İnşaata atılan betonun güzün atılanı daha makbuldür” diyen inşaatın sorumlu mühendisi Ahmet Bey bir yandan kalıpçıları “aman ustalar gözünüzü seveyim biraz acele edin, kar kış basmadan bir an önce şu dördüncü katın kalıbını yetiştirin de işin içinden çıkalım” diye onların sırtını sıvazlarken bir yandan da koca koca demirleri tezgahında elindeki demir makasıyla adeta birer kumaş parçası gibi verilen ölçülere göre kesen Vehbi ustaya laf yetiriyordu.

          Vehbi usta esmer tenli, iri kıyım yapılı bir kişiydi. Bu esmerliğinden dolayı adı zamanla Kara Vehbi’ye çıkmış, ömrü inşaatlarda demircilikle geçmişti. O bunca yıl ne mühendis, ne inşaat sahipleri görmüştü. Onların hal ve hareketleri kendisini ırgalamaz o sadece işine bakardı. O yüzden mühendis Ahmet Beyin konuşmalarına he hü dese de onun aklı fikri dışarının ayazında giydirdiği yün eldivenlere  rağmen bir türlü ısıtamadığı demirin soğuğundan sanki buz kesmiş ellerindeydi.

          Kendisini işine verdiği zaman yaşamış olduğu ortamdan uzaklaşır adeta hayal alemine dalar, doğru dürüst yaşayamadığı o çocukluğu bir sinema şeridi gibi gözünde canlanırdı.

           Fakir bir ailenin üç çocuğundan birisiydi. Vehbi çocukluğunda ele avuca gelmeyen haylaz mı haylaz, zeki olmasına rağmen derslerine hiç çalışmayan, bu yüzden de her iki yılda ancak bir sınıf geçebilen öğrenciydi. Bu yüzden belki okulda okumadığı öğrenci arkadaşı kalmamıştı.

           Babası Selver’in Nuri çiftçi durmakla, amelelikle, bağ bostan bellemekle, yerine göre kır bekçisi, çoban durmakla evini geçindiren köyünün fakirlerinden kendi halinde birisiydi. Oğlu Vehbi’nin bu durumuna çok üzülüyor onunda kendisi gibi amele olmasından korkuyordu. O istiyordu ki oğlu okusun da adam olsun, devletin bir işine girsin. Dedikleri olmuyor, Vehbi ipe sapa gelmiyordu.

           Komşuları demirci Hayrettin şehirde yeni yeni moda olan karkas binaların kalıplarına demir döşüyordu. İşine olan sebatından dolayı zamanla mesleğinde isim yapmış, aranan biri olmuştu, işleri bayağı iyi gidiyordu. Altındaki pikapla köyüne sekiz kilometre mesafeli şehre günlük gidip geliyordu. Oğlunun bunca yalvarıp okşamalarla yola gelmeyeceğini anlayan Selver’in Nuri günün birinde rast geldiği Hayrettin ustaya durumu açar. Hayrettin usta; “atalar okumaya aklı varmayanın sanata iyi çalışır diye sözü var, getir de Vehbi’nin gulağından bi çekiyim bağlım” der.

           O yıllarda köyden şehre yeni yeni taşımacılık başlamıştı, ilk önceleri ustasının pikabıyla işe giden Vehbi sonradan eli para görünce dolmuşlarla işe gidip gelmeye başladı. Almanya işçi alımına başlamıştı, babası Nuri’de bulup buluşturarak biraz da şansının yaver gitmesiyle köylülerinin tabirince ‘Alamancı lar kervanına’ katılmış oldu. Vehbi’nin ailesi için kötü günler artık geride kalmaya yüz tutmuştu. Bıyıkları henüz yeni terlemeye başlayan Vehbi,  ‘gün gelir babam bizi de Almanya’ya götürür’ hevesi ve heyecanıyla yeni içmeye başladığı sigarasını tüttürüyordu.

           Babası dördüncü kez yıllık izine geldiğinde diğer köylüleri gibi heveslenerek satın aldığı gısgıcır bir otomobille gelmişti. Köyün içinde tur atarken, ya da şehre giderken otomobiline binen arkadaşları onun acemice araç kullanmasına bakarak “bu adam taa Alamanya’dan buruya gadar nasıl gelebilmiş” diye hayretlerini belli etmeseler de yerine göre de ‘dost acı söyler’ misali durumu yüzüne söylemede bir sakınca görmüyorlardı.

           Anne ve babası günün birisinde sabahtan Yozgat’a bir akraba ziyaretine yola çıkarlarken Vehbi de onlarla vedalaşıp işe gittiğinde ne bilsin ki bu babasıyla yaptığı en son veda olsun. Çiçekdağı Keklik Ali Köyü rampasını aşağı inerken direksiyon hakimiyetini kaybeden babası trafik kazasında ölmüş, anası ağır yaralanmış, sonrasında da sakat kalmıştı. Vehbi ve kardeşleri için acı günler asıl şimdi başlamıştı, askere gitmesine az bir zaman kala sakat anası ve iki küçük kardeşine bakması için eş dost önderlik yaparak köyün güzel kızlarından daha henüz on beş yaşındaki Gülümser’i eve gelin getirdiler.

           Kara Vehbi hayatına adeta ‘kara perde’ geren bu beklenmedik olaylar karşısında içtiği sigarasının yanında ara sıra şarap ve biradan da teselli bulmaya çalışır oldu. Askerden geldikten sonra başka başka işverenlerin yanında çalışsa da o artık kendi işini kendisi yapmalıydı. Karkas binalar yerini zamanla çok katlılara bırakmış, bu da sektörün genişlemesine yol açmıştı. Şehrin çarşısının kuytu bir yerinde bir iş yeri kiralayarak içini masa ve on kadar sandalyeyle donatıp adresini belirlemiş olduktan sonra “ya nasip” deyip mesleğini yapmaya koyuldu.

           Bulunduğu şehirde o yıllarda inşaatlarda hazır beton daha henüz kullanılmadığı için kalıbın çakılması, demirin döşenmesi, bir önceki atılan betonun günlerce sulanıp kendini çekmesinden dolayı genelde iki ayda ancak bir kat atılıyor, bu yüzden kalıpçı ve demirciler ekibiyle başka inşaatlarda da iş alarak nasiplerini çıkarmaya çalışıyorlardı.

           Demirci ustası Kara Vehbi ehli keyif birisiydi, öyle “hemen zengin olayım, şuyum olsun, buyum olsun, elden eksiğim olmasın” diye hırslanıp kendisini helâk edenlerden değildi. Aza kanaatkâr bir yapısı vardı. Kendisine gelen iş tekliflerini uzun pazarlıklar sonucu kabul eder, ondan sonra ekibini sağlam ve işine sadık kişilerden kurarak vaat edilen günde işini yetiştirip teslim eden bir taşerondu.

           Çoğu ustalar Vehbi ustayla çalışmayı sever, bu yüzden aldığı ücretin yerine göre üçüne beşine pek aldırış etmezlerdi. Vehbi usta işçisinin çıkarını gözetlen, yerine göre bayramda, seyranda onları gönülleyen, yemek vakitlerinde karınlarını ve gözlerini doyuracak çeşitli yiyeceklerle donatılmış sofra hazırlayan, ara sıra çalgıcı abdal ustalarını davet ederek kurduğu çilingir sofralarında ortaya diktiği aslan sütü dolu şişelerle onları müzik ve içkiye doyuran birsiydi.

           İnşaat işleri baharda havaların az buçuk ısınmasıyla başlar, kışın kar ve aşırı soğuklar düşünceye kadar devam ederdi. Aradan geçen yıllar içerisinde Kara Vehbi ustası Hayrettin’i her daim kendisine örnek almış, onun çizgisini takip ederek şehirde isim yapan taşeronlardan biri olmuştu. Köyü bağlık bahçelik bir yerdi, ata yurdu doğup büyüdüğü bu topraklardan ve anılarından ayrılıp şehre göçünü taşımayı hiçbir zaman aklına getirmemişti. Bunda daha çok köye olan sevgisi büyük rol oynuyordu.

           Kışın işleri olmasa da o yine yazıhanesini yılların vermiş olduğu alışkanlıkla açar, temizliğini yaptıktan sonra kömür sobasını yakar, bir kenara oturarak her zamanki gibi eski yaşanmışlıklarını düşünceye daldığında “selamün aleyküm” diyen bir arkadaş sesiyle mazinin derinliklerinden uyanır, bir müddet sonrada içerisi yarenleriyle dolardı.

           Yazıhaneye gelen eli boş taifeleri gelirken elleri boş gelmezler, muhakkak yanlarında getirdikleri aslan sütünü ortadaki masaya dikerlerdi. Kimi ekmek, kimi mezelik için gerekli nevaleyi getirerek ortayı düzenleyip kadehleri tokuşturmaya başlarlardı. Sıcak arkadaş ortamı sıcak yazıhanede çeşitli muhabbetlerle devam ettikten sonra kafalar o biçim olunca oradan ayrılırlardı. Eğer erken vakitte ayrılırlarsa Kara Vehbi birahaneye uğrayıp iki bira içtikten sonra her zaman olduğu gibi köy dolmuşlarına ya da geç ayrıldılarsa yine birahaneden sonra bir arkadaşının otomobiliyle, o da olmazsa kiraladığı bir taksiyle köyündeki evine giderdi.

           Alışıla gelmiş bu ortam havaların sıcak gittiği iş bitimi vakitlerinde kırda, ya da bir arkadaşın bağ evinde, kışında yazıhanesinde aynı sistem devam etse de bu durumlar onun işini aksatmaya engel teşkil etmez sabah işinin başında olurdu. Zamanla kardeşleri yetişip gelmişler, onları everip yurt yuva sahibi yaptıktan sonra evlerini ayırmış, kendi iki oğlu okuyup devlet memuru olmuşlardı. Bu yüzden onun ilerisi için hiç bir endişesi yoktu, ne de olsa artık yaşlanmıştı. Eskisi gibi pek iş takip etmiyordu.

           Çok soğuk geçen bir kış günüydü, her zaman olduğu gibi yazıhanesini açtıktan bir müddet sonra beş altı arkadaşı oraya doluştular. Şu zaman ne acımasızdı, koskoca bir gün ona ve arkadaşlarına sanki on dakika gibi kısa gelmişti. Kara Vehbi ortamın tatlılığına aldanıp içkiyi biraz fazla kaçırmış olmalı ki ayakta dururken biraz sendelediğini, o esmer yüzünün kızardığını ve alnında oluşan hafif terleri aynaya bakmadığı için bilemiyor, göremiyordu. Vakit bayağı geç olmuş dili de hafiften peltekliyordu. Her zaman eve giderken uğradığı birahane aklında bile yoktu. Arkadaşlarının yardımıyla orada bulunan bir arkadaşının otomobili ile köye hareket ettiler.

           Evi köyün it ürümez kervan geçmez ıssız, bahçelik, bağlık bir yerindeydi, kendisini kapıya bırakan arkadaşı otomobilinin kornasına çalarak ona veda edip gittikten bir müddet sonra o da soyunup yatağına girdi. Köylük yerde hayat erken başlar, hanımı Gülümser bütün ev işlerini bitirdikten sonra kahvaltı sofrasını hazırladı. Bir kaç köy gibi onların köyü de şehre yakın olduğu için sözde modernleşmiş, erincek hanımlar yüzünden yufka ekmek yerini somun ekmeğe devretmişti.

           Gülümser kadın her zamanki gibi somun alacaktı, bunun için paraya ihtiyaç vardı, kocası yatakta mışıl mışıl horlayarak uyurken işin garibi giyecekleri askıda yoktu. Kadıncağız evin her tarafını didik didik aramasına rağmen kocasının elbiselerini bulamıyordu ki cebinden ekmek parası alabilsin.

           Kadıncağız az sonra yatak odasına gelip uyuyan kocasına “urbanı nere soyundun heriiiif” diye birkaç kez çağırsa da onu kim duyar, ‘top atılsa’ adamın umurunda bile değildi. Gülümser kadın “bakkaldan bonnuk ekmaa veresiye bari alıyım” diye sokak kapısını açtığında bir de ne görsün, sokakta soyunan kocası Kara Vehbi’nin elbiseleri kapının dış kolunda asılı duruyordu.