Neviye halam Ankara’da oturur, ağaçlar çiçeğe durduğunda Kırşehir’deki bağ evini, Bekirkadı’daki “şaarevi(şehir evi)”ni şeneltirdi. Onun sevecenliğinde biraz annemi, babamı, çoklukla da babaannemi bulurdum. Okullar tatil olduğunda başlayan yaz döneminde, kavak dallarıyla tozuttuğumuz Çaydeğirmeni’nde, Karabacak sokağında, gün boyu defalarca ıslanıp kuruduğumuz sularda geçen sapsarı sıcağın kavurduğu gündüzleri neşe doluydu. O uzun, gaz lambalarına mahkûm, ibibiklerin, baykuşların garip çığlıklarıyla, ırmağın serinliğiyle bezeli geceleri de masalsı düşler gibiydi. 
Halamın bağ evi iki katlıydı. İki göz odalı bağ evinin alt katında mutfak, kiler, üst katında gündüz oturma, gece yatak odası olarak kullanılan iki oda ve bu odaların açıldığı, katlanabilir merdivenle çıkılan bir balkon vardı. Akşam yatma zamanı kavaklığa açılan bahçe kapısı da, sokağa açılan kapı da kilitlenir, merdiven, bir koruma önlemi olarak, katlanır, balkona doğru çekilirdi.
O yıl halamın büyük oğlu Yücel ağabey de Kırşehir’deydi. Jeoloji mühendisiydi, Almanya’ya doktoraya gitmişti. Nadir görüşülüyordu, haliyle. Sarı “vosvos”uyla gelmişti. (Kırşehir’de bir de İngilizce öğretmenimiz Dinçay Peker’de vosvos hatırlıyorum, sanki…) Halamın, amcamın çocukları bir araya geldiğimizde çocuk nüfusu bir hayli artar, bahçenin içi çocuk çığlıklarıyla dolar taşardı. Halamların bağ evinin kerpiç bir duvarla çevrili birkaç dönümlük bir bahçesi ve onu çevreleyen daha genişçe bir kavaklık vardı. Kavaklığın diğer yanı burada “S” çizen Kılıçözü’ne dayanıyordu. 
O gün kavaklığın içinde Yücel ağabey, kardeşi Necdet ile bir tenekenin başında uğraşıyorlardı. “Yücel dinamitle balık avlayacağım diye tutturdu, başımıza iş çıkarmasa bari” diye söylenmişti halam endişeyle. Bir kızını şıra kaynatırken kazaen kaybetmişti. Bizleri yanına çağırdı “Ali’m, kardeşini al, gel, uzak durun o başangılardan, gelin buraya”… Halamın yanına gittik ama aklımız ırmağın kenarındaydı. Bir yolunu bulup tekrar bahçeden kavaklığa çıktık. Yücel ağabey dinamit lokumlarını hazırlamış, ırmağın yukarısına doğru yürüyordu. 
Necdet bizleri uyardı, “ırmağın aşağısına doğru gidin” diye… Yücel ağabey kavaklığın ucunda bir yerlerden elindeki dinamit çubuklarından birinin fitilini ateşledi, Kılıçözü’ne fırlattı. Sonra kavaklığın içine sindi. Birkaç saniye geçti, geçmedi, dehşetli bir patlamayla büyük bir su sütunu ırmağa sarkmış söğütlerin üzerine kadar yükseldi.
Suyun kenarında bekleyen Necdet de, Yücel ağabey de koşturarak suya girdiler. Patlamanın etkisiyle sersemlemiş, ters dönmüş balıkları ellerindeki tenekeye doldurmaya başladılar. Bu kevgirle balık tutmakta mahir Vasfiye ablamın tarzından daha pratikti belki ama daha vahşiydi. Suyun üzerinde onlarca ters dönmüş balık akıyordu. Çocuk kalabalığı suyun içine koşturmakta gecikmedi. Ben de tabii ki…  Üstümüz, başımız ıslanmaya, biz de giysilerimizi üstümüzde kurutmaya alışıktık, bozkırın sıcak yaz günlerinde... 
Diz boyu suda ağabeylerimizin, ablalarımızın elinden kaçan balıkları bizler yakalamaya çalışıyorduk. Irmağın daralan bölümünde hızla akan suyun üzerinde yanımdan geçen bir balığı yakalamak için heyecanla uzandım. Sersemlemişti balık, iyi tutamadım, kaydı gitti, ellerimden. Gitti, suyun derinleştiği ve dinginleştiği bir yerde çalıların arasına takıldı, kaldı. Heyecanla atıldım. Neredeyse belime kadar suya girmek zorunda kaldım ama sonunda yakaladım, balık ellerimdeydi. Can havliyle çırpınıyor, kendini kurtarmaya çalışıyor, ağzı, solungaçları açılıp kapanıyordu. Ağzından köpük köpük bir şeyler çıkıyor. Suya bıraksam yaşayacak, elimde biraz daha tutarsam ölecek… Bir yanım “suya salıver gitsin” diyor, öte yanım balık tuttuğu için böbürlenmeye hazır bir çocukluk, “yapma, balık yakaladım diyerek kıyıya koş” diyor. 
Sonuçta çocukluğuma yenildim. Avucumda çırpınan balık da yazgısına… 
Avucumda can veren dere balığını unutamadım. Ona hayatını bağışlama yüceliğini gösteremeyen çocukluğumu da affedemedim. Bu pişmanlığımdan mıdır bilemiyorum, yıllar boyu kılçığını bahane ederek balık yemedim. Önüme hazır gelen balığı bile didikliyorum sadece, yediğimi kimse söyleyemez. 
Kırşehir Lisesi Edebiyat öğretmenimiz Yıldırım Erkal bir gün bir anımızı yazmamızı istemişti. Avucumda Çırpınan Dere Balığı’nı Kırşehir Lisesi ilk sınıfta bu nedenle yazmıştım. Yıldırım Bey hatırlar mı, bilemiyorum. Kompozisyon notlarımızı okuyacağı zaman benim adımı okumuş, sınıfta ayağa kaldırmıştı. Ne olduğunu anlamamış, önce korkmuştum. Sonra, belki yazma hevesimi yıllar boyu tetikleyen bir konuşma yapmıştı. “Öğretmenlik hayatımda kompozisyondan kimseye 8’den fazla vermedim, sana 10” demişti. Sonraları balığın çaresizce avucumda çırpınışını, benim çocukluğuma yenilip verdiğim kararı birçok kere hatırladım, yazdım. 
Lise yaşantım boyunca kompozisyon notlarım hep yüksek oldu. Ablamın “notu çok kıt” diye şikâyet ettiği Okul Müdürümüz Mustafa Sütçü’den bile güzel notlar alacak kompozisyonlar yazdım. Bunda okumaya çok meraklı olmamın yanı sıra Yıldırım Erkal’ın o gün söyledikleriyle çizdiği çizginin, Edebiyat Öğretmenimiz Mustafa Sütçü’nün önemli bir etkisi vardı, sanırım. 
Buna rağmen lise bitirme sınavlarında yazdığım kompozisyondan on üzerinden beş almam hayal kırıklığı ötesi bir şeydi. Birinci bitirebileceğim Kırşehir Lisesini ancak üçüncü bitirebilmiştim. Bu başarısızlığım, geleceğimi etkileyen sonuçlar yaratmıştı. O sınav kâğıdımı okuyan Nimet Arıkan öğretmenim (yıllar sonra karşılaştığımızda o beni tanımamıştı ama ben onu ve bu olayı hiç unutmamıştım bu yüzden) yazdıklarımda neleri eksik bulmuştu, ben neleri yanlış yapmıştı bilmiyorum. Ama bu “başarısızlık”(?) sonrası, çok gönüllü olmadan başladığım Harbiye maceramda ilk somut başarım; “Şehitler Kapısından geçerken ne hissediyorsunuz” konusunda yazdığım makalenin birinci olması, bir kitapçıkta yer almasıydı.. Yetişmemde, mesleğimde başarılı olmamda, ülkeme çok yönlü hizmetler verebilmemde büyük emekleri olan tüm öğretmenlerimi bu vesileyle saygılarımı sunuyorum, kaybettiklerimize rahmetler diliyorum. 
Avucumda çırpınan dere balığı örneğinde olduğu gibi yaşam; sürekli seçimlerle, tercihlerle, kararlarla karşı karşıya bırakıyor bizleri. Bizler için önemsiz olan bir tercih bile, başkaları için yaşamsal önemde olabiliyor. En basit kararlarımızı verirken içimizdeki çocukluklara yenilmemek, duygularla, heveslerle hareket etmemek gerekiyor. Avucumda çırpınan dere balığına o gün kıydım ama o, bir hayat dersi olarak, aklımın bir köşesinde hep yaşadı. Yaşayacak...