Daha okula başlamamıştım. Evimiz köydeydi. Kırıkkale’de yaşayan ve arada bir köye gelen amcamın getirdiği Hürriyet Gazetesi, sayfalarını göz gezdirdiğim ilk gazeteydi. Gazetenin resimlerine baktıkça resimlerin hareket ettiğini sanıyordum; televizyondaki insanlar hareket ettiğine göre gazetedeki resimler de pekâlâ hareket ediyor olamaz mıydı? Bu yüzden gazete canlı bir varlıktı benim hayalimde; daha ayaklı gazete deyimini duymamıştım, ama gazetedeki insanlar yürüyordu sanki!

Sonra 90’lı yıllar başlamadan hemen önce şehre göçtük.

                Babam yeni yaptırdığı küçücük evinde, bir yandan geçim derdinde, yine de akşam eve geldiğinde gazetesini getiriyordu.  Tercüman Gazetesi ile tanışmam bu sayede oldu. Gazetenin hediye olarak verdiği dört cilt halindeki “Türkler’in Altın Kitabı” eserini hâlâ unutamam. Altın Elbiseli Adamı Tercüman Gazetesi sayesinde bu kitapta tanıdım. Sonraki yıllarda 12-13 yaşlarında iken şehirde tek başıma kahvehaneleri dolaşarak en çok hangi kahvede gazete varsa orada oturuyordum ve tüm gazeteleri okuyordum.

                Lise yıllarında çok şanslıydım. Yatılı okulun kütüphanesine tüm gazeteler gelirdi. Ve onlarca gazete gözümde fırından yeni çıkmış ekmek gibi görünürdü; taze ve sıcak.

                Çalışma hayatımda, ilk işe başladığım zamandan bugüne kadar çoğu zaman gazete aldım. Kâğıdın kokusunu hissetmeden geçirdiğim günler nadirdir. Basılı gazetenin verdiği hazzı aynı gazetenin dijital ortamdaki sayfalarında inanın alamıyorum. Ve ben hâlâ gelişen teknolojiye inat kâğıdı seviyorum. Şimdi bile sevdiğim yazarların beğendiğim yazılarını özenle kesip saklıyorum.

İşyerime ilk işe başladığım yıllarda yaşadığım şehrin tüm mahallî gazeteleri gelirdi. O gazeteler mesainin ilk saatlerinde tüm çalışanlar tarafından okunur, elden ele dolaşırdı.

                Bir tanıdığım, çalıştığım kuruma yıllar önce bir gün elinde “Kırşehir Çiğdem” Gazetesi ile geldi. Biraz sinirliydi. Gazetenin resmi ilân sayfasını açtı ve ilân listesinde kızının ismini gösterdi ve dedi ki: “Benim kızımın kurumunuza bir kuruş dahi borcu yok! Ama ilân listesinde ismi var, bu yanlışlığın düzeltilmesini istiyorum.”

Kayıtlar incelendi ve tanıdığımın haklı olduğu anlaşıldı. Bunu niye anlattım? Bir mahallî gazetenin etki gücünün ne kadar çok olduğunu, okurlarının gazetenin -ilân ve reklâmlar dahil- her satırını okuduklarını anladım.

                Eskiden gazeteler ülke genelinde şimdiki gibi büfelerde, bakkallarda değil, müvezzî denen gazete dağıtıcısı aracılığıyla okura ulaştırılırdı. Bu iş için genelde küçük yaşta çocuklar çalışırdı.

Günlük gazeteler gün içinde iki ayrı zamanda satılırdı: Sabah saatlerinde çıkan gazeteler ve akşam saatlerinde çıkan gazeteler… Müvezzî bağırırdı: “Yazıyor, yazıyor! Beyoğlu’nda işlenen cinayeti yazıyor. Yazıyor, yazıyor, Kırşehir depremini yazıyor.”

                Gazete dağıtan çocuk: İşte gazete okurlarına güncel haberleri haykırarak duyuran binlerce çocuğun sembolleşmiş ifadesinin şekli olan bu resimdeki çocuk geçtiğimiz yıl hayatını kaybeden Hayrettin Baş’tı. Resim 1958 yılına aitti. “Yazıyor, yazıyor!” diyerek dağıtımını yaptığı gazeteler, gün geldi kendisinin ölüm haberini yazdı.

*

                Türkiye’de ilk gazeteler pullu idi, pul yapıştırılırdı. İlk defa olarak “ilâve” basan yani ek veren gazete “Ceride-i Havadis”tir.

*

                Eskiden gazeteler “Filip”ine kadar okunurmuş. Filip Efendi meşhur Tarîk Gazetesinin sahibi idi. İmzasını gazetenin en sonuna atardı. “Filip” ine kadar okumak; gazetede ne var ne yoksa hepsine göz gezdirmek demekti.

                Yine eskiden bir haberin doğruluğunu tespit için gazeteler yazdı, deniliyordu. Şimdi aynı şeyi söyleyebilir miyiz? O zaman son sözü: kara mizahın en zarif kalemi olarak tanımlanan Fransız yazar AlphonseAllais söylesin: “Gazeteler yalnızca gerçeklerle dolu olması halinde sigara kâğıtlarının boyutlarına düşer!”

**

                Kırşehir’in yaşayan köklü gazetesi “Kırşehir Çiğdem”de her Cuma siz değerli okurlara edebi kıymeti olduğunu düşündüğüm, çok fazla tanınmayan, unutulmuş şairlerin şiirlerini yayınlayacağım. Ben bu şiirlere Çınar Gazetesindeki okurlarımın hatırlayacağı üzere Saklı Kalan Şiirler adını verdim.

Bu haftaki ilk Saklı Kalan Şiirimiz Adnan Günay tarafından 1951 yılında yazılmış:

YENİDEN

Bir sabah yeniden uyanmışım

Gökyüzü mavi mi mavi;

Kalbim ilk çarpıntısında

Dünyayı yeniden kucaklamışım.

Yeniden başlamış tohumda ağrı

Toprak cömert mi cömert

Tekmil vücudumda

Yeniden yaşamanın heyecanı.

Gün doğmuş yeniden ışık içinde

Bulutlar dolu mu dolu

Su yürümüş dallara çiçeklere

Canlılar yeniden arzulu.

Yeniden keşfedilmiş beş kıt’a

Yeniden barışmış insanlar

Aşkımız, şarkımız yeniden

Yeniden günlük güneşlik dünya.