Atalar ne güzel demişler “Müzik ruhun gıdasıdır” diye. İnsanoğlu yaşamında acı, tatlı, gülünç birçok olaylara şahit olmakta, yerine göre bunları müziğe dökmektedir.
Biz Türkler olarak içimizden geçen duygu ve düşünceleri yerine göre türkü, şarkı, gazel, uzun hava gibi sayısız isimlerle anılan havalarla dile getiririz.
Düşünün ki İstanbul’dan şarkılarla yola çıkan bir kişi Ankara’ya yaklaştıkça bunun yerini türküler, Keskin, Kırşehir havalisine girdiğinde türküler bozlaklarla birleşirken Doğu ve Güney doğu Anadolu’ya girince yerini uzun havalara bırakır. Bu şu demek oluyor ki müzikteki havalar insanların yaşam ve ekonomik durumlarına göre şekil alıyor.
Yıllarca süren işgaller, arkası gelmeyen savaşlar, devamında getirdiği yetimler, dullar, sönen ocaklar, savaşta sakat kalanlar, depremler, göçler, yokluklar ve benzeri olumsuzluklar Anadolu insanını bağrı yanık kılmış, içinden geçenleri türküler ve uzun havalarla, bozlaklarla haykırmıştır.
Türkü, şarkı, bozlak, uzun hava gibi müziklerin dallarını söyleyen kişilerde ses güzelliği ve onu körükleyen ciğer çok önemlidir.
Sanatı icra etmeye ses tek başına yeterli olmadığında ek olarak telli, nefesli, yaylı olmak üzere saz, keman mandolin, kemençe, darbuka, tambur, piyano, davul, zurna, klarnet gibi adını sayamayacağımız müzik aletlerine ihtiyaç görülmüştür.
Seslerin kalıcı olmasını sağlamak için yıllarca uğraşan bilim insanları ilk önce gramofonu icat ederler. Zamanla Edison sesleri taş plağa daha sonra da sentetik plaklara kaydetmeyi başarır. Aradan yıllar geçtikçe kendisini yenileyen teknoloji pikap ve plakları, daha sonrasında da teyp ve kasetleri devreye sokarak ses kayıt ve dinlemede yeni bir çığır açarlar. Böylelikle de net ses dinleme imkanı doğmuş olur.
Normal kırk beşlik plaklar arkalı önlü iki eser alırken daha sonra çıkan longpleylere arkalı önlü on adet müzik eser kaydediliyordu. İğne plağın çizgilerinden geçerken zamanla çizilmelere neden oluyor bu da ses güzelliğini yaptığı hışırtılarından dolayı bozuyordu.
Yetmişli yıllarda müzik piyasasında büyük atılımlar olmuş, sanatçılar teknolojinin bu nimetlerinden faydalanarak adlarını piyasada duyurmak suretiyle çoğu meşhur olmuştu.
O yıllarda bir arabesk furyası almış yürümüş, eline mikrofonu geçiren meşhur olmak için çalmadık plak ve kasetçi firmalarının kapısını koymamışlar, hatta karikatürlere konu olmuşlardı
Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur, Müslüm Gürses, Arif Sağ, Hakkı Bulut, Kibariye, Hayri Şahin, Neşe Karaböcek, Esengül, Mine Koşan, Halit Arapoğlu, gibi sanatçılar arabeskte liste baş çekerken Nüri Sesigüzel, Yıldıray Çınar, Neşet Ertaş, İbrahim Tatlıses, Ali Ercan, Yüksel Özkasap, Mahsuni gibileri de Türk halk müziğinde seslerini duyuruyordu. Zeki Müren, Yıldırım Gürses, Suat Sayın, Emel Sayın Şükran Ay, Bülent Ersoy, Nesrin Sipahi, Behiye Aksoy, Türk Sanat Müziğinde sahneleri doldururken Cem Karaca, Edip Akbayram, Erkin Koray, Erol Evgin, Barış Manço, Selda, Ahmet Kaya adlı sanatçılar da o zamanki adı ‘Türk hafif müziği ya da’ aranjman’ olan listenin önünde giden ünlülerdi. Bunların yanında siyasi amaçlı türkü ve Türk hafif müziği dalında önde gelen, plak ve kasetleri satış rekorları kıran sanatçılar vardı.
O yıllarda yurdun her köşesinde plak ve kaset kayıt iş yerleri açılmıştı. İşler hattından fazla iyi gidiyor müşteri siparişlerini yerine getirmede adeta zorlanılıyordu. Kapıdan giren müşteriler çeşitli sanatçıların okuduğu çeşitli parçaların listesini kasete doldurması için bırakıyor bilmem kaç gün sonrasına sıra alıyordu. Genelde oto teypleri için steryo ya da ekolu ses sistemi ile doldurulmuş kasetler önde gelen tercihti.
Ahmet Gönlüaç şehrin kenar mahallelerinin ‘kendileri gibi fakir ya da orta halli insanların bulunduğu’ birisinde ailesiyle hallerine şükrederek geçinip gidiyorlardı. Annesi ara sıra temizliğe giderken babası Raşit Çavuş’da bir okulda hizmetli idi.
Ahmet güç şartlarda liseyi bitirdikten birkaç yıl sonra askere gider, yirmi ay sonrada tezkeresini alıp baba ocağına döner. Arkadaşlarıyla sağda solda gezinse de babanın gizlice cebine koyduğu harçlık ona kaç gün yetecekti ki. Mecburen çalışmak zorundaydı.
Anası Fatma kadın Ahmet ilk oğlu olduğu için bir an önce everip “mürüveti ni görme” derdindedir. Mahallede güzel mi güzel Feride adlı bir kızı gözüne kestirmiş onunla oğlunu baş göz etme telaşına düşmüştür. Durumu bir akşam kocası Hasan Efendiye açar, ondan “işi gücü olmayan adama kim kız verir ki” cevabını alınca ümitleri suya düşen Fatma kadın Ahmet’e meseleyi açacak olsa ondan da babasının vereceği cevabın aynısını alacağı fikrine vararak bundan vazgeçer.
Ahmet’in asker ocağında tanıştığı Ankara’lı Adnan adlı can ciğer bir arkadaşı vardır. Askerden geldikten sonra birbirleriyle irtibatı koparmamışlar, gerek telefonla, gerekse mektuplarla haberleşmişler, olanı biteni birbirlerine haberdar etmede bir sakınca görmemişlerdi.
Adnan bir telefon görüşmesinde Ahmet’e bir akrabaları sayesinde Ankara Gençlik Parkında dolgun maaşlı bir işe girdiğinden bahsetmiş “eğer başın sıkışacak olursa haberleşelim” demişti.
Ahmet günlerce düşündü taşındı en sonun da Adnan’a güç bela telefonla ulaşıp “seni sana seni Allah’a, babamın eline bakmakla, geçici olarak kahvelerde garsonluk yapmakla, ameleliğe gitmekle
bu işler olmuyor, ne olur senden ricam o akrabana söyle beni de orada alsın” derken her şeye aldırmayan, dertlerini içine atarak işi şakaya boğan Ahmet’in adeta gözleri çeşme misaliydi.
Ankara terminalinde buluşan iki can ciğer arkadaş birbirlerine hasretle sarılıp doymamışçasına tekrar bir daha bir daha sarılıyorlardı.
Bir büfeden iki soğuk meşrubat içtikten sonra ağır ağır, laflaya laflaya Gençlik parkının yolunu tuttular. Zaten aradaki mesafe fazla uzak değildi. Parka girdiklerinde zannedersin ki tüm insanlar oraya toplanmış eğleniyorlar gibiydi. Eskilerin tabiri ile “sanki iğne atsan yere düşmez” sanırsın.
Şans mı talih mi her neyse Adnan’ın akrabası yarım saat önce ofisinden bir iş toplantısına katılmak üzere ayrılmıştı. Arkadaşı “Ahmet yarınlar torbaya girmedi ya, bu gün sana Ankara’yı bir güzel gezdirir akşama da bırakmam, evimizde misafir ederim var mı bundan ötesi” dedikten sonra morali biraz bozulan arkadaşını parkta gezdirmeyi teklif etti. Her taraftan şarkılar, türküler duyuluyor, kulakları sağır edecek yükseklikte sesten dolayı insanlar rahatsız oluyordu.
Parkta gezdikten sonra aldıkları buz gibi dondurma külahlarını yalayarak Ulus’taki Atatürk heykeline gelinceye kadar kasetçi dükkanlarından etrafa yayılan ve kulakları tırmalayan yüksek desibelli seslerden dolayı herkes gibi onlar da rahatsız oluyordu. Heykelin üstündeki Anafartalar çarşısından tut ki Modern Çarşı, Konya sokak ve Bent deresindeki kasetçi dükkanlarının diğerlerinden pek farkı yoktu.
Ulusta gezdikten sonra İtfaiye Meydanı oradan Kızılay derken gün akşama yaklaşıyordu. Bu uzun süren gezilerden Ahmet’in morali biraz yerine gelmişti. Küçük Esat’ta da durumda bir değişiklik yoktu. Bant kayıt dükkanlarında müşteriden geçilmezken sanatçıların boy boy resimleri bakanların gözlerini kamaştırıyordu.
Morali düzelen Ahmet in aklına bir muziplik düşmesiyle iki arkadaş bir kasetçi dükkanına girdiler. İçerisi müşteri kaynıyordu. İş yeri sahibi ve çalışanları “Falan sanatçının kaseti çıktı mı, benim kasetimi doldurdunuz mu, boş kaset kaç lira” gibi sorulan soranlara cevap yetiştiremiyorlardı.
İş yerine gireli henüz on dakika olmamıştı ki içerisi birden karardı. Az sonra tekrar lambalar yandı. Bu durum birkaç kez devam etti. O yıllar yurdumuzun her bölgesinde elektrikler günün belirli vakitlerinde ‘kısıtlama amacıyla’ birkaç saatliğine kesiliyor, bu da yetmezmiş gibi arada sırada oluşan arızalardan dolayı elektrikle işi olan esnaflar mağdur oluyordu.
İş yeri sahibi ve çalışanların bu durumdan dolayı suratları yer süpürüyor, öfkeden çatacak adam arıyorlardı. İş yeri sahibi elektriğin gelmesiyle kayıt yapan teybe tekrardan yeni bir kaset sürerken tezgahın öbür tarafında sırasını bekleyen Ahmet’e “buyur kardeşim ne arzu etmiştiniz” diye sordu. O gün Ahmet Ankara’ya gideceğim diye gardrop ta bekleyen giymeye kıyamadığı takım elbisesini giymiş üstelikte boynuna elbisesini açacak renkte boynuna bir de kravat bağlamıştı.
Ahmet işi ağırdan alarak kendisine bir ses sanatçısı süsü verip “Bana mı sordunuz beyefendi”
Adam yarı öfkeli ses tonuyla “Evet size sordum buyurun” Ahmet kravatını düzeltiyormuş gibi yaparak
“ZATI AHMET’İN KASETİ ÇIKTIMI, ONU SORACAKTIMDA”
Şu işin gücün, rezilliğin arasında şu “delinin sorduğu soruya bak” diye kalkıp Ahmet’in yakasına yapışmayı bir an için düşünse de sonradan bundan vazgeçerek sertçe” Bey kardeşim ne bileyim ben, ortalık ben sanatçıyım diyen puştlar ile doldu da”
ERDOĞAN ÇALIŞKAN 14 11 2019 KIRŞEHİR GERÇEK YAŞANMIŞLIKLAR
Öyküleri şahısları küçük düşürmek, mirasçılarını rencide etmek için yazmıyorum.