir sonuca bağlanması artık mümkün...

Anayasal düzene saygının yerleştirilmesi konusunda da “tek parti iktidarı”nın yanlışlarını düzeltecek çoğunluk yeni Meclis'te var. “Anayasa'yı tanımıyorum” diyerek anayasal devlet yetkisi kullananlara gerekli yanıtın verilebilmesi için yeterli çoğunluk yeni Meclis aritmetiğinde mevcut. Temel hak ve özgürlükleri tehdit eden “torba yasa” cinliklerine karşı gerekli “efsun” da Millet aritmetiğinde var.

12 Eylül 2010 Referandumunda vaadedilip de “unutturularak yutturulan” demokratikleşme adımlarının uygulamaya konulması da istenildiğinde gerçekleşebilir. Hukukun üstünlüğü sağlanabilir. Güçler ayrılığından rahatsız olanlar tedavi edilebilir. Seçim barajları kaldırılarak, siyasi partiler yasası değiştirilerek, iktidarların maşası haline getirilmiş anayasal kurumlar Anayasa çizgisine çekilerek, darbe ürünü kurumlar olan Yüksek Öğretim Kurumu ve Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu kaldırılarak darbe hukukuna esaslı bir darbe vurulabilir. “Yurtta sulh, cihanda sulh” sağlanabilir, dış ilişkilerdeki kaos sonlandırılabilir.

Yüz kızartıcı suçlardan malul olup yüzleri kızarmadan yüksek yönetim kademelerinde tutunan siyaset erbabına “ahlak ayarı” getirilebilir. Emeğin sömürüsü yolunda atılmış on yıllık adımların etkilerini giderecek düzenlemeler yapılabilir, emek hırsızlığı önlenebilir.

Toplumun dezavantajlı kesimlerinin durumunu düzeltecek ekonomik, siyasi ve sosyal düzenlemeler hayata geçirilebilir.

Sorumsuz sorumlulara “namus ve şeref yeminlerini çiğneme cesareti veren şartlar” Anayasa ve yasalardan çıkartılarak “namus ve şeref” kavramlarının anlamsızlaştırılması önlenebilir.

Yolsuzluklar üzerine gidilebilir, yoksulluk ile mücadele edilebilir, çağdışı bir azınlığın topluma dayattığı yasaklar kaldırılabilir. Medya kişilerin ve iktidarların hizmetinden çıkarılarak millete hizmet etmesi sağlanabilir. Ticaret hayatı, ekonomik hayat ve mali düzen  ile düzenleyici ve denetleyici kurumlar üzerindeki siyasi ve idari baskıların millete çıkardığı fatura neden olanların önüne konulabilir. Adaletin ve diyanetin güce tapınmadığı bir düzen kurulabilir. Ticarî kaygılarla “kamu imtiyaz sözleşmeleri” ile içi boşaltılan ve sığlaştırılan Devlet sağlıkta, güvenlikte, eğitimde çağdaş normlara ulaştırılabilir.

Bu liste seçim meydanlarında vaat edilenler ile, Avrupa Birliği hedefleriyle, içine düştüğümüz ateş çemberinin gerekleriyle uzatılabilir.

Ülkemiz girdiği “zor seçimden daha zor bir seçim silsilesi” ile karşı karşıyadır. Bu sorunları çözebileceği iddiasıyla vitrine çıkanları “zor seçimler” beklemektedir. Bir tarafta yüzde kırk, diğer tarafta bir araya gelmesi çok olası olmayan bir yüzde altmış görünmektedir. Ancak yaşamda olduğu gibi ülke yönetiminde de ne yapacağımızı seçmekte zorlandığımız durumlar için “akıl ve mantık” ile “uygun çözümler” her zaman vardır. Yeter ki sandıktan çıkanların “sorunları çözmek gibi bir niyetleri” olsun.

Gelişmiş ülkelerde şirketlere yönetici seçilirken “zor seçim” konusundaki yeteneklerini ölçmek için sorulan bir soruya ilişkin öykü ile yazımı noktalamak isterim;

Tek başınıza, gecenin ilerleyen bir saatinde iki kapılı spor arabanızla evinize gitmektesiniz. Arabanız iki kişilik. Hava çok kötü, fırtına var, bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor, şimşekler çakıyor, gök gürültüleri yeri göğü sarsıyor. Biraz ileride otobüs durağında bekleyen üç kişi görüyorsunuz. Biraz yaklaşınca çakan şimşeklerin aydınlığında bekleyenlerden birisini tanıyorsunuz; “geçen yıl geçirdiğiniz kalp krizinde sizi yaşama döndüren doktorunuz”...

İkinci kişi “hasta, ayakta durmakta zorlanan, neredeyse ölmek üzere olan bir yaşlı adam”...
Üçüncü kişi “hayatınızın rüyası, her zaman tanışmak ve birlikte olmak için can attığınız birisi”...
Hava gittikçe kötüleşiyor, yoldan geçen başka araç yok... Gecenin geç bir saati ve bu saatte duraktan otobüs geçme olasılığı yok... Üstelik ve ne yazık ki arabanızda sadece bir kişiye yer var...
Yönetici seçiminde mülakata katılanlara sorulan soru; “Böyle bir durumda ne yapardınız?Soruyu iyice düşünün ve tüm tarafları memnun edecek 'en uygun çözüm'ü bulun...”
Görüşmecilerden bir bölümü “Hasta adamı en yakın hastaneye götürürdüm” demiş...

Bir bölümü “Doktor daha önce hayatımı kurtardığına göre onu arabama alırdım” demiş.

Bir kısım görüşmeci de “Manen düşünürsem tabi ki hasta adamı alırdım fakat kendi
geleceğim ve hayatım için her zaman tanışmak ve birlikte olmak istediğim hayatımın rüyası olan insanı arabama alırdım” diye yanıtlamış bu soruyu...
Burada doğru veya yanlış cevap diye bir şey yok, “zor bir seçim var”... Sadece mülakatı yapanlar “her bir yönetici adayının sorunu algılayışını, ele alışını ve kapsayıcı çözüm yanıtını arıyorlar”...
Bu görüşmelerde yanıtların yüzde doksanı "yaşlı adamı arabama alırdım" olmuş. Ama sadece bir kişiyi işe almışlar.

Bu zor seçimde “tüm tarafları memnun edebilecek en uygun çözüm”; “canınızı emanet ettiğiniz doktorunuza arabanızı teslim edip hasta adamın en yakın hastaneye götürülmesi, sizin de birlikte olmak için can attığınız insan ile bu fırsatı değerlendirmeniz” olarak ortaya çıkmış.

Seçtiklerimiz böyle bir soruya ne yanıt verirler bilemeyiz ama önlerinde duran tüm sorunlara verecekleri yanıt, bulacakları akılcı çözüm ülkemizin, milletimizin, geleceğimizin yönünü tayin edecektir. Meclis aritmetiğinin her sorunu çözdüğü bir Meclis tablosundaki tüm siyasi eğilimler umarım öncelikle “diyalog”, “tartışma” ve “uzlaşma” becerisi göstermeye çalışırlar.

Aksine her durum “yenilen pehlivanın güreşe doymadığı” nice erken seçimler demektir. Sonuçta “akılsız başın cezasını 'ayaklar altına aldıkları millet' çekecektir” ama onun da sandıkta kime nasıl çektireceğini bugünden kestiremezsiniz...