ali-akdogan
Kırşehir’in tozunu, toprağını seviyoruz. Yaz olsun, kış olsun koşturup geliyoruz.
Geçen yıl geldiğimde akşam evin önüne park ettiğim arabamı ertesi gün memleketimin tozuna toprağına bulanmış bir vaziyette olduğunu gördüm, bizlere böyle bir imkân sağlandığı için mutlu oldum(?). Bu yetmezmiş gibi mahallenin çocukları toza belenmiş araba üzerine kendi isimlerini, lakaplarını ve hissiyatlarını işleme inceliğini göstermişlerdi.
Çocukluk arkadaşım Dedeoğlunun Ali’nin benzinliğine gittim. Arabadan inerken adaşım takıldı bana “Ağa nerede bıraktın arabayı, tozun içinde kalmış” diye. “Sorma arkadaşım, gördüm duygulandım. Belediye de, hükümet de benim Kırşehir’e geleceğimi öğrenmiş, Kırıkkale-Kırşehir il sınırından başlayarak kapının önüne kadar her yerde yol inşaatı, toz toprak hazır etmiş. Tozuna toprağına hasret kaldığım memleketimin, tozunu toprağını her yerde servis ediyor… Allah razı olsun!”
Orhan Baycan da sağlığında, Belediye Başkanlığı yaptığı yılları anlatır, yapılan hizmet nedeniyle karşılaştığı güçlükleri sıralardı. Televizyon yayınları için bir tepeye yansıtıcı koyduğu için mahkemelik olduğundan, o günün şartlarında kaçınılmaz olan bir elektrik kesintisi nedeniyle yedi sülalesinin nasıl kalaylandığına kadar bir dizi olay vardı hafızasında, yıllar, yıllar sonra bile hatırladığı… Bu nedenle hizmet ile ilgili işlerde kusur olabileceğini, bunun da bir dereceye kadar hoşgörü ile karşılanması gerektiğini başlangıçta kabullenenlerdenim.
Ancak, yapıldığı günden bu yana kaç hükümet geçti bilmiyorum, ama gördüğüm, bildiğim Kırşehir-Ankara yolundaki yol inşaatlarının ve de Kırşehir içinde tozun, toprağın bitmediğidir. Bu yapım ve onarım işlerindeki millete ve devlete çıkan maliyetleri görerek bir memuriyet hayatı geçirmiş birisi olarak, bu yap-bozlar ile karşılaştığımız maliyetlerin büyüklüğü nedeniyle, bugün bu yapılanlardaki yanlışlıkları dile getirmeyi bir borç biliyorum.
Kırıkkale’den Kırşehir’e yol boyu, yapılalı iki üç yıl olan duble yollardaki onarımlar ve yenileme çalışmaları nedeniyle, söylenerek geliyoruz. İlginç olanı Kırıkkale-Kırşehir il sınırını, Kırşehir tarafına geçtikten sonra zulüm başlıyor. Yasemin söyleniyor; “Kırıkkale’deki yol, yol da, bizim taraftaki niye tarla yolu? Aynı devlet yapmıyor mu bu yolu, Karayolları aynı Karayolları idaresi değil mi?”
Bakıyorsunuz, Kırıkkale tarafı sıcak asfalt, bizim taraf satıh kaplama. Yol çalışması var, geçen seçim öncesi dökülen asfalt sökülmüş, yenisi yapılmaya çalışılıyor.
Gençlik yıllarımızda “Yol dersi” almışız, yapılanın, yapılmayanın daha fazlasını görüyoruz. Satıh kaplama asfalt türü yol yapım çalışmalarında yapılan servis yollarına dökülen ucuz asfalt türüdür. Kolaycılıktır. Bunu biliyoruz. Asfaltın kalitesi kaplama türü ile birlikte, asfaltlamada kullanılan halkın anlayacağı ifade ile ziftin türü ile ilgilidir. Kalitesiz katran, zift kullanırsanız, kolay erir, güneşi görünce su koyverir, hele satıh kaplamasında kalitesiz malzeme kullanmışsanız, bir kış geçmeden yol delik deşik olur. Bunların üzerine bir de yolda yapmanız gereken alt yapı çalışmasını yapmamışsanız, yani sanat yapılarını, köprüleri, menfezleri yapmamış, ya da usulüne uygun yapmamışsanız, işin kolayına kaçmışsanız, yola serilen malzemeyi günlerce silindirlememişseniz mesela, bunlar daha sonra size fazlası ile iş çıkarır.
İlk tayin yerim Kuzey Kıbrıs idi, Barış Harekâtının hemen sonrası idi. Türkiye’de en iyi asfalt yol, o yıllarda, Temmuzun sıcağını gördü mü pelteleşirdi. Kıbrıs’taki yollar Temmuz sıcağı gölgede kırkbeş derece iken bile taş gibi kaskatı duruyordu. Şaşırmış ve sormuştum. “Asfaltın kalitesi ile ilgili” demişlerdi.
Yolların bu perişan hali ile ilgili en yakın hatıram, bugün karşılaştığımız manzaraların yadırganmaması için öğretici idi. Sanırım 2004 yılının bütçe görüşmeleri idi. Türkiye Büyük Millet Meclisinde seyirci tribünlerinde idik. Milli Savunma Bakanlığı Bütçesinin görüşülmesini beklerken, öncesinde Bayındırlık ve İskan Bakanlığı Bütçesi görüşülüyor idi. Kürsüde zamanın Bayındırlık Bakanı, Bingöl milletvekili Zeki Ergezer beyefendi(?) konuşuyor, eleştirilere yanıt veriyordu; “Bizi arkadaşlar ‘duble yollar’ konusunda eleştiriyor. Yollara stabilize sermişiz, trafiğe açmışız. Evet, açtık, çünkü vatandaş arabası ile giderken bu ham yolları sıkıştıracak, biz tasarruf ediyoruz, bu masrafları yapmıyoruz. Üzerinden bir kış geçsin, bu yol oturur, sıkışır, yaza da biz bu yola asfaltını dökeriz…” gibisinden bir bilgiçlik ile yol üzerine ahkâm kesiyor.
Bu konuşmayı Meclis Tutanaklarında bulabilirsiniz. Ham yolları karayollarının silindirleriyle değil de vatandaşın araçlarıyla sıkıştırmaya çalışma uyanıklığındaki bir vekil, bir bakan. Ne yaptığının farkında değil. O ham yolları kullanan vatandaşın arabasında ne rot-balans ayarı kalıyor, ne hava filtresi, ne stabilizasyon sistemi… Araçlarda oluşacak arızalar için milletin cebinden çıkacakları hesap etmiyor, devletin cebinden bu maliyet çıkmıyor diye kendini savunuyor zavallı bakan!
Türkiye bu kafaya, daha doğrusu kafasızlığa, yıllardır göz yumuyor, bunun üzerine, icraatını böyle gerekçelendiren iktidara iki kez daha ‘evet’ dedi, destek verdi. Bugün çok farklı bir noktada değiliz. Yarın bin bir türlü göz boyama ile gözler bağlanır, yine bu kafaya ‘evet’ denebilir. Çok görmem. Ama “kaliteyi aramıyorsak, kalitesizden başka seçeneğimiz yok” diye kendimizi avutuyorsak, tozu toprağı yutarak daha çok yıllar geçireceğiz demektir.
Sağ olsun Kırşehir Belediyesinin mezarlıklara olan ilgisizliğini, bu gazetede yazmaya başladığım ilk yıllarda dillendirmiş, hatta sadece “Hılla Mezarlığında Gömülü Belediye” diye köşe yazısı konusu değil, Kırşehir Çiğdem’e haber yapmıştık. Bu hafta rahmetli Dedemin, Babaannemin, Amcamın, akrabalarımın ve çocukluk arkadaşım rahmetli Deniz Kalaycıoğlu’nun mezarlarının bulunduğu Aşık Paşa Mezarlığını, Kayınpederim rahmetli Orhan Baycan’ın ve eşimin akrabalarının mezarlarının bulunduğu Hılla Mezarlığını, bu yıl ebediyete uğurladığımız anneannemiz Şaziye Güngör’ün ve eşimin akrabalarının mezarlarının bulunduğu Bağbaşı Mezarlığını ziyaret olanağı buldum. Mezarlıklar konusunda Kırşehir Belediyesinin gösterdiği çaba için takdir ve teşekkür hislerimi bu köşede ifade etmeyi borç biliyorum. Yapılanların korunmasını ve devamını diliyorum.
Yeniden seçilme başarısı gösteren Belediye Başkanı Yaşar Bahçeci’yi kutlarken yinelemekte fayda görüyorum. Başbakan Recep T. Erdoğan’ın ve sonrasında bir çok AKP’li belediyenin uyguladığı “vadi düzenlemesi” konusunu Kırşehir için yeniden düşünsün. Kılıçözü Çayı ve ona akan derelerin oluşturduğu vadileri yeşil alan olarak düzenleyip yamaçlarda yapılanmayı içeren bir imar planı ile Kırşehir Ankara ve çevre illerde yaşayanlara hafta sonu seçeneği haline gelebilir. Karabacak, Çaydeğirmeni, Dinekbağı, Kındam, Değirmenderesi halen betona boğulmamışken, bu alanlarda dinlenme, eğlenme alanları yaratmak olanaksız değil. İkizarası’ndaki, Kuyubaşı’ndaki yeşil dünyayı kaybettik büyük ölçüde, bari kalanlara sahip çıkılsın.
Çok zaman kaybedildi ama Özbağ’dan Dinekbağ’a kadar uzanan yeşil dokuyu yeniden canlandırmak çok da zor değil. Gerçi her yeri betona boğarak bir şehir kimliği yaratılamayacağını Başkan ve ekibi biliyordur mutlaka ama ‘imar rantı’na “Yeşil Kırşehir”i kurban etmemesidir dileğim.
“Tespihin ipi kopmuş, imameye püskül taksan ne olacak” diyeniniz olabilir. “Çıkmadık canda ümit var” diye yazıyorum.
Tozuna toprağına hasret bir ömür geçirdik, bazılarının bizlere ima ettiği gibi “hariçten gazel okuyarak” geçirmeye devam ediyoruz. Gördüğüm odur ki; geleceğini günlük çıkarlara feda etmeye devam eden yöneticiler ile Kırşehir’de yaşayanlara bile beton yığınları arasında “Yeşil Kırşehir”e özlem dolu günler kapıdadır…

***

Düşmanlık
Orta Doğu yine toz duman içinde. Aynı ırka mensup, aynı dinî inancı paylaşan insanların yirmiden fazla devlete bölünmüş olmaları bir yana yirmibirinci yüzyılın ilk çeyreğinde birbirlerini nasıl boğazladıklarına tanık oluyoruz. Bu “düşmanlık” nedendir diye sormadan edemiyor insan? Yirminci yüzyılın sonlarında Doğu Blokunun çökmesinden sonra ortaya çıkan “Yeni Dünya Düzeni” ile birlikte Avrupa’da Yugoslavya’nın parçalanması ile sonuçlanan olaylar dizisi ufak tefek farklılıklarla bugün hemen yanı başımızda bir kez daha sergileniyor. Daha da ürkütücü olanı bu sarsıntılardan Türkiye’nin de etkilenecek olması, hatta bazı konularda kendini kurtaramayacak şekilde bu batağın içine gömülmekte olmasıdır.
Bugüne ışık tutacak benzer olaylardan birisi olarak insan toplulukları arasındaki farklılıkları, eşitsizliklerin nedenlerini, temellerini inceleyen fizyoloji profesörü Jared Diamond’un “Tüfek, Mikrop ve Çelik” adlı eserinden bir bölümü sizlere aktarmak istiyorum.
Yeni Zelanda’nın 500 deniz mili doğusundaki “Chatham Adaları”nda Moriori halkı yüzlerce yıllık bağımsızlığını 1835 yılı Aralık ayında akıl almaz bir vahşet sonucu yitirdi. O yılın 19 Kasımında silahlı, sopalı, baltalı 500 Maori’yi taşıyan bir gemi gelmiş, 5 Aralıkta bunu 400 Maori taşıyan bir başka gemi izlemişti. Maoriler gruplar halinde Moriori yerleşim yerlerine geliyor, Moriorileri esir aldıklarını ilan ediyor, karşı çıkanları öldürüyorlardı. Morioriler örgütlü bir direniş gösterseler Maorileri o zaman yenebilirlerdi çünkü sayıları onlarınkinin iki katıydı. Gelgelelim Moriorilerin ‘anlaşmazlıkları barışçı yöntemlerle çözmek’ gibi bir gelenekleri vardı. Yaptıkları bir meclis toplantısında savaşmama, onun yerine barış, kardeşlik içinde kaynakları paylaşmayı önerme kararı aldılar.
Morioriler henüz bu önerilerini yapamadan Maoriler toplu halde saldırıya geçti. Bunu izleyen birkaç gün içinde yüzlerce Morioriyi öldürdüler pek çoğunu pişirip yediler, geri kalanların hepsini esir aldılar, ileriki birkaç yıl içinde esir ettiklerinin çoğunu da canlarının istediği gibi öldürdüler.
Hayatta kalan bir Moriori şunları hatırlıyor”(Maoriler) bizi koyun gibi boğazlamaya başladılar… Çok korkmuştuk, çalılıkların arasına kaçtık, yerin altındaki oyuklara, düşmanın elinden kurtulmak için nereyi bulursak oraya saklandık. Saklanmanın hiçbir yararı yoktu, bizi bulup öldürüyorlardı, erkek, kadın, çocuk demeden…”
Bu vahşeti gerçekleştiren bir Maori ise şöyle anlatıyordu olanları; “Göreneklerimize göre el koyduk ve herkesi yakaladık. Tek bir kişi bile kaçamadı. Bazıları bizden kaçtı, onları öldürdük, ötekileri de öldürdük. Ne olmuş yani? Bizim göreneğimiz buydu…”
Morioriler ile Maoriler arasındaki bu çatışmanın acı sonunu tahmin etmek hiç de zor değildi. Morioriler avcılıkla ve yiyecek toplamakla geçinen nüfusları az, yalıtılmış bir topluluktu, en basit teknoloji ve silahlarla donatılmışlardı, savaş deneyimleri yoktu, güçlü önderlerden ya da örgütlenmeden yoksundular. Yeni Zelanda’nın Kuzey Adası’ndan gelen Maorilerse sürekli olarak kıyasıya savaşlar yapan, nüfus yoğunlukları fazla olan çiftçi bir toplumun üyeleriydi, daha ileri teknolojileri ve silahları vardı, güçlü önderlerin yönetimleri arasında yaşıyorlardı. Kuşkusuz bu iki toplum karşı karşıya geldiğinde Maoriler Moriorileri öldürecekti, bunun tersi olmayacaktı.
Moriorilerin bu felaketi hem çağdaş dünyada, hem de eski dünyada yaşanmış pek çok felakete benziyor, iyi silahlanmış çok sayıda insanla, iyi silahlanmamış az sayıda insan kapıştığı zaman bu felaketler görülmüştür. Maori-Moriori çatışmasının bizim için aydınlatıcı yanı, “aynı ortak atadan gelen bu iki halkın bin yıldan az bir zaman içinde farklılaşmış olması”dır.
Her ikisi de Polinezya halkıydı. Maoriler, Yeni Zelanda’ya MS 1000 dolaylarında yerleşen Polinezya çiftçilerinin torunlarıydı. Bundan kısa bir süre sonra bu Maoriler’in bir bölümü “Chatham Adaları”na gidip yerleşti ve Moriori oldular. Bu iki grup birbirinden ayrıldıktan sonraki yüzyıllarda birbirine karşıt yönde gelişme gösterdiler, Kuzey Ada Maorileri daha karmaşık, Morioriler daha az karmaşık teknolojilere ve siyasal örgütlenmeye sahip oldu. Morioriler avcılığa ve yiyecek toplayıcılığına döndü, Kuzey Ada Maorileriyse daha yoğun bir şekilde çiftçiliğe.
Bu karşıt yöndeki evrim çizgileri ileride aralarında çıkacak olan çatışmanın yazgısını da belirledi. Moriori ve Maori tarihi, insan topluluklarını çevre koşullarının nasıl etkilediğini ölçen küçük çaplı, kısa, doğal bir deneydir. Chatham Adalarıyla Yeni Zelandanın farklı çevre koşullarının Moriorilerle Maorileri nasıl farklı bir şekilde biçimlendirdiğini görmek kolaydır.
Chatham Adaları’na gelip yerleşen ilk Maoriler çiftçilikle geçinen insanlardı belki, ama geldikleri yerlerdeki tropik bitkileri Chatham’ın soğuk ikliminde yetiştirmek olanaksız olduğu için bunların avcılık ve yiyecek toplayıcılığıyla geçinmekten başka seçenekleri yoktu. Avcı/Yiyecek toplayıcı olarak dağıtmak ya da depolamak üzere fazla ürün üretemediklerinden avcılık yapmayan zanaat uzmanlarını, orduları, bürokratları ve reisleri beslemelerine, ayakta tutmalarına olanak ve gerek yoktu. Avladıkları hayvanlar da foklardan, kabuklu deniz hayvanlarından, yuva yapan deniz kuşlarından, elle ya da sopayla avlanabilen, fazla ileri teknoloji gerektirmeyen balıklardan oluşuyordu.
Ayrıca Chatham Adaları bir oranda küçük ve uzak adalardı, toplam olarak yaklaşık 2000 avcı /yiyecek toplayıcıyı besleyebilecek güçteydi. Gidip yerleşecek başka ada bulamayan Morioriler, Chatham Adaları’nda kalmak ve birbirleriyle iyi geçinmek zorundaydılar. Bunu da savaş denen olguyu tamamen defterden silerek başardılar, nüfus artışından doğabilecek anlaşmazlıkları en aza indirmek için de bazı erkek çocuklarını kısırlaştırıyorlardı. Sonuçta az nüfuslu savaşçı olmayan, basit teknolojiye ve silahlara sahip, güçlü önderlerden ve örgütlenmeden yoksun bir toplum çıktı ortaya.
Bunun tam tersine, Yeni Zelanda’nın kuzeyindeki, daha ılık olan bölgede epeyce büyük bir öbek oluşturan Polinezya Adaları ise tarıma uygundu. Yeni Zelanda da kalan Maoiler nüfusları yüz binin üzerine ulaşıncaya kadar çoğaldılar. Komşu topluluklarla sürekli ve kıyasıya savaşan, yerel olarak nüfus yoğunlukları yüksek toplumlar haline geldiler. Depoladıkları ürün fazlasıyla zanaat erbabı uzmanları, reisleri, yarı zamanlı askerleri besleyebiliyorlardı. Ürün yetiştirmek, savaşmak ve el sanatları için çeşitli el aletlerine gereksinimleri vardı ve bunları geliştirdiler.
Böylece Moriori ve Maori toplumları aynı ortak atadan gelip farklı yönlerde gelişim gösterdi. Sonuçta ortaya çıkan iki toplum birbirlerinin varlığını unuttu ve yüzyıllarca birbirleriyle ilişkileri olmadı, belki de 500 yıl ayrı yaşadılar. Bir gün fok avlamaya çıkan bir Avustralya gemisi Yeni Zelanda’ya giderken Chatham Adaları’na uğradı ve Yeni Zelanda’ya bu adalardan haberlerle döndü. “Balıkları, kabuklu deniz hayvanları çok bol, göllerinde yılan balığı kaynıyor, ‘karaka meyvesi’ (bir tür böğürtlen) istemediğiniz kadar… Epey insan var ama savaştan anlamıyorlar, silahları yok.”
900 Maori’nin Chatham Adaları’na yelken açması için bu haber yeterliydi. Çevre koşullarının ekonomiyi, teknolojiyi, siyasal örgütlenmeyi, savaş becerilerini kısa sürede nasıl etkilediğini bu sonuç çok açık gösteriyor.
Geçen yazımda “dostu sen kazan, düşmanı anan doğurur” deyişinin günümüze gelen bir örneği yukarıdaki alıntı. Toplulukların yaşadıkları coğrafi şartlar üretim yeteneklerini, üretim yetenekleri de sosyal düzenlerini ve gelişmişliklerini belirliyor. Coğrafi şartlardaki farklılıklar aynı anaya, ataya sahip insanları bile ayrıştırıyor, yabancılaştırıyor.
“Kim okurdu, kim yazardı/Bu düğümü kim çözerdi/Koyun kurt ile gezerdi/Akıl başka, fikir başka olmasaydı” demişti halk ozanımız Âşık Veysel. Âşık Veysel’in görmez gözleriyle gördüğü, birçok aydının, aklı evvel siyasetçinin bir türlü görmek istemediği olaylar silsilesi ile karşı karşıyayız.
Evet, akıl başka, fikir başka… Tarım toplumlarının “fıtrat”ında geçimsizlik var. Avcı/toplayıcı olarak kalması düşünülemeyen ancak sanayileşmeden de nasibini alamamış Orta Doğu coğrafyasında bulunan tarım toplumları aynı anadan, atadan da gelse, aynı inanca da sahip olsa, güçsüz gördükleri yapılara ve zenginliklere saldıracaklar, birbirlerini başkalarının çıkarları için kıracak, yok edecekler. Irak’ta da bunlar yaşanıyor. Irak’ın zenginlikleri var, ancak kendisini koruyacak ordusu yok. ABD işgalinde yok edilen ordunun yerine kurulan cılız ve kendi içinde bölünmüş askeri güç Irak’ı ve zenginliklerini korumaktan uzak. Polis gücünün ve özel/paralı güvenlik görevlilerinin ise bu tür çatışma ortamlarındaki yetersizliğini anlatmaya bile gerek yok sanırım.
Dönüp kendimize baktığımızda “gördüğümüz manzara Irak’takinden farklı bir durum göstermiyor” düşüncesinde bulunanlar olabilir. Türk devlet geleneğinin köklü olduğu inancımı en azından “hâlâ” taşımaktayım. Askerlik süresinin kısaltılıp kışlaların neredeyse yaz kampına dönüştürüldüğü, disiplin mevzuatının yumuşatılıp emir komuta ilişkilerinin tartışmalı hale getirildiği, ayrılıkçı bir harekete göz yuman uygulamalar ile bir terör örgütü mensuplarının silahlı eğitiminin kışlalarımızda verildiği izlenimin ortaya çıktığı ülkemizde “Askeri Güç” üzerinde oynanan oyunlara çok geç olmadan “dur” denmesi gerektiği kanısındayım. İktidarın bile sonunda farkına vardığı “kumpas ve kurgu davalar” bir yana son yapılan yasal düzenlemeler ile iş göremez hale getirildiği iddiaları bulunan Türk Ordusu’nun güçlü, göreve hazır ve siyaset dışı kalması gerekliliğini göremeyenlere bugün yaşananların öğreteceği önemli “hayat dersleri” vardır ve olmalıdır.