Yüce Mevla insanoğlunu yaratırken onlar dünyada yaşarken neyin ne olduğunu bilip öğrenmeleri için akıl, fikir vermiş ve demiş ki “Ben her şeyi sizlerin emrine sundum, arayıp bulun…”
İnsanoğlu dünyada yaşamak için her şeyi bilip öğrenmek zorunda olduğu gibi bilmediklerini ve eksikliğini hissettiği şeyleri bir bilene soracak öğrenecek ki yaşam mücadelesinde başarılı olsun.
Bazı kişiler yapı icabı toplumdan geri kalan yönlerini yalanla, dolanla kapatmaya çalışsa da bunun ezikliğini ancak kendi nefsiyle baş başa kalıp mahkeme olduğunda anlar. Yalan bir yerde “ iki kişinin bildiği bir sır “gibidir. Dereden akan suların bir gün çekilip kuruduğunda her şeyin gün yüzüne çıktığı gibi alenen meydana çıkar o zaman kişinin on paralık itibarını iki paraya düşürür. Anlayana...
Yalancının ola ki olursa bir doğrusu ispat edinceye kadar tavşan yamaca geçer, iş işten geçmiş olur, yalancı çobanın durumuna  düşer, yanan mumlarına acır.
Yalan; tatlısı olur ,arkadaş arasında atılsa da ufak tefek kusurdan sayılmaz. Yalanın gemi yok diye fazla savurmaya  gerek yok ama yerine göre seçilecek aday kişilerle avcuların atıp tutmalarına  göz yumulur.
İnsanoğlu ne zaman hayati yönden darda kalır, can elden gideceğine baktı ki pabuç pahalı “ Tanrı günah yazmaz inşallah “diye yalana müracaat eder, bu da kusurdan sayılmaz.
Kırşehir’deki Salman; köylülerince ağalar diye anılan Kadir onbaşının üçü kız altısı oğlan dokuz çocuğundan birisiydi. Ağanın Kadir’in başka kardeşi olmadığından, kız kardeşlerinin de gelin gittiği yerde aç ölse dahi “geleneğe uyup taşınmazları bölmediğinden” dolayı malı-mülkü katlandıkça katlanmıştı. Zengin adamın haliyle işi çok olduğundan bahanesi hazır ya hanımının işlere yetemediğinden dolayı  üstüne bir evlilik daha yapmış, geçim derdi olmadığından dolayı” çiftin ucundan tutarlar” diye bolca çocuk yapmıştı. 
Bu aile varlıktan mıdır, yoksa yapı icabından mıdır insanlara karşı hep tepeden bakmışlar, emir verir vaziyeti olmuşlar, askerlik hariç kimseden emir almamışlardır. Kendilerini bir ağa soyu bildiklerinden dolayı inanları hep küçümsemişler, hakir görmüşler, kişilerde bunların kapısında çalıştıkları için her şeyi içine atmışlar, ister-istenmez zamanla alışır olmuşlardır. Ağalar sülalesinden olan kişilerin bu huylarının yanında varlıklarından dolayı yalana-dolana pek gerek görmemişler, bu da onların iyi yönü olarak kalmıştır. Ama velakin Salman sülalenin tersine kime çekmiş, hangi mayadan mayalanmış bilinmez taaa çocukluğundan beri hep uzanıp yetişemediği şeylerde yalana gereksinim duymuş, aç hırsını onun tatminleriyle doyurma yoluna gitmiş, zamanla köylünün itimatını kaybetse de hiçbiri de onun karşısına çıkıp sen şusun, sen busun diyememiştir.
Çocukluğunda arkadaşlarına köyün içinden geçen ırmaktan “ şu kadar balık tuttum “diye attığı yalanlar gençliğinde yaşına göre başka başka şekillere bürünüp belden aşağı inmiş, zamanla bu yüzden kimi arkadaşının kılına zarar vermiş,küstürmüş,kimilerini bezdirmiş derken çevresi boşalmış, neredeyse yapayalnız kalmıştı.
     Salman aslında yakışıklı mı yakışıklı, uzun boylu, esmer, tuttuğunu un edecek güçte, kızların gıpta ile baktığı birisiydi ama,gel gör ki içindeki aşağılık duygusu bunların hiçbirisine kendisine fark ettirmiyodu. Arkadaş çevresi boşala, boşala, huyu, suyu kendisinden hiçte aşağı kalmayan, hatta artısı olan Rıfkı diye bir arkadaşı kalmıştı. Rıfkı fakir bir ailenin gözü yükseklerde olan bir tek oğluydu. Salman’dan sızgıtlanmak için onun yalanına, dolanına “he-hü” diye tasdik ederek katlanmak zorunda kalıyordu. 
Salman; köylük yerde herkes birbirine akraba olduğu için Rıfkıya “şu kızdan işaret aldım, şu geline ayna tuttum” gibi bire bin katarak attığı yalanları çıplak atarken söylediği kızların, gelinlerin Rıfkı’nın yakını veya akrabası olmamasına özen göstererek isimlendiriyor, bir pot kırmama gayretine giriyordu.
Salman iş görmeyi babasının ona kıymadığından dolayı hiç öğrenmemiş, işin ucundan ağabeyleri tuttuğu için ömrü eli boş tayfası olmakla geçmişti. Askerden sonra atmışlı yılların ortalarına doğru Almanya’ya Türkiye’den işçi alımı başlayınca şehirlisi, köylüsü, kimi turist, kimileri de işçi bulma kanalıyla yollara dökülmüştü. Hiç ihtiyacı olmasa da Salman’da bu kervana katılmış, babasından tedariklediği parayla turist olarak Almanya’nın yoluna düşmüştü. Köyünde ailecek küçük görüp tepeden baktıkları köylülerinin sayesinde bir fabrikada iş bulmakta hem de hayım dedikleri yatacak yeri temininde zorluk çekmemişti. Sabah onlarla kalkıyor onlarla işe gidiyor bu arada sağı-solu da öğreniyor, gözünü de Alman dilberlerinden ayırmıyordu.
Zamanla ayağı yer tuttuktan sonra eski huyunu ele almakta gecikmemişti. Dilin kemiği yok ya yalanın da soğukta üşüyecek, sıcakta yanacak bir şey olmadığına göre ”salla babam salla” ederken hayımdaki köylülerine hoşça vakit geçirdiği zannederek kendisini kandırıyordu. Güya evden her çıkışında bir Alman dilberini ayarlıyor, akşam dönüşte de başka birisiyle sözde tatlı vakitler geçiriyor, kadına olan ihtiyacını karşılamış oluyordu. Yalanlarını savururken bir gözünü de kendisinden yıllar önce Almanya’ya gelen akrabası Tahsin ağbisinden de ayıramıyordu. Ne zamanki Tahsin ağabeyi yüzünü ekşitti hemen yalanı kısa kesiyordu.
Bir Pazar günü şura senin, bura benim öğle vaktine kadar gezdi, karnı çok acıkmştı, koşar adımlarla hayımdan içeri girerken “Arkadaşlar sofra hazır mı, herhalde kan şekerim düştü, açlıktan dizlerimin bağı çözüldü” diye hayıflanırken Tahsin ”oğlum  biz biraz geç kalktık, sen şuradan ağzına bir şeker at da biz de sofrayı hazırlayalım emi yeğenim” diyerek onu yatıştırdı.
Sormuk şekerini emen Salman’ın az sonra gözü açılmıştı. Yalanlara başladığında vakit öğleyi çoktan geçmiş olmasına rağmen sofra bir türlü kurulup önüne gelmiyordu. Gözlerinin önü tekrar açlıktan kararmaya başlamıştı. Dayanamayıp  “Tahsin ağabey sofra …”lafı ağzından yarım kalmıştı. Tahsin “yeğenim daha sofra henüz hazırlanmamış,sen zararı yok bir saat daha  dolaş, inşallah o zamana kadar sofra  da kurulmuş olur…”
Salman hayıma yaklaşırken bulgur pilavının kokusu etrafı sarmıştı bile. Kendisini Tahsin ağabeyi kapıda katşıladı, göz göze geldiklerin de “Salman ne yaptın oğlum niye geciktin” diye usulen sordu.
Yemeğin kokusu Salman’ın aklını başından almıştı, ”sorma be ağabey gezerken bir turnayı, bir iş merkezinin merdiven ayağın altında kıstırdım da …”Tahsin’in aradığı fırsat eline geçmişti.” Yooo yiğenim, madem bu haltı karıştırdın bu halde yıkanman gerek, yıkanmazsan vallahi seni sofraya oturtmam, günah oğlum, pis sofraya oturulur mu, gitte yıkan gel oğlum, yemeğini öyle ye….”
Salman onbeş dakika sonra sofraya geldiğinde arkadaşlarının genirtileri göğe yükseliyor, az önce burcu burcu kokan pilavdan ortada eser gözükmüyordu. Şaşkınlığı diz boyuydu. Hırsla Tahsin’in gırtlağına adeta sarılırcasına “Ağabey pilava ne oldu..” diyebildi. Tahsin’in gözlerinin içi gülüyordu” Oğlum sen banyoda gecikince acıkan arkadaşlarını zapt edemedim de. Sen de bundan sonra nefsine hakim ol, sunulan her ete uzanma“ derken durumu Salman’ın anladığını zannediyordu.