Resmen Türkiye’de bir tüketim çılgınlığı yaşanıyor ve bunu önleyecek ne bir eğitim ne de bu eğitimi organize edecek bir birim var, bu sorunun zamanla çok büyük aile krizlerine yol açacağını kimse hesaplamıyor yahut hesaplayamıyor, yalnız herkes kısa ve geçici çözümler üretiyor. Yaşlıları dullaştırarak devletten aylık almayı bir kurnazlık addedip günlük yaşamı kurtarmaya çalışıyor, yaşlılarda hakkın rahmetine kavuşunca, daha önce geniş çevirdiği yaşam havlusunu bir türlü daraltıp aşağıya çekemeyince kredi kartlarına başvurarak çözmeye çalışıyoruz.

Resmen Türkiye’de bir tüketim çılgınlığı yaşanıyor ve bunu önleyecek ne bir eğitim ne de bu eğitimi organize edecek bir birim var, bu sorunun zamanla çok büyük aile krizlerine yol açacağını kimse hesaplamıyor yahut hesaplayamıyor, yalnız herkes kısa ve geçici çözümler üretiyor.
Yaşlıları dullaştırarak devletten aylık almayı bir kurnazlık addedip günlük yaşamı kurtarmaya çalışıyor, yaşlılarda hakkın rahmetine kavuşunca, daha önce geniş çevirdiği yaşam havlusunu bir türlü daraltıp aşağıya çekemeyince kredi kartlarına başvurarak çözmeye çalışıyoruz.
Geçen zaman içerisinde artan gıda maddelerini ve geçim endeksinin yükselişini gelirinin gideriyle arasındaki açığı kapatamayan ailelerde geçimsizlik ve iç huzursuzluklar baş gösterip nihayet boşanmalar başlıyor. Bu durumun mağduru çok, bir ulusun lükse düşkünlüğü ile nasıl dağılıp çöktüğünü tarihler yazar, örnekleri pek çoktur.
Komşunun yeni aldığı evin perdesini görünce kendi perdesinin eskiliğinde veya demode olduğunu düşünerek aşağılık duygusuna kapılıp perde değiştiren.
Başkasının yahut en yakın ve zaten için için kıskandığı ve kızdığı arkadaşının bir araba içinde görülmesi ve akşam olunca, parmağını Şükrü hocanın tembel talebelere uyguladığı taktikle kocanın karşısına geçerek, “yarın kapıda dört tekerli olmaz ise ben babamlardayım” diyerek depremin ilk işaretlerini veren, hayat arkadaşının baskısına dayanamayan, zavallı beyin düştüğü duruma kimseyi düşürmesin.
Parası olmadan, banka kredileriyle lüks ev, lüks bir konutta oturmanın hayalini kuranların mutlu olmasını kim bekleyebilir ki!
Kırşehir’de şöyle bir bakıyorum, adam tek maaşla hem lüks bir ev alıp, lüks eşyalarla döşeyip, maaşının hemen hemen hepsini kredi olarak bankalara ödemek zorunda kalıyor. Ama ne yapsın eşi ve çocukları lüks bir evde yaşamak istiyor!
Sonra adam evin kredisini ödemek zorlanınca, anasına, babasına, akrabalarına başvuruyor, bir süre de onların desteğiyle götürüyor, ya da kredi kartlarıyla o bankadan alıp, öbür bankaya yatırıyor, sonra bir bakmışsın tepe takla oluyor, bankalar ipotek aldığı evine el koyuyor. Zor bir tablo bu.
Oysa insan tek maaşlı ise belli bir süre bir köşe üç-beş kuruş atıp birikim yapsa (gerçi böyle bir dönemde böyle bir birikimi kimse yapamaz ya), sonra kendi bütçesine göre bir ev alsa olmaz mı? Olur ama böyle yapmıyorlar işte. Hemen kısa sürede zengin olmak, lüks içinde yaşamak istiyor insanoğlu nedense!
Kırşehir gibi küçük bir ilde bile yüz metre okula caka olsun diye okul servis araçlarına aylık ödeyen (çocuk yürüyerek gitse de servise verilen para talebenin başka ihtiyaçlarına verilse daha yararlı olmaz mı?) velileri görüyorum. Ne de olsa çocuk illaki 500 metrelik ya da 1 kilometrelik yolu yürümemesi gerekiyor!
Olur mu böyle bir şey! Olmaz tabi!
Bugünkü genç nesillere bakıyorum da bir eli yağda, bir eli balda. Ne derlerse şıp diye alınıyor. Kırşehir’e azıcık bir kar yağsa da okullar tatil edilse diye bekleyen bir gençliği kim yarattı ki!
Bizim çocukluğumuzda böyle miydi? Kar tatili nedir bilmezdik. Yartık, yamalıklı kıyafetler, lastik çizme ile yolları arşınlayan gençlikten servisle okula gidip gelen gençlik…
Kırşehir’de yine bakıyorum da “Gün” adı altında bir araya gelen hanımların yemek yapma zahmetinden kurtulmak için lokantalarda tıkınıp, piknik tüpü yutmuş görünümünden kurtulmak için koşu yollarında ter dökerek, eski sıkletine kavuşmaya çalışması ve yeni ölçülere göre tekrar urba masrafına giren hanımların aile bütçesini nasıl zorladığı herhalde bilinir.
Eskiden kadınlar sadece halı ve kilim dokumada birbirilerine yardım amaçlı bir araya gelir, yapılan el işleriyle aile bütçesine katkı sağlarlardı. Şimdi var mı böyle bir durum Kırşehir’de? Kim, hangi komşu, hangi akraba yardım eder birbirine?
Sabahları pahalı yiyeceklerden kaçınarak hiç olmazsa iki günde bir daha besleyici ve daha ekonomik olan çorba pişirmek, çocukların gelişmesi açısından iyi değil mi? Bilmiyorum kaç anne sabah kalkıp çorba pişirir?
Bunlara pek çok şey eklenebilir. Sabah yenecek ekmeği akşamdan almak hem ekmek tüketimini azalttığı gibi, dinlenmiş ekmek daha besleyici hazmı daha kolay olacağından bazı sindirim rahatsızlıkları yaşanmaz. Bunları denemekte yarar olduğunu yaşayarak göreceksiniz.
Dünyanın hemen hemen yarısını gezdim gördüm, bize Allah’ın verdiği bir lütuf deyim memleketimiz gibi dört mevsimi birden yaşayan başka bir ülke yoktur. Dünyanın hiçbir yerinde dökme karpuz satılan yer görmek zordur.
Dünyanın hiç bir yerinde kantarla sebze satılmıyor, alan bir toplumda yok. Dünyanın hiç bir yerinde torbalarla meyve evlere taşınıp yarısı çöpe atılan bir ülkede yok. Bu nimetlerin kıymetini bilmememiz çöplüklere taşımamız hem israf hem günahtır.
Talebe göre arza sunulan bütün tüketim mallarının fiyatını esasında bizler yükseltiyoruz. Tarladan kilosu 15 kuruşa alınan karpuzun nasıl bir liraya pazarda alıcı bulduğunu kimsenin araştırmayıp, sonra da pazarın pahalılığından şikâyet etmeye kimsenin hakkı olmadığını düşünüyorum.
Beslenmeyi tıkınma olarak düşünen bir toplum olmakta da yine eğitime gerek var. Her konuda eğitime ihtiyacı olan bir toplum olduğumuza şüphe yok, ama kutsal nimet olarak tanıdığımız ekmeğin çöpe atılan kısmı, dünyada açlık çeken küçük bir ülkeyi besleyecek miktarda olması acı bir gerçek.
Ulusça tasarrufu deneyelim, israftan kaçınalım yarından tezi yok diyoruz, ama gel gör ki toplum olarak tasarrufu beceremediğimiz gibi, devlet olarak da hiç bir masraftan vazgeçemiyoruz.
Türkiye’nin şu durumda yiyecekten giyeceğe kadar her şeyi ithal etmek mecburiyetinde kalışı, herhalde bizim yaşamın tiritlerini bilemiyoruz olduğumuz gibi, üretiminde ne olduğunu bilmediğimizdendir.
Bize kim öğretecek, onu da bilemiyoruz. Dünyanın endüstride ve ağır sanayide lideri sayılan bazı ülkeler, temel gıda maddelerini kendisi yetiştiriyor ve ihtiyaç fazlasını da ihraç ederek, kendi çiftçisini destekliyor. Dünyada açlık sembolü olarak gösterilen Afrika ülkeleri bile Türkiye´ye et satmaya kalkıyorsa, ya üretimde ya da tüketimde bir yanlışlık var diye düşünüyorum.
İşte Kırşehir’de bir araştırın bakalım kaç kişi tarlasını ekip dikiyor, üretiyor?
Günden güne maliyetler arttığı için ürettiğinin karşılığını alamadığı için ekim-dikim yapmayanlar da ne yazık ki tüketici olmaya zorlandı, zorlanmaya da devam ediyor.
Oysa Kırşehir tarım ve hayvancılık şehri. Sanayi şehri olmayan, ancak verimli arazilere sahip bir ilde yaşayanlar neden üretmiyor diye kafa yorup gereğini düşünen var mı? Varsa gereğini yapmak ülkeyi idare edenlerin görevi değil mi?
Ama ne gerek var, çiftçi, köylü otursun, çalışmasın, para kazanıp ülke ekonomisine katkıda bulunmadan yan gelip yatsın, biz ona tarlasını ekmese de şöyle bir çerez parası vererek tembelleştirirsek, kışın kömürünü verir, bir poşet gıdayla oyunu alırsak gerisinin ne önemi vardır diyorsak vahim olan budur bence…
Köyde temiz havada mutlu yaşamak varken, verimli arazilerini bırakıp şehre gelenlere bir bakın istersiniz. Bir dokunun bin ah işiteceksiniz.
Oysa yılın bir ayı çalışıp, 11 ayı doğada beslenip, yaşamak varken, şehirde kahve köşelerinde pişpirik oynayarak, kirli hava soluyanlar halinden memnunsa kim ne diyebilir ki!
Üreten değil, tüketen bir toplum olduk işte böyle…
Tembelleşen, dışa bağımlı, üretmeyen bir ülkenin hangi alanda büyüyüp gelişeceğini herkes gibi ben de merak ediyorum.