Uzun bir süredir memleketim Kırşehir’den uzaktayım. Kırşehir özlemim artarak devam ediyor.

Uzun bir süredir memleketim Kırşehir’den uzaktayım. Kırşehir özlemim artarak devam ediyor. En kısa sürede memleketim Kırşehir’e geleceğim. Arkadaşlarımla, dostlarımla hasret gidereceğim. Ayrıca uzun bir süredir işlerimin yoğunluğu nedeniyle gazetemiz “Kırşehir Çiğdem”e yazı da gönderemedim.
Evet, 15 Temmuz’da uçurumun kenarından döndük. TSK'nin içindeki bu hain girişimin sahipleri, yine TSK'nın içindeki dirençle, halkımızın, kurumlarımızın karşı koymasıyla amaçlarına ulaşamadılar. Çıkmasından korktuğumuz “kardeş kavgası” başka bir şekilde tüm uyarılara karşın farklı bir şekilde de olsa pişirildi, taşırıldı, getirildi, önümüze konuldu. Ortadoğu’daki diğer ülkelerde oynanan oyun bize karşı da oynandı. Şükürler olsun, üstesinden gelebildik. Henüz içinde bulunduğumuz hassas dönemin şartları önemini koruyor. Milletimin bir daha bu acıları yaşamaması için herkesin üzerine düşeni kıskanmaksızın yapmasını diliyorum. En azından yetkili, sorumlu olanların sorunlu, takıntılı hallerden ayrılıp önlerindeki işleri “ciddiye almaları” beklentimizdir.
Ama tüm bunları anlayabilmek için içinde yaşadığımız “dünya sistemi” anlaşılması gereken yaşamsal bir konudur. Biraz sabrınızı zorlayarak, Kırşehir'in Ağustos sıcağında, ülkenin ve dünyanın sıcak gündemi ile her gün sarsılırken, biraz gerilerden başlayacağım, içinde bulunduğumuz büyük resmi tanımlamaya çalışacağım.
Fransız İhtilali, sonuçları itibarıyle, sadece Fransa, Avrupa, Batı Dünyası ile sınırlı kalmayan etkiler yaratan bir tarihi olay. Kırşehir Lisesinde okuduğumuz yıllarda Tarih Öğretmenimiz Hasan Yazar'ın işaret ettiği şekilde “özgürlük, eşitlik, adalet, ulusal egemenlik, anayasacılık, insan hakları, milliyetçilik” gibi bir çok çağdaş fikir ve düşünce akımlarına öncülük ederek dünyada imparatorlukların yıkılmasına, ulus devletlerin kurulmasına yol açan bir dizi tarihi olayın da başlangıcı.
Fransa'da bir kişinin mutlak iktidarına karşı çıkışın uzun tarihsel temelleri yıllarca yazıldı, çizildi. Kısaca hatırlatmak gerekirse, “halka baskı, hak ve özgürlüklerin olmadığı bir yaşam, uzun süren savaşların, saray harcamalarının, israfın çürüttüğü maliye, savaşların ve israfın yarattığı ekonomik çöküntünün faturasının halka ödettirilmesi, kilise ve arkasını kiliseye dayayanların devlete egemen olması, çıkarlarını devlet gücünü kullanarak korumaları, İngiltere'de kralın yetkilerini kısıtlayan, denetim altına alan Magna Carta'dan başlayarak gelişen parlamenter ve demokratik uygulamalar, Aydınlanma düşüncesinin yarattığı düşünce ve fikir akımlarının halka ulaştırabilen aydınların varlığı” sayılabilir.
Çoğumuzun aklında kalan ve tüm yaşananların nedenini özetleyen ifade Kralın karısına ait; “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler”... Bugün bu söze koşut “sen harca kredi kartın ödesin” türünde gelişen alışkanlıklarımız. İnsanoğlunun ateşten sonra en can yakan icadı barut, atom bombası değil kanımca, kapitalist sistemin bankalar aracılığıyla cebimize soktuğu hançer; kredi kartları. Gazete haberlerine bakılırsa bankaların karlılık oranı yüzde onbeş yirmilerde ama milletçe bankalara gırtlağımıza kadar borçluyuz. İkinci Dünya Savaşına katılmama becerisini göstererek ekonomimizi, varlıklarımızı, vatanımızı savaşın yıkımlarından kurtarmış iken bu duruma, bugünlere nasıl geldik?
Bazılarına göre ABD'nin “komünizme karşı yeşil kuşak oluşturma” teorisinin figüranı olarak geldik. Din ve ırk tabanlı sivil toplum örgütlenmelerini bu projesi çerçevesinde fonlayarak ABD oyuncağı bir ülke olduk. En güçsüz halimizde “manda ve himaye kabul edilemez” diyerek Dünya Savaşında bile “tarafsız” kalmayı becerdik. Savaş bitti, ABD mandasını kabul anlamına gelen Savunma Ekonomik İşbirliği Anlaşmasını Adnan Menderes imzalayarak onun güdümüne soktu bizi. Sonrası sağ sol kavgalarına kadar götüren bir girdabın içine soktu bizi. Bunda bu tarihten sonra kurulan vakıf, dernek ve hatta siyasi partilerin birilerinin amaçlarına hizmet etsin diye kurulduğunu bugün daha iyi anlıyoruz.
Bazılarına göre 12 Eylül darbesinin en önemli nedeni “24 Ocak Kararları”... Türkiye'yi dünya kapitalist sisteminin kucağına atan bu kararların altında Süleyman Demirel'in imzası olduğu tartışılmaz. Ama arka planda Özal'ın imzasının olmasını getirip 12 Eylül 1980'in despotik yönetimine ve sonrasında bu kararların öncesinde adı çok duyulmamış mimarının, Özal'ın Türkiye sahnesine çıkışını bir emperyalist teoriye bağlayanların haklı olduğu bir çok nokta var.
Bu noktada Immanuel Wallerstein'ın “Modern Dünya Sistemi”ne yönelik tanımlamalarına kulak vermek gerekiyor. Aslında var olan sistem “egemen sermayenin ve finans sisteminin kurduğu dünya düzeni”, sık sık “yeni dünya düzeni” nitelemeleriyle farklılaşmakta olduğu izlenimi verilse de, dünya ticaret sistemi. Dünya kocaman, küresel bir holding, devletler buna bağlı bir anonim şirket gibi algılanıyor bazılarınca... Devletlerin çalışma sistemine baktığınızda sürekli bu holding ve anonim şirket mantığının gereği yapılıyor. Birilerinin ağzından “devletin bir anonim şirket olduğu” iddialarını boş yere duymuyorsunuz.
Sürekli zenginleşen ama bir türlü refaha doymayan sınırlı sayıda insan ile açlığın çeşitli derecelerinde dolaşan büyük halk kitleleri arasında refahtan pay kapma savaşında bir Murphy Kaidesi egemen; “parayı veren kuralı koyuyor, kuralı koyan parayı alıyor”... Nasreddin Hoca'nın bilgeliği ile “parayı veren istediği düdüğü çalıyor”... Tanrıtanımazlıktan daha tehlikeli bir eğilim olduğunu henüz fark edemediğimiz bir kural ve kanun tanımazlık devrini yaşıyoruz. “Kazan-kazan” uyanıklığı ile bütünleşmiş bu sisteme yönelik bölgesel(Osmanlı mirasına çöreklenmiş Arap Ülkelerine yönelik) bir eleştiri cümlesi (tenzih ederim, ukalalık olarak algılanmasın ama) The Economist'te vardı; “We changed one family of thieves for many families of thieves”(Hırsız birçok aile yaratmak için bir hırsızlar ailesini devirdik)... Arap coğrafyasını bir aileden (sanırım kastedilen Osmanlı hanedanı) koparıp onlarca krallığa(yani hırsız aileye) dönüştüren (Mustafa Kemal'in 19 Mayıs 1919'da mücadeleye kalkıştığı) emperyalist sistemin, güncel yutturmaca deyimiyle “modern dünya sistemi”nin bizzat kendisi... Bugün bu coğrafyaya yeniden şekil vermeye kalkışıp, Müslümanı Müslümana boğazlatıp, sonra da kendi yarattığı canavarlar ile mücadele ediyormuş gibi yaparak “tiyatro oynatan” yine kendisi... Bir tür “tarihi emperyalizm uyanıklığı”...
Burada bir parantez açıp “emperyalist sistem”den muradımı belirtmek isterim. Alvin Toffler'in tanımladığı gibi “tüm sanayileşmiş ülkeler emperyalistleşme eğilimi taşırlar.” Yani sanayileşmiş Maocu Çin de, Sovyetler Birliği de, “Hür Dünya”nın önde gelenleri ABD, Japonya, Almanya, Fransa, İngiltere de aklınıza gelen tüm sanayileşmiş ülkeler emperyalisttir. Çünkü sanayileşmiş ülkelerin mutlaka “ucuz emek” alanlarına ulaşma, “hammadde” kaynaklarına el atma ve ürettiklerini tüm “pazar”larda satma ihtiyaçları vardır. Bunu da muhafazakar, liberal ya da radikal veya sosyalist, hatta komünist ya da kapitalist, demokratik ya da anti-demokratik olup olmadıklarına bakmaksızın tüm sanayileşmiş ülkelerin tercih ettiğini görürsünüz. Bu ülkeler ya geçen yüzyılın ilk yarısında “manda” veya “himaye” rejimleri kurarak bu ihtiyaçlarını karşılamışlardır. ABD “manda ve himaye rejimi”nden farklı olarak 19'ncu yüzyıl sonlarından ve kendi kıtasından başlayarak “ikili savunma ve ekonomik işbirliği anlaşmaları” ile ülkelerin pazarlarına girmeyi, emek ve hammadde kaynaklarına el atmayı benimsedi. 20'nci yüzyılın ikinci yarısında sanayileşmiş ülkelerin NATO veya Varşova Paktı gibi “stratejik ittifak anlaşmaları”yla “nüfuz alanları” yarattıklarına tanığız.
Geçen yüzyılın sonundan başlayarak bu yüzyılın modası olan “küreselleşme” emperyalist sistemin bir ihtiyacı idi... Ama bizim gibi ulus devletlerin ihtiyacı gibi sunuldu, pazarlandı, pompalandı. Ulus devlet kavramının zayıflatılıp “millî hassasiyetlerin yok edilmesi”, ulus devletlerin “korumacı politikaları terketmeye zorlanması”nı başardı “cellatlarımız”... Bu ülkeler “özelleştirme”, “devletin ekonomik rolünün azaltılması”, “devletin küçültülmesi” kavramlarının arkasına sığınıp güncel kapitülasyon uygulamaları olan “kamu imtiyazı sözleşmeleri” aracılığıyla hedefledikleri ülkelerde amaçlarına ulaştılar. Bu çözümleme sizlere karmaşık gelse de bugün “yap-işlet-devret” kolaycılığı, “yabancıya mülk satışı” uyanıklığı ve finans çevrelerine borçlanarak “çılgın projeler” gibi bir çok görünüm ile tam da karşınızda durmaktadır. “Emperyalist sistem”den muradım kabaca budur.
Bugün dönen bu çarkın en önemli unsuru finans sistemi, onun da temel dayanağı, bir ekonomistin hoşuma giden tanımı ile “üç kağıt”tır; “para, banka, borsa”dır. İlk ticari bankalar 13'ncü yüzyılda Siena gibi İtalyan şehirlerinde ortaya çıksa da (banka terimi “tezgah” anlamına gelen İtalyanca “banco”dan gelir) bankacılık anlamındaki işler İtalyan tüccarlar ile başlamış değildir. Kökenleri Tapınak Şövalyelerinde yatar. Tapınak Şövalyeleri, ilk Haçlı Seferi'nde karşılaşılan zorluklar ve çıkarılan dersler ışığında, Kudüs'e giden Avrupalı hacıların geçiş yollarını güvence altına almak amacıyla 1096 yılında savaşçı keşişler tarafından kurulmuş bir tarikattı. Tapınak Şövalyeleri kısa sürede önemli Avrupa şehirlerinde örgütlendiler ve Haçlı devletlerini birbirine bağlayan ana yollar üzerindeki bir dizi kaleyi ele geçirdiler. Tapınak Şövalyeleri mallarını herhangi bir yerdeki şubelerine(?) emanet eden insanlara mallarının altın değeri karşılığında bir belge vererek, bu belgeyi ibraz ettikleri başka bir tapınak merkezinden karşılığını alabilmelerini sağladılar.
Bu durum insanlara yük taşımadan çabucak seyahat etmeleri, mallarının, paralarının yol boyunca çalınmaması ve gittikleri her yerde ihtiyaç duyacakları şeyleri satın alabilmeleri olanağı sağlamıştı. Bunun karşılığında insanlar kendi altınlarından ufak bir yüzdeyi hizmet karşılığı Tapınak Şövalyelerine ödüyorlardı. Tapınakçılar Haçlı Seferlerinin en parlak dönemleri boyunca müthiş zenginleşti. Haçlı devletlerinin ayakta kalması için hayati önem taşıdıklarından Papa kendilerine işlerini görmeleri konusunda ayrıcalıklar bahşetti. Bu sayede hiç kimseye hiçbir şekilde hesap vermediler. Haçlı Seferleri başarısız oldukça ve sönmeye yüz tuttukça yöneticiler el süremedikleri büyük bir zenginliğe ulaşmış ve güç olmuş Tapınak Şövalyelerinden rahatsızlık duydular. Sonunda Fransa'da Kilise ve Devlet anlaşarak Tapınak Şövalyelerine karşı birleşti ve 1314 yılında onları sapkın bir mezhebe bağlılık ile suçlayarak yok ettiler, mal varlıklarına el koydular. Dünün tapınak şövalyeleri bugün bizim coğrafyada klikleşmiş dini gruplanmalar olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bankacılık İtalya'da özel şahıslar tarafından yaşatılıp geliştirildi, anca bu alandaki temel fikir, Tapınakçılar döneminden 19'ncu yüzyıldaki Rotschilds'a gelene dek değişmeden kaldı. Rotschild ailesi uluslar arası yatırım bankası fikrini geliştirdi, kendi fonlarını barış ve refahın olduğu herhangi bir yere transfer ederek ve böylece koşullar ne olursa olsun yatırımları sayesinde yüksek faizin keyfini çıkararak Avrupa'nın en işlek şehirlerinde yapılandılar. Girişimin esası borç para vererek hükumetlerin önemli girişimlerine kaynak sağlarken kendi özel girişimlerini etkinleştiriyorlardı.
Aslında bugün de “üç kağıdın önemli bir ayağı” olarak benzer bir işlevi devam ettirdiği söylenebilir.
Kredi kartları ile yazımıza giriş yapmıştık. Çağımızın önemli bir bankacılık ürünü olan kredi kartları, diğer bir deyimle “plastik para” yönetici-bankacı işbirliğinin en önemli göstergesidir. Örneğin kredi kartlarına uygulanacak borç faizini bizlerin seçtiği yöneticiler belirler, bankalar bu faizi uygular. Gelin görün ki bizlerin seçtikleri Merkez Bankası yöneticilerini faiz oranlarını düşürmesi yönünde teşvik ederken (ki Merkez Bankasının müşterileri bankalardır) bankaların kredi kartlarına uygulayacağı faiz oranını düşürmezler. Bu faiz oranının bugün yüzde 25'lerde olması durumu yeterli açıklıkta ortaya koymaktadır. Bu durum hepimize emperyalist sistemin yarattığı, yaratacağı faturayı özetlemektedir.
Emperyalist sistemin ortaya çıkaracağı tatsız, tutsuz, hatta zehir, zemberek faturayı ödeyecek olan geniş halk kitlelerinin bu oyunda sessizleştirilmesi gerekmektedir, elbette. Bunu sağlamak için öncelikle devlet çarkının, yani yasama, yürütme ve yargının kesintisiz ve tartışmasız kontrolü bir şekilde ele geçirilmelidir. Bu hem kaynakların yönlendirilmesi, hem de muhalif tepkilerin sindirilmesi için gereklidir ama yeterli değildir. Antik çağlardan bu yana olduğu gibi “mübarek veya kutsal din ve değerler” kremasıyla yönetimlere tanrısal bir otorite vermek kaçınılmaz bir sonuçtur, doğuda da, batıda da. Bu nedenle hakim inanç sistemini cilalayacak uygulamaları görürsünüz her yerde. Fransız İhtilali sonrasında bulunmuş “milliyetçilik” damarıyla birlikte kullanılır din zokası, çoğu zaman. Firavunların nasıl firavunlaştığı anlatılarak emperyalist sistemi eleştiren peygamberler çoktur ama bugünün dünyasında emperyalist sistemi eleştiren bir din adamı bulamazsınız bu nedenle. Kısacası emperyalist sistem yiyeceği bir salkım üzümü, sapından tutmak istemektedir.
Durumu, yani faturanın kendisine çıkarıldığını fark edenler yine de olacaktır. Onların tansiyonunu düşürmek için mantıklı masallar anlatılmalıdır; yapılan harcamaların cebimizden beş kuruş çıkmadan yapıldığı ve hatta bedavaya getirildiği algısı pompalanır örneğin. Sanal düşmanlar ile toplum ürkütülür, korkutulur, sindirilir. Medya bombardımanlarının, teknolojinin getirdiği “tatlı hayat” geniş kitleleri uyuşturur. Mezar sessizliğinde, ölü tepkisizliğinde ve yaşama emareleri gittikçe zayıflayarak yaşamaya alıştırılır insanlar. Artık bayrak önemli değildir, vatan önemli değildir, bayram önemli değildir, şehitler önemli değildir, gaziler hatırlanmaz bile. Bu oyunun kurbanları haline getirildiklerini fark etmeden başına gelecekleri kabule hazırlanırlar. “Vatansız, Milletsiz, Devletsiz İslam” teması bir çok yerde karşınıza çıktı, belki fark etmediniz... Bana “Sovyetler Birliği dağıldı, Silahlı Kuvvetlere, jakoben bürokratlara ihtiyacımız yok” diyen devletin(?) Abant Toplantıları müdavimi valisi idi ve açıktan devleti korumasız bırakmaya soyunmuştu. Siyasilerden gazetecilere, akademisyenlerden medyatik maymunlara kadar bir dizi isim sayılabilir, toplumun manevi değerlerini kalkan yapıp milli değerlerine savaş açmış bir çok “akil” adam örnek gösterilebilir.
Bu acımasız döngüyü şöyle anlatıyor bir Afrikalı yönetici; “Onlar geldiğinde ellerinde İncil, bizim elimizde topraklarımız vardı. Bugün bizim elimizde İncil onların elinde dün bizim olan topraklar var. Kendi topraklarımızda inançlı köleleriz...”
Umarım birileri dini siyasete, siyaseti dine bulaştırmaktan tez zamanda vaz geçer, “cellatlarımız” için en kullanışlı vasıtayı onların ellerinden alır. Bizleri yönetenler, şeytani düzenin “tapınak şövalyeleri” olan terör örgütlerinden ve oluşumlarından milletimizi korurlar. Güzel vatanımızı Suriye'ye çevirmeye çalışılmasından, yüce dinimizi insanlık düşmanı terör örgütlerinin kalkanı yapılmasından bizleri, yüce milletimizi, aziz vatanımızı ve kutsal değerlerimizi kurtarırlar... Halkımız bugüne kadar olduğu gibi bugünden sonra da dini hassasiyetlerini, dinini kullanmaya kalkanlara karşı durarak da gösterir.
Aksi takdirde “bizim elimizde kutsal bir kitap, onların elinde bizim vatanımız, topraklarımız olacak, kendi topraklarımızda 'inançlı köleler' olacağız”...
Bu konu “ciddiye alınmaz ise” biz bir böceğin kemirdiği ağacı yok edebileceğini, ama yeni bir ağaç üretemeyeceğini anlayacağız ama atı alan Üsküdar'a geçmiş olacak...