Bulutlu, puslu ağır bir hava çökmüştü Kervan Saray dağlarının üzerine… Yazın kavurucu sıcaklarının can çekiştiği, yerini güzün serinliğine bıraktığı günlerdi. Havada bir ağırlık vardı. O melun günlerden, yıllardan sonra gökyüzünün berraklığı yerini puslanmaya bırakmıştı. Ağır, kesif bir koku vardı; genzi yakan, nefesi tıkayan, ağzın tadını bozan. Kervan Sarayın eteklerine molozlar yığıldıktan, çöplüğe dönüştükten, açgözlü doğa katliamcılarının kirlettiklerinden geriye bu koku kalmıştı havada asılı. Bir de çöle dönüşmüş toprak. Delik deşikti her taraf. Öylece bırakıp gitmişlerdi talancılar. Yalanlarıyla geldiler, her tarafı talan edip bırakıp gittiler. Toprağın altını oydular, üstünü öldürüp gittiler. Altını kasalarına doldurdular, zehrini ömürlük bize bıraktılar.
Adına o zamanlar rant, “sömürge madenciliği” diyorlardı karşı çıkanlar. Küçücük bir gruptu doğa sevdalısı, gelecek kaygısı taşıyan, aydınlık yüzlerdi. Aldırmadı talancılar onlara. Ben de umursamadım. Talancıların büyük ihtiraslarına ulaşamazdım. Ancak küçük ihtiraslarıma kapıldım. Elimdeki; elli dönümlük atalarımdan iki asırlık mirası, toprağımı sattım. Aldatmışlardı, henüz bilmiyordum. Pembe tablolar çiziyorlardı. Yalanlarını utanmaz, arsız prof. Ünvanlı kişilerin raporlarıyla süslemişlerdi. Prof.lardan daha iyi bilecek değildim ki! Ayrıca arkalarında devletin koca bir gücü vardı. Korktum, halen de korkuyorum. Atalarıma ihanet etmekten sakınca görmedim, mecburmuşum gibi. Şimdi ise yıllar sonra utanç beni her gün azar azar tüketiyor. Koca bir ovanın Malya ovasının hayat damarlarının kesilmesinin utancı. Suya hasret kalan insanların yüzlerindeki solgunluğu, bezginliği görmenin utancı. Zaman çabuk geçiyor. Yirmi beş yıl dediğin nedir ki! Dün gibi hatırlıyorum; nefesimin tıkanmadığı, suların kurumadığı, toprağın zehirlenmediği, hayvancılığın bitirilmediği, tarımın can çekişmediği o berrak, yoksul günlerimi. Ebedi yoksulluğun kaderime dönüşmediği o günleri… Çocuklarıma, torunlarıma bıraktığım miras ise; utanç oldu.
Kervan Sarayın doğusundaki köylere bakıyorum; ölüm sessizliği. Her köy ayrı bir matem yaşıyor. Ölü topraklar, viraneye dönmüş çiftlikler, kaybolan yeşil rengi, kuruyan ağaçlar, isimlerini unuttuğum uçan kuşlar, susuzluktan arta kalan can çekişen canlılar, kocaman Seyfe gölünün kuruyan çoraklaşmış hali. Her şey yirmi beş yıl öncesindeki canlılığını yitirmiş ve tükenişini bekliyor.
Zehir tacirleri kasalarına doldurdukları altınlarıyla kayboldular. Onların kötülüklerinin suç ortakları da kayboldular. Yeşil yaprak kokusu, nemli toprak kokusu da kayboldu. Her taraf güz sarısının yoksulluğuna gömüldü. Kokularda kayboldu. Zehirli hava her şeyi, her yeri esaretine aldı. Zehir tacirlerinin kasaları dolarken, onlar semirdikçe Malya ovasında yaşam karardı, köreldi, canlılığını yitirdi. Engin Malya ovası pusla birlikte karardı. Üstünü kaplayan hüzün bulutu havada hep asılı kaldı.
Zehir kusan topraklar. Ölümü sessizce getiren susuzluk ve puslu hava… Ölümün kıyısında yaşarken acıların derinliğiyle sona yaklaşırken, farkında olmadan geçmişteki sessizliğine, umursamazlığına karışan ihtiraslarına, aç gözlülüğüne uzandı. Artık çok geçti. Zaman ne kadar da hızlı akıp gitmişti. Hiç tükenmeyeceğini sandığı zaman, hiç dinmeyen ihtirasları hepsi bitmişti. Daha doğrusu zaman bitirmişti. Güçlükle nefes alıyordu. Almıyordu, oksijen tüpünden almaya çalışıyordu. Çünkü aldığı her nefes zehir yüklüydü. Hırsının zehriydi. Cehaletinin zehriydi. Kirletilmişti yıllar önce, kirliydi.
Yıllar önceydi. Asırlar önce değil, çeyrek asır önceydi. Köyüne, kasabasına kravatlı, takım elbiseli, ciddi duruşlu, tepeden bakan, lüks arabalardan inerken kapıları birileri tarafından açılan mühim adamlar gelmişti. Amerikan filmlerinde gördüğü adamlara benziyorlardı. Fötr şapkaları eksikti, birde asaları. İndikleri arabalardan etrafı küçümseyerek süzüyorlardı. Onları heybetli gördükçe küçülmüştü. Değersiz, sayıdan ibaret, gezegene geliş amacı olmayan kendisini bu adamların karşısında ezik, silik hissetmişti. Onlar mühim adamlardı, kendisi ise bir hiçti… Hiçbir şeyi olmayan, köyünde babasından miras kalan elli dönüm tarlası dışında dikili ağacı olmayan tabiri caizse çulsuzun biriydim. Ömrümde değil bu arabaya binmek, yanından ürkerek, korkarak geçerdim. Hayatım da hep ürküntü, korkuyla geçmemişmiş miydi? Köyüme gelen bu adamlar da kimdi? Neden gelmişlerdi? Sorup soruşturmaya da ürküyordum. Muhtarın evini sormuşlardı, oraya yönelmişlerdi.
Mühim adamların ardından muhtarın evine ulaştım. Burunlarından kıl aldırmaz halde, küçümser biçimde istemeye istemeye içeriye geçtiler. Hoşbeş faslından sonra geliş amaçlarını açıkladılar. Köşeye sinmiş sessizce dinliyordum; Topraklarınızın altı zengin maden yataklarıyla, altında dolu. Bunları çıkarıp hem sizi, hem de ülkeyi zenginleştireceğiz. Ağızlarından bal damlıyordu. İyi laf ediyorlardı. Kendileri için değilmiş bütün çabaları.” Vatanseverlik” nutukları çekiyorlardı. Hepsinin yalan, kendilerinin büyük birer yalancı olduklarını çok sonraları anlayacaktım. Ancak geç kalacaktım. Açgözlü, hırslı, talancı, vurguncu olan bütün para babaları yalanlarını “vatan, bayrak, ezan “ sözleriyle beslerlermiş.
Bir toplumun temel değer olarak parayı ve yüksek kazancı görmesi felaketinin başlangıcıdır. Zenginleşme kutsallaştırılıyorsa ki; paylaşım adil değilse felaket kapıda değil, içinizdedir. Küçük bir grubun zenginleşmesi çoğunluğun yoksullaşması üzerine gerçekleşir. Ve sonrasında toplumsal bütün değer yargılarının yozlaşması, çürümesi oluşur. Devletin gücü küçük grubun zenginleşmesi için kullanılmaya başlarsa ki kapitalizmin özüdür, hukuk ortadan kalkar, kanunlar önündeki eşitliğin hiçbir anlamı ve önemi de kalmaz.
Zehir tacirleri için zenginleşme öncelik olduğundan hiçbir değerin anlamı yoktur. Devlette bu konuda her kolaylığı sağlıyorsa çoğunluğun yoksulluğunun ve doğanın katlının sözü mü olur. Küçük ayrıntı olarak görülen ahalinin hali ise sadece filmlere konu olabilir.
Suyuma, toprağıma, tohumuma, ağacıma, ormanıma, parkıma, mahalleme, köyüme, kentime dokunmayın. Uzak durun. Kötülüklerinizi alın gidin, nereye isterseniz. Uzak durun bizden.