Başlarken…
Sürgün yıllarında şehrimiz Bekirkadı Mahallesinde yaşamış edebiyatımızın önemli şairlerinden Kırşehir Lisesi Fransızca öğretmeni  İlhan Berk: 
“Yazmak mutsuzluktur, mutlu insan yazmaz.
bu yeryüzünü olduğu gibi görmeme engel olan
ve bana bu yeryüzünü cehennem eden
bu yazmak eyleminden kurtulduğum,
mutlu olduğum bir tek şey var: resim yapmak.” demiş.
Oysa çoğu insanı mutlu eder yazmak. Ben de uzun yıllar yazıp biriktirdiğim şeyleri “Kırşehir Çiğdem” Gazetesinde sizlerle paylaşacağım vakit buldukça.
Teoman Ergül uzun yıllar savcılık yapmış bir değerli hukukçu.  1998 yılında ben Manisa’da çalışırken tanışmıştık. O yıllarda Manisa Barosu Başkanıydı. Aynı zaman birçok kitabı yayımlanan bir yazar. Bir ara CHP ve DSP’den siyasete atılmış. Manisa çevresinde sevilen bir insandı. Babasının memuriyet görevinden dolayı 1950’li yıllarda Kırşehir’de yaşamış. Bu küçük bozkır kenti onda güzel izler bırakmış. Yıllar sonra ise bu anıları yazarak kent tarihimiz açısından önemli anekdotlar bırakmış.
Anılarda adı geçen Dr. Ercüment Alacakaptan şehrimizin ilk dahiliye doktorlardan. Aynı zamanda şiirleri dönemin önemli edebiyat dergilerinde yayımlanmış. Oğlu ünlü oyuncu Ulvi Alacakaptan, kardeşi ise Prof. Dr. Uğur Alacakaptan hukukçu ve Türk siyasetinde önemli bir isim. 
TEOMAN ERGÜL’ÜN KIRŞEHİR ANILARI: 
“Babamın yeni atandığı Kırşehir’de ortaokula başladım. Tepede bir okul vardı. Daha sonraki ziyaretimde küçük, daracık bir tepe olduğunu gördüm, ama o günlerde, tepe üstü bana çok geniş gelirdi. Tatil günleri çıkar orada top oynardık. Öğleleri on kuruşa ekmek ve çemen yer, tek içecek olan beyaz gazoz içerdik. İlk önce Kayseri yolu üzerinde tek katlı bir evde oturduk. Bir ara komşumuz Dr. Ercüment Alacakaptan ile tarih öğretmenimiz idi. Sonra onun karşısında iki katlı bir eve çıktık. Her iki evin de arkasında geniş, bakımsız meyve bahçeleri vardı. Ne kadarı eve dâhildi, bilmek imkânı yoktu, ancak yıkık bahçe duvarları bahçelerin büyük kısmı ile evin ilgisi olmadığını gösteriyordu. Ancak sahipsiz göründüklerinden gece gündüz içinde dolaşabiliyorduk. Kırşehir denince aklıma ilk gelen Müfit (Kurutluoğlu) Hoca olur. Bazen okul dönüşü veya okula giderken de rastlardık, ama Müfit Hoca’nın üzerimizdeki etkinliğinin en önemli göstergesi mahallemizde idi. Yoldan geçerek evine giderdi. Devetüyü paltosu, rugan ayakkabıları ve siyah bastonu ile köşeden göründüğünde hepimiz müfettiş Yılmaz Bey’in köşesindeki çeşmenin önüne dizilir, onun geçmesini beklerdik. Kimimiz selam verirdi. Ama o küçümencik adamın selamı bizim için büyük önem taşırdı. Bu Müfit Hoca, Atatürk’ün Birinci Meclisi’nde Kırşehir milletvekilliği yapmış, Müfit Kurutluoğlu idi. Onun çarşıdan geçişi de aynı seremoni ile olurdu. Avukat olduğunu sonradan öğrendim. O geçerken esnaf aynen bizim gibi ayağa kalkar onu saygı ile selamlardı. Sonradan seveni kadar sevmeyeni olduğunu da öğrendim. Ama ona saygısızlık yapanı hiç görmedim, duymadım. Hatta bir defasında “Müfit Hoca geliyor,” sözü üzerine kavga eden esnafın ayrıldığına bile şahit oldum. Yeni deyimiyle Müfit Hoca benim için tam bir “şehir efsanesi” idi. Kırşehir o yıllarda politika bağlamında çok hareketli günler yaşıyordu. Nitekim 1950 seçiminde CHP, DP ve CKMP birer milletvekili çıkarmıştı. CMKP milletvekili Osman Bölükbaşı idi. Sonraları başka illerde de dinlediğim için onun memleketindeki konuşma tarzı ve niteliğinin farklı olduğu düşüncesindeyim. Seçim kampanyası sırasında onun toplantılarını Kırşehir’de dinlemenin zevki ayrı idi. Ben hiç bilemiyorum, ama babam, babası Ahmet Ağa’nın sofrasını ve etkinliğini anlata anlata bitiremezdi. 1951 yılında, Cumhuriyet Meydanı’ndaki Atatürk heykelinin, Kemal Pilavoğlu adındaki kişinin Ticani diye adlandırılan dini örgütü tarafından parçalanması, Kırşehir’de gençlik ve siyasi parti mitinglerinin yapılmasına neden olmuştu. Yeni heykeli açmaya Cumhurbaşkanı Celal Bayar gelmiş, şiir ve nutuklardan sonra heykelin üzerindeki bayrağı indirmişti. Atatürk ve Cumhuriyet karşıtı eylemlerin, DP döneminde ilki bu olacaktı. Atatürkçüler de yeni bir olay çıkıncaya kadar Kırşehir’i ziyaretgâh yapmışlardı. Babamın hemşerisi, ancak birbirlerinden pek fazla hazzettiklerini sanmadığım, asıl mesleği öğretmenlik olan kitapçı Kemalettin Şenocak anılarım arasında önemli bir yer tutmaktadır. O gelmeden önce kırtasiye ihtiyaçlarımla birlikte kitap isteklerimi de Belediye Başkanı’nın oğlu ve sınıf arkadaşım Erhan’ın ağabeyi Ali Baytok karşılardı. Sonraları Kemalettin Ağabey’in kitapçı dükkânından çıkmaz oldum. Sanırım kiralık kitap da veriyordu. Ama ben hemşerilik hakkımı kullanıyordum, hiç para verdiğimi hatırlamıyorum. Şinasi’den Hüseyin Rahmi’ye, ne bileyim Halit Ziya Uşaklıgil, Mehmet Rauf’a kadar bütün Türk yazarları ile on ciltlik Pardayanlar’ı, üç ciltlik Lükres Borgiya’yı, Madam Bovary’yi, Fransız – Hugo, Balzac vs.- ve Rus klasiklerini –Dostoyevski, Tolstoy, Gorki, Puşkin gibi- ve daha nice kitabı o günlerde okudum. Henüz sol kitaplar furyası başlamadığı için doğu ve batı klasikleri ya da macera kitapları bize yetip de artıyordu. Geceleri elektrik olmadığı için gaz lambası ışığında yatağımda sabahlara kadar okurdum. O çağda bu kadar kitap okumanın yararlı mı yoksa gereksiz mi olduğuna karar veremiyorum. Tek tesellim, “kültürün, unuttuğumuz şeylerden arta kalan olduğuna” dair tanımıdır.
“Kemalettin Ağabey’in de etkisi ile eski yazı öğrenmek istedim. Bana bir alfabe kitabı verdi. Başladım. Babam “Ne yapacaksın, Fransızca öğren,” dedi, engel olmadı ama yardım da etmedi. Annemin yardımıyla bir yere kadar geldim. Ama devam ettiremedim. Pardayanlar’ı okuduğum bir gecenin sabahında yastığım kan içinde uyandım. Burnum kanamıştı. Tamponlar, doktorlar fayda vermedi. Kan durmuyordu. En sonunda Devlet Hastanesi’ne yatırdılar, sonuç alınamayınca damarı dağlayacağız dediler. Yapılacak operasyonu korku içinde beklerken Mucur veya Hacıbektaş’a tayini çıkan büyük dayımın oğlu Dr. Turhan Ağabey ile karısı küçük dayımın kızı Aygün Kırşehir’e gelmişler. Halalarına beni sormuşlar, annem durumu anlatınca, Turhan Ağabey ile Aygün bir faytonla hastaneye geldiler. Muayene etti, doktorlarla konuştu. “Olmaz öyle şey,” diye beni faytona bindirip eve getirdiler. Kalsiyum tedavisi ile sorunu çözdüler. O gün bugün burnumun kanadığını bilmem. Kitap okuma alışkanlığını babam ile birlikte Kemalettin Ağabey’e borçluyum, baskı işlerine yakınlığımı da İsmail Usta’ya. Kırşehir Özel İdare Müdürlüğü Matbaası’nın başmürettibi idi. Uzun boylu, kibar bir zattı. Yaz tatillerinde canım istediği zaman matbaaya iner, mürettipler ve teknisyenler arasında gezerdim.
“Şimdilerde çoğu matbaacının bile anlamakta güçlük çekebileceği deyimlerle anlatacağım işler yapardım. Arada bir İsmail Usta’nın öğrettiği şekilde kumpas tutar, hurufat dizer veya dizilmiş hurufatı kutulara dağıtırdım. Zaman zaman küçük sayfaları bağlamayı da öğretmişti. 1950 seçimlerinin hazırlıkları yapılıyordu. Şimdiki gibi malzemenin merkezi dağıtımı yoktu. Seçim kırtasiyesini özel idare matbaaları basıyordu. Herkes meşguldü. Halkevinin sinemacısı İsmail Usta’ya bir el ilânı için yalvar yakar olmuştu. İsmail Usta direniyor, “Vallahi o işe ayıracak ne adamım, ne zamanım var,” diyip duruyordu. Sonra bir kenarda dikilmiş, birilerini seyreden beni gördü, “Teoman yaparsa yapsın,” deyiverdi. Sinemacıya beceremeyeceğimi söylediysem de İsmail Usta’nın “Ben yardım ederim,” desteğini alınca, işe koyuldum. Filmle ilgili klişelerle güzel bir ilan yazısı “dizdim” önce. Sonra “bağladım”. İsmail Usta gibi üzerine “tıkladım”, “boşluklarını aldım”. “Tekneye” almadan önce İsmail Usta geldi, eliyle yokladı. “Aferin” dedi. Sonra pedallı makineye verip bastı. O günden sonra Halkevi sinemasına bedava giriyordum. Bu benim basım işlerinden ilk kazancım sayılabilir.
Kırşehir Osman Bölükbaşı’nı seçtiği için sonraki yıllarda ilçe yapılınca, matbaa da Nevşehir’e götürülmek istenmiş. İsmail Usta buna direnmiş, matbaa Kırşehir’de kalmış. Benim tanıdığım ilk matbaa etrafındaki bu mücadeleyi, yıllar sonra, TBB’nin Nevşehir’de yaptığı bir genel kurulda armağan edilen bir kitapta okudum.
“Eğitim hayatımda ilk ve tek tokadı, Kırşehir’de, kasadan atlayamadığım için beden eğitimi öğretmeninden yedim. Türk şiirinin önde gelen ismi İlhan Berk’in eşi Edibe Hanım ilk Fransızca öğretmenimdi. İki yıl ondan okudum. Üçüncü sene İlhan Berk geldi derslere (1950–1951 dönemi). Kendisini öğretmen kürsüsünden aşağıda gezinirken, herhangi bir öğrenci ile ilgilenirken hiç hatırlamıyorum. Verdiği metinlerle boğuşan bizleri, “Bu geri zekâlılarla niye uğraşıyorum ki,” edası ile iri, patlak gözleriyle ilgisiz süzerken anımsıyorum. Daha sonra yine bir sürgün olan Cevdet Bey’i Ziya Gökalp Lisesi’nde tanıdığımda, her devrimcinin veya devlet ile çekişen insanın aynı tepkiyi göstermediğini anladım. Tabii o günlerde biz İlhan Berk’in şairliğini, ileride “Türk şiirinin efesi” olabileceğini, hatta Samsun’dan sürgün geldiğini, solcu olması dolayısıyla “mimli” olduğunu bilmiyorduk. Öğretmenimizin davranışlarından algıladığımı yazıyorum. Yıllar sonra bu satırları yazarken ”Rahmetli öğretmenime acaba haksızlık mı ediyorum” duygusuna kapıldım. Ancak ölümü dolayısıyla Sıddık Akbayır’ın Cumhuriyet Kitap’taki (Sayı: 970) “Dokunduğu Her Şey Şiir” başlıklı yazısını okuyunca algılamamın doğruluğunu gördüm. Belleğim beni yanıltmamıştı. 1951 yılında ortaokulu bitirdiğim zaman, pek çok Anadolu kentinde olduğu gibi, Kırşehir’de de lise yoktu. İçişleri Bakanlığı babamın lise olan bir ile atanma isteğine karşı seçenekli bir öneri yaptı: Manisa ve Diyarbakır. Babam sonradan yaşamımda çok önemli bir yer tutacak Manisa yerine Diyarbakır’ı tercih etti. “
Teoman Ergül’ün yaşamından önemli kesitler Kebikeç Dergisinde 2013 yılında yayınlandı. 2015 yılında ise vefat etti. 

Teoman Ergül, (Ortadaki) Kale Ortaokulu’nda öğrenciyken görülüyor