29 Kasım'da aramızdan ayrılan ve yazımızın içinde “BABIÂLİ EFSANELERİ” yazısını okuyacağınız “Milliyet” yazarı HASAN PULUR yazıları nedeniyle birçok kere hâkim önüne çıkmıştı. HASAN PULUR'u bir duruşmasında eski bakan ve ünlü avukatlarımızdan hemşehrimiz SAHİR KURUTLUOĞLU savunmuştu

Bu yazımı bir elinde cep telefonu, bir elinde uzun sigaralı öğrencilerimize bu günlere nasıl gelindiğini anımsatmak için armağan ediyorum.

“Gözü kör olsun şu yoksulluğun” diye atasözü halini almış çok yerinde bir deyim vardır. Ben buna bir de ekleme yapmak istiyorum: Hele bu yoksulluk harp zamanında olursa...
Nedense ben bir yolculuğa çıkacağım geceyi büyük tedirginlik ve kuşku içinde geçiririm. Bu gün bir ailede saate bakmasını bilen her kişinin kolunda bir saat bulunuyor. Ne mutluluktur. Ama ben de yine şu tedirginliği üzerimden atmış değilim. Ya saatı yanlış kurdu isem, ya da ayarlanmasını iyi yapmamışsam gibi bir kuşku içinde kalırım.
Oysa ki anlatacağım devirde öyle her evde değil, mahallede bile saat taşımak büyük bir varlık alâmeti idi. Bir oğlan babası bir eve gidip oğluna kız isteyeceği zaman kız evi saat kordonunun gümüş olup olmadığını bile kız verip vermemek hususundaki kararlarına etkili sayarlardı. “Gümüş saatın kordonu dizini dövüyor, ondan iyisini mi bulacağız!” derlerdi.
Ben lise öğrenimimi Yozgat'ta yaptım. O devirde Kırşehir'de lise yoktu. Türkiye genelinde bölgelere tahsis edilmiş liseli iller vardı. Örneğin Kırşehir'de liseye devam edecek öğrenciler Ankara, Kayseri, ya da Yozgat'a gitmek zorunda idiler. Ama Ankara ile Kayseri liselerine genelde hâli vakti çok iyi zengin çocukları giderlerdi de Yozgat'a daha çok orta hâlli aileler çocuklarını gönderebilirlerdi. Hele benim gibi yoksul birinin lisede okumasına hiç akıl erdiremezlerdi. Çarşıda pazarda birbirlerine göstererek “Şu gideni görüyor musun? İşte, o oğlunu lisede okutuyor!” derlerdi.

İKİNCİ DÜNYA HARBİ'NDE HİTLER GÖZÜNÜ MUSUL'A DİKMİŞTİ

Ben Yozgat'a en azından sekiz-on defa yaya gitmişimdir. Güzün okullar açılınca gider, yazın tatil olunca yine yaya gelirdim. Dedik ya, gözü kör olasıca yoksulluk ile harp yılları üst üste geldi.
Biz dört erkek kardeştik. Kardeşlerimin ikisi ikizlerdi. Biri Aydın Söke'de, öbürü ise İstanbul Hadımköy'de asker idiler. Benim büyüğüm rekâket özürlü, yani kekeme olduğu için sakat sınıfına ayrıldı ve geri hizmetli olarak Kayseri'deki istasyon subaylığı emrine verildi. İlk ikisi evli ve birer de çocuklu idiler. Ben de Yozgat'ta öğrenci... Ve bunların hepsinin bakım ve kollanmaları 65 yaşındaki bir adamın üstündeydi. Yozgat'a yaya gitmeyip de ne yaparsın?
İkinci Dünya Harbi olanca şiddeti ile etrafı kasıp kavuruyor, tabiî Türkiye de bundan çok etkileniyordu. Sabah kalkan herkes rastladığına “Harbe girdik mi?” sorusunu soruyorlardı. Zira Alman Nazi orduları Romanya'da büyük bir yığınak yapmış. Ya bize vuracak, ya da Rusya'ya... Hitler bir yandan zamanın Ankara Büyükelçisi ile İsmet Paşa'ya “Ordularım senin hudutlarına onbeş, en fazla otuz kilometreden fazla yaklaşmayacaktır” şeklinde teminat veriyor, bir yandan da Rusya diktatörü Stalin ile karşılıklı saldırmazlık anlaşması imzalıyordu.
İyi ya, Hitler'in muayyen bir akaryakıt stoku vardı. Bu stok bitmeden bir petrol kaynağına sahip olması gerekirdi. Bunun için de en uygun yerler ya Kafkas petrolleri, ya da Musul petrol bölgeleri idi. Bunu bilen Batılılar daha 1939 Eylûl'ünde harp patlar patlamaz Türkiye'ye kur yapmaya başladılar “Aman, bizimle müttefik ol” diye. Türkiye tam bir birlik ve beraberlik içinde “Millî Şef” olarak adlandırılan İsmet Paşa'nın iradesinde birleşmişti. Hattâ o günlerde bir taş plâk çıkmıştı. Her kahvehanede o plâk çalınıyordu “Tecrübeler görmüş başkanımız var” diye. Batılıların Türkiye'yi kazanmak için 62 ton altını Merkez Bankası'nın surlar içindeki kasalarına karşılıksız olarak verdikleri söylentisi de yayılmıştı. Ayrıca ordunun giyim kuşamını da üstlenmişlerdi. O tarihlerde askerlik yapanlar hatırlarlar İngiltere Başbakanı “Çörçil” ve Amerika Birleşik Devletleri Başkanı “Ruzvelt”in adlarını taşıyan ayakkabılarını. Türkiye tek vücut hâlinde İsmet Paşa'ya bağlanmıştı.

DİNEKBAĞI'NDAN YÜRÜYEREK YOZGAT'A HAREKET EDİYORUM

İşte ben bu ortam içinde Yozgat Lisesi'ne kaydımı yaptırmıştım. Sene 1940, aylardan Eylûl... Yozgat'a bütünleme sınavına gideceğim. Durumum malûm, yaya olarak gitmek zorundayım. Evimiz Dinekbağı'nda, şimdi oturduğum yerde. Yozgat 15 kilometre. Boztepe üzerinden gidilirse yol 100 kilometreye düşer. Serde gençlik var. Ben bu yolu ikibuçuk günde yürüyebilirim. Akşamdan üzüm-ekmekten ibaret olan azığım ile ayakkabı ve kitaplarımı alarak ilk ezan okunurken Dinekbağı'ndan hareket ediyorum. Gideceğim yolun ilk etabı Beşikli köyü, ya da Çiçekdağı olmalı. Yürüyorum, ama bu yürüyüş başka bir yürüyüş. İşte Cacabey Camii, cemaat sabah namazından çıkıyor. Ortalık iyice ağarmış. Selâm sana Âşık Paşa... Ben batıdan, güneş doğudan Kervansaray'ı tırmanıyoruz. Ve Karacaören Gediği'nde selâmlaşıyoruz. Boğazın iki yanında koyun sürüleri... Bereket versin ki yoldan uzaktalar... Köpekler yola kadar koşup bana gelmeyi göze alamazlar. Bu benim için iyi bir şans. Yol çok taşlı, yalın ayakla yürümek büyük bir azap kaynağı, ama buna katlanmak zorundayım. 200 kuruşluk Kayseri postalı ile bir sene idare etmem gerek. Boztepe'nin içinde de köpek bulunur, ama çoban köpekleri kadar tehlikeli olmazlar. Bunlar daha ziyade zağar tiptekilerdir. Hani iyi de taş atarım ha...
Üzüm-ekmekten oluşan azığımı Boztepe'den iyice çıktıktan sonra yemeye kararlıyım. Çünkü akşama kadar onunla idare etmem gerek.
Boztepe ile Uzunpınar arası normal olarak üç saat çeker. Ama ben bunu iki saate indirmek zorundayım. Bir deyim var “Vakit dar, menzil uzak” diye.
Yol ham yol, tam bana göre. Hiç olmazsa toz yol, rahat basabiliyorum. En çok korktuğum yılan ve köpek. O tarihlerde “Çöl” adı üstünde tam bir çöl... Âşıkpaşa Türbesi'ni terk ettiğimden beri saatlerce yürüyorum da bir tek insanoğluna rastlamadım. Nüfus ondörtbuçuk milyon. Genç erkekler askerde. Geriye kalanlar yaşlılar ve kadınlarla çocuklar. Kim köyünden ayrılmayı göze alabilir ki? Onun için tam bir çöl işte...

UZUNPINAR KÖYÜNDE GÖRDÜĞÜM İZZET İKRAM

Çöl'deki köylerin geçimi daha çok davarcılık üstüneydi. Sürü sahipleri sürülerini korumak için çok cesur köpekler beslerlerdi. Öyle ki boyu bir metreyi bulan kurşunî renkli, boynu tortlu (Tort köpekler boğuştuğunda hasmının dişinin boyun kısmına yaklaşıp boğmaması için demircilerin özel olarak yapıp sattıkları uçları sivri ve çengelli kelepçedir) köpekler olurdu. Çobanlar bile böyle köpekleri olan sürü sahiplerine çobanlık yapmayı isterlerdi. Zira her köpek kurtların hakkından gelemez ve çoban sürüyü korumakta zorluk çekerdi.
Çöl'de diz boyu “peri yavşanı” denilen ot büyürdü. Bu otlar her çeşit kuşların ürediği ortam olduğu için de bunlarla beslenen kıraç yılanları bulunurdu. Onun için her her gidişimde bu ikisinden çok korkardım.
Güneş artık iyice batı yönüne kaymıştı. Ama Uzunpınar köyü de gözüktü. Köyün içine girmek köy köpeklerinin üzerime yürümesine sebep olacağından daima ve her seferimde köyün doğu tarafındaki pınarın yanından geçerim. Mevsim gereği pınar başında beş-altı kadın bir şeyler yapıyor, yaşlıca bir erkek de kucağında bir çocukla oturuyordu. Dikkat ettim, yanlarında köpek yok. Kendime göre erkeğe selâm verince adam pek alışık olmadıkları bir bakışla selâmımı aldı ve bana oturmamı işaret etti. Ben “Oturmayım, yarın Yozgat'ta olmam gerek. Talebeyim ve imtihanım var” deyince adam büsbütün tuhaflaştı ve “Hele otur bakayım” diye üstelercesine işaret etti. Buğday yıkayan kadınlardan en genç olana Kürtçe bir şeyler söyledi. Ben bu söylediklerinden bir tek “soğan” kelimesini anladım. Genç kadın koşarcasına köyün yolunu tuttu. Onbeş-yirmi dakika sonra bir dürüm ve bir tas ayran ile döndü. Adamla bir hayli konuştuk. Neden yaya gittiğimi, liseden sonra ne olmak istediğimi sordu ve anlattıklarımı dinlerken bana gıpta ile baktı.
Yağda pişmiş yumurtalı dürüm ile ayranı yedikten sonra ben yine bir talebeye yakışan tavırla teşekkür ettim. Kalkacağım sırada adam yine “Otur” diyerek âmirâne bir işaret etti. Meğer o genç kadın tekrar köye dönmüş ki bana bir de yol azığı olarak yine bir dürüm ile birkaç yeşil soğan sarılı küçük bir çıkı uzattı. Ben tekrar teşekkür ettim. Burada gözümden kaçmayan bir gerçeği belirtmeden geçemeyeceğim. Bulgurluk yıkayan kadınların hepsi de pek perişan giysiler içinde ve derileri kemiklerine yapışmış, ayakları çıplak, topukları yarılmış hâlde idiler.

[caption id="attachment_17978" align="alignnone" width="650"]29 Kasım'da aramızdan ayrılan ve yazımızın içinde “BABIÂLİ EFSANELERİ” yazısını okuyacağınız “Milliyet” yazarı HASAN PULUR yazıları nedeniyle birçok kere hâkim önüne çıkmıştı. HASAN PULUR'u bir duruşmasında eski bakan ve ünlü avukatlarımızdan hemşehrimiz SAHİR KURUTLUOĞLU savunmuştu 29 Kasım'da aramızdan ayrılan ve yazımızın içinde “BABIÂLİ EFSANELERİ” yazısını okuyacağınız “Milliyet” yazarı HASAN PULUR yazıları nedeniyle birçok kere hâkim önüne çıkmıştı. HASAN PULUR'u bir duruşmasında eski bakan ve ünlü avukatlarımızdan hemşehrimiz SAHİR KURUTLUOĞLU savunmuştu[/caption]

 

HASAN PULUR'DAN BABIÂLİ EFSANELERİ

“Kırşehir Çiğdem” okurları bu yazımızı okurken Türk basının duayen kalemi “Milliyet” gazetesi yazarı Hasan Pulur aramızdan ayrılalı onaltıncı gününü doldurmuş olacak. Mümkün olsa da onun için yazılanların hepsini okurlarımıza aktarabilsek...
Yine “Milliyet”ten Abbas Güçlü onu anarken “Bizim meslekten herkes gibi ben de ondan çok şeyler öğrendim. En önemlisi de sabrı” diyor ve şöyle devam ediyor:
“Ne zaman celâllenip kaleme sarılsak 'Hele bir üzerinden 24 saat geçsin' derdi. 'Konuyu yeterince anlayıp dinlemeden, gidişatı görmeden, insanları yeterince tanımadan, en önemlisi de gaza gelmeden hele biraz bekle' derdi. Çoğu zaman da o haklı çıktı.
“İktidarın, gücün, paranın, makamın insanı nasıl değiştirdiğine gazetede, medya ve ülke genelinde o kadar çok şahit olmuştu ki her dokunuşta bin ah işitirdiniz.
“Ona hırçın diyenler niye öyle yazdığını dinlemiş olsalardı eminim ki 'Az bile yazmış' derdi...”
Hasan Pulur gazetecilik mesleğinin kahrını az çekmemişti. Bir dâvada savunmasını Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılışında Kırşehir'i temsil etmiş olan Ahmet Müfit Kurutluoğlu (Müfit Hoca)'nun oğlu, XIII. Dönem Kırşehir Milletvekili, İsmet İnönü hükûmetlerinde Basın-Yayın ve Turizm, Adalet ve İçişleri bakanlıklarında bulunmuş ünlü avukatlarımızdan 30 Aralık 1992'de kaybettiğimiz Sahir Kurutluoğlu yapmıştı.
Hasan Pulur'un 25 Ocak 2015 günlü “Milliyet”teki “Olaylar ve İnsanlar” köşesinde kaleme aldığı “Babıâli Efsaneleri” yazısını her kademedeki gazetecinin ders alacağı nitelikte olması açısından sütunlarımıza alırken bir kere daha aziz ruhunu şâd etmek istedik.

BABIÂLİ EFSANELERİ

Bizim geldiğimiz yıllarda (1950) Babıâli adı son günlerini yaşıyordu.
Giderek bazı gazeteler Babıâli’ye çıktılar, “Yeni İstanbul” gibi.
Sonra sırasıyla “Cağaloğlu” geldi.
Şimdi sanırız o da yavaş yavaş unutuluyor.
O yıllarda “Babıâli” ayrıca oturulan bir mahalleydi de.
Konu komşu vardı.
Her neyse, 1970’li yıllara geçerken Babıâli’de tirajı büyük iki gazete vardı.
Biri Hürriyet, diğeri arkadan gelen Günaydın.
Günaydın’ın kurucusu Haldun Simavi idi.
Rahmetli Sedat Simavi erken yaşta vefat etmiş, Hürriyet Erol Simavi’ye kalmış, Haldun Simavi de Günaydın’ı kurmuştu.
Günaydın hem şekil bakımından, hem de içerik bakımından alışılmamış bir gazete idi, yadırganıyordu.
Diğer gazetelerde tek sütun haber olamayanlar Günaydın’da manşetti.
Üstelik de baskı eskilere benzemiyordu, özellikle renkli baskı vardı.
HALDUN SİMAVİ ZEHİR ZEMBEREK ELEŞTİRİ YAPARDI
Geçenlerde anılarını yayımlayan, “Gazetecilikte Bir Ömür” diyen Nuyan Yiğit Günaydın’da ve Haldun Bey’le çalışmış olmanın ilginç yanlarını anlatır.
Nuyan Yiğit “Cumhuriyet”te 12 yıl çalışmıştı.
Oradan Hürriyet’e geçmiş ve Haldun Simavi’yi tanımıştı.
Gazetede her sabah bir toplantı yapılırdı. Yazı işlerinden ilân servisine kadar...
Toplantının başkanı Haldun Simavi’ydi.
Sağ tarafına gazetenin genel yayın müdürünü, sol tarafa da yeni kurulan haber müdürünü alırdı.
Öncelikle eldeki, çıkmış gazete didik didik taranır, sonra ertesi günün gazetesinin çatısı çatılırdı.
Haldun Simavi her eleştirisine, önerisine “Yavrum” diye başlar, çoğunlukla da zehir zemberek eleştirilerini sıralardı.
Henüz cep telefonları piyasaya çıkmamıştı.
Haberleşme hızında aksamalar oluyordu.
Hem almakta, hem yayımlamakta gecikiliyordu.
Öyle her serviste telefon yoktu.
Haldun Simavi haberi iletmekte zorlananlara sokaklardaki telefon kulübelerini önerirdi.
Elinde haberin varsa, iletilecek telefonun yoksa sokakları dolaşır, yakaladığın boş kulübeden gazeteyi arayabilirdin.
Ama daha telefoto icat edilmemişti, fotoğraf nakletmekte sıkıntı çekiliyordu.

“HERKES YEDEK KALEM ve ÜÇ JETON TAŞIYACAK”

Haldun Simavi ilginç bir patrondu.
Sıkışırsa dizgi makinesinin başına oturur, ârıza varsa tulumunu giyer, rotatif dairesine inerdi.
Bakın, nereden nereye geliyoruz...
Geçenlerde genç bir arkadaş telefon etti: “Sizce Babıâli’nin efsaneleri kimlerdir?”
Biz efsane deyimine pek inanmasak da onun ne demek istediğini anladık.
Alışılmışın dışında patron tiplerini soruyordu.
Bir sabah sabah toplantısında Haldun Bey bütün yazı işleri ve muhabirleri topladı ve: “Herkes ceplerinde ne varsa çıkarıp önüne koysun” dedi.
Herkes ceplerini boşalttı, önüne koydu.
Haldun Bey sanki bir şey arıyordu, cepten çıkanlara dokunup bırakıyordu, teftiş bitince konuştu:
“20 kişisiniz, sadece üçünüz yedek kalem taşıyor, sadece iki kişiden telefon jetonu çıktı. Bundan sonra herkesin cebinde bir yedek kalem, üç telefon jetonu bulunacak.”
Sonra jeton ve kalemin önemini ünlü şarkıcı Frank Sinatra’nın oğlunun kaçırılış olayını örnek vererek anlattı.
Frank Sinatra’nın oğlu kaçırıldığı zaman yanında kalemi olmadığından oto plâka numarasını yazamamış, on sentlik bozuk parası da olmadığı için polise telefon edememişti.
Nuyan Yiğit “Bu patron emri değil, öğüt olduğu için hep çift kalem taşıdım. Telefon jetonlarını da ceplerimden hiç eksik etmedim” diyor.Son günlerinde yazı işlerine kızıp sifonun tokmağını göstermiş, “Sifonu çekerim, sokaktan geçen on kişiyi alıp getiririm, yazı işlerinde gazete çıkarırım” dediği yaygın söylenti ise de doğrulanmamıştır.
Genç arkadaşa dedik ki:
“Eğer efsane arıyorsanız işte böyleleri var.”
Evet, efsane arıyorsanız bu da böyle bir efsanedir.