Onu çok özlüyorum. En çokta güz akşamları yürüdüğümüz Salıncak Sahili yolunda söylediği yalanları. Yalanları da güzeldi. Yalan olduğunu bile bile ırmakların sesini dinler gibi dinlerdim onu. Hiç bozuntuya vermezdim. Hep konuşsun, hep anlatsın, hiç susmasın isterdim. Ne yalan söyleyeyim onu dinlerken mutlu oluyordum. Şiir gibi, türkü gibi, aşk gibi konuşuyordu. Öyküler anlatıyordu, masallar anlatıyordu ama içinde hep biz vardık, ikimiz vardık, bize ait bir dünya vardı; cennet vardı; cennetin yamaçları, gül tarlaları, çoban çeşmeleri, kuş, rüzgâr, dağ sesi vardı. Daha doğrusu neler yoktu ki o yalanların içinde!
El ele tutuşup kırlarda gezerdik çoğu zaman. Durmadan koşardık, durmadan kanatlanırdık al yanaklarda biriken tebessümlerle. Serin serin suların başında mola verirdik. Avuçlarımızla birbirimize su atardık. O bana, ben ona su atardım gülücükler arasında. Sonra tekrar kanatlanırdık. At kişnemeleri, koyun kuzu melemeleri, kır-bayır sefaları, çayır çimen doğallığı derken pastoral bir dünyanın kapısı aralanırdı bize.
Şehirde evimiz, kırda kulübemiz, güney şehirlerinin birinde yazlığımız ve bir de dağ eteklerinden toplayıp kuruttuğumuz papatya kokulu hayallerimiz vardı. Canımızın istediği yerde sabahlayacaktık, canımızın istediği gezegene uçacaktık, kime ne? Dört mevsim, yirmi dört saat hatta yedi kıta bizimdi.
Faytonla gezecektik çoğu zaman. Öyle hizmetçimiz, öteberimizi taşıyanımız olmayacaktı yanı başımızda. Biz, bize kalacaktık, biz bize olacaktık. Yorgunluk kahvesini birbirimizin yanaklarında biriken tebessümlerden içecektik. Ben şiir okurdum, o türkü; ben yazdan söz ederdim o kıştan; ben yeryüzü olurdum o gökyüzü; ben Cemal Süreya'dan fasıl açardım o Tomris Uyar’dan söz ederdi; ben dil olurdum o dudak; ben yastık olurdum o yorgan; ben gece olurdum o gündüz; ben Mecnun olurdum o Leyla, yaşayıp giderdik usulca.
Ah ah ne güzel hayallerdi! Keşke hep böyle kalsaydı! Ama bir gün ansızın ortadan kayboldu. Bir daha hiç gelmedi. O her zaman buluştuğumuz sahil yoluna gide gele saçlarım ağardı. Kar kış demeden birçok mevsim dolandım durdum oralarda. Birçok güneşin batışına, ayın doğuşuna, yıldızların kayboluşuna şahit oldum oturduğum o bankların üstünde ama o bir daha hiç gelmedi. Ne o geldi, ne de ben beklemekten vazgeçtim.
Böyle bir şeydir işte aşk; vazgeçememenin adıdır. Gelmeyen bir sevgiliyi gelecekmiş gibi her doğan günle beraber yeniden beklemek, beklerken de ümidini kaybetmemektir.
Sonra ne oldu biliyor musunuz? Söylemesem nerden bileceksiniz? Gene onun hayaliyle gönlümü avuttuğum bir haziran akşamıydı. Zeytinburnu-Kazlı çeşme sahil yolunda, Yedi Kule Zindanlarının tam karşısında, bulabildiğim minik taşları denize doğru fırlatıyordum. Akıp giden zamanın farkında değildim. Arkamdan gelen bir hıçkırık sesiyle kendime geldim.
"Kahretsin yine gelmedi, yine gelmeyecek!" diyen bir ses. Hiçte yabancısı değildim bu sesin. Dilimde dudağımda kuruttuğum bir cümleydi duyduğum. Yanına yaklaştım, yavaş bir ses tonuyla: "Kim gelmeyecek?" dedim. Önce bir iki yutkundu sonra da başını kaldırıp gözlerimin taaa içine baktı:
“Yalan makinesi aşkım!” dedi.
"Süeda mı?" dedim boğazıma biriken hıçkırıklarla.
"Evet, ama sen nerden biliyorsun Süeda’yı?" dedi yüzüne yayılan kocaman bir şaşkınlıkla.
Süeda diye biri yoktur çünkü o kafanda uydurduğun bir ütopyadır ama sen gene de aramaktan vazgeçme çünkü bulanlar mutlaka arayanlardır.