İlkokulu köyünde bitiren Balağın Alim, okuyup öğretmen olma hayaliyle yanıp tutuşmaktadır. Babası çok fakir olsa da ondaki bu hevesi kırmamak için şehirde Aşıkpaşa Mahallesi'nde P…… adındaki yaşlı kadının bir göz damını kiralayıp Kale Orta Okulu’na da kaydını yaptırır.

İlkokulu köyünde bitiren Balağın Alim, okuyup öğretmen olma hayaliyle yanıp tutuşmaktadır. Babası çok fakir olsa da ondaki bu hevesi kırmamak için şehirde Aşıkpaşa Mahallesi'nde P…… adındaki yaşlı kadının bir göz damını kiralayıp Kale Orta Okulu’na da kaydını yaptırır. O yıllarda köylüler daha henüz şehre göç etmediklerinden dolayı çocuğunu okutmak için iki üç aile bir araya gelerek müstakil evlerin odalarını ortaklaşa kiralayarak çocuklarını okuturlardı.
Alim’in ağabeyi Yusuf, şehirde amelelik yaptığı için orada burada yatıyor, bayağı perişanlık çekiyordu. Karacaörenli gençler güçlü, kuvvetli olduklarından bağ belletecekler, kazma-kürek işi yaptıracaklar işten kaytarma bilmeyen bu ameleleri tercih ederlerdi. Ameleler Cacabey Camii civarında gündüz iş beklerler, eğer götüren olursa orada çalışırlar, akşam olunca da bir akrabası ya da bir öğrencinin evinde yatarlardı. Alim'e şehirde ev tutulması Yusuf'un daha çok işine yaradı. Hiç olmazsa minnetsizce orada yatıp kalkar, hem de kardeşine sahip olurdu. Alim, sabah okula giderken Yusuf da amele durağına gidiyor, orada köylüsü ve arkadaşı Dabıcın Yağmur'la buluşuyor, genelde de beraber çalışmaya önem veriyorlar, şakalaşmayla, gülüp eğlenmeyle vaktin nasıl geçtiğini bilmiyorlardı. Günler böyle geçip giderken her ne sebepse Yağmur ev sahibiyle takışmış, morali bozuk olduğu için canı iş görmeyi istemiyordu. Ondaki bu durgunluğu gören Yusuf nedenini sorar, o da durumu anlatınca, “Aman senin derdin bu mu? Boş ver biz de kalalım, kirayı üçe böleriz olur biter” dedi. Yattığı yorganı oraya atan Yağmur'un keyfine diyecek yoktu.
Kapıda öten horozun sayesinde sabah erken kalkıp hemen iş buluyorlar, hem de birbirlerine can şenliği oluyorlardı. İşe gidiş-gelişlerinde kapıda tavukların arasında beyaz iri kıyım kırmızı yeleli, mağrur mu mağrur bir horoz onların dikkatini çekiyordu. Arada tavukları kovalaması, onlara artıklık satması, üzerine yüklenmesi, yerleri deşinmesi, hele onun ötüşürken çıkardığı ses köyde gördükleri horozlara hiç benzemiyordu. P…… teyze boş vakitlerinde, “Çocuklar misafir alır mısınız” Eğer Alim’in fazla dersi yoksa biraz oturabilir miyim?” diye utana sıkıla kapılarını vuruyor, onlar da kapıyı açarak kendisini buyur ediyorlardı.
Kadın bir ay önce kocasının öldüğünü, çocuklarının evlenip başka şehirlere yerleştiğini, bir kedi ve kapıdaki beyaz horozdan başka canlı bir şeyinin olmadığını, bu kapıya nasıl gelin geldiğini, ne sıkıntılar çektiğini uzun uzun anlatırken arada eli cebindeki mendile gidiyor, bazen de kediyle birbirine sırdaş olduklarını, onun mırıltısını ninni zannederek beraber yatakta uyuduklarını anlatarak, arada gülmesi, çektiği acıları unutturamıyordu.
Kadın kedisinin karnını her gün düzenli olarak doyururken suyunu da başka bir kapta içiyor, kabını da her gün temizliyordu. Hele horoza verdiği önem bambaşkaydı. Onu sever, okşar, temizliğini yapar, yemini kendi avucundan yetirirdi. Yusuf ve Yağmur'un canı tavuk eti istediğinden gözleri her gün bu horoza takılıyor, daima onu yufka ekmek üzerine dökülmüş pilavın içinde hayal ederlerken nasıl elde ederiz planlarını yapıyorlardı. Yalnızlıktan sıkılan P…… teyze yatsı namazını kıldıktan sonra onların kapısını çaldı. Sağdan, soldan konuşurlarken birden Yusuf'un gözleri fal taşı gibi açıldı. Aklına bir plan düşmüştü.
- P…… teyze ben senin kocanı tanımam, bilmem ama bugün onu rüyamda gördüm.
- Hayırdır oğul anlat da duyalım Yusuf'um.
- Vallahi P…… teyze senin beyin üstü başı biraz sefildi. Bana dediğine göre sen onun altını üstünü tam vermemişsin. Güya orda bir işte çalışıyormuş, horoz olmadığı için yataktan her gün geç kalkıyormuş. İşe geç gittiği için de zebaniler onu her gün dövüyormuş.
Biraz nefes alan Yusuf kadının yüzüne baktı.
Rüyadan kadın bayağı etkilenmiş, adeta suçluymuşçasına terletmeye başlamıştı.
Heyecanlanan teyze;
- Eee Yusuf'um sonra?
- Sonrası var mı teyze... Adam orda bu yüzden çok rahatsızmış. P…… teyzene söyle evdeki horozu bir hoca nezaretinde ilk gördüğü iki fakir gence versin de ben öbür dünyada rahat edeyim.
Kadının adeta nutku durmuştu. Ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemedi. “Vakit geç oldu bana müsaade oğullarım” diyerek evden ayrıldı. Sabaha kadar gözüne uyku girmedi. Beri döndü, öte döndü, horul horul uyuyan kediyi kıskandı. Sabaha karşı tam bağrı tutmuştu ki öten horozun sesiyle birden irkilip kendini toparladı. “Bir hoca bulmalıyım” diyerek evden apar topar ayrılıyordu ki işe gitmek için evden çıkan Yağmur'la kapıda karşılaştı.
- Hayırdır P…… teyze, sabah sabah bu ne telaş? Bu ne acele?
Kadıncağız, Yağmur'a durumu anlattıktan sonra “Hocalar nerde bulunur” diye sordu.
Yağmur düşünüyormuş gibi yaptıktan sonra,
- Teyze hoca aramana gerek yok. Biz sana demeye utandık. Aslında Yusuf hocadır. Bu yıl çalışacak bir köy bulamadı, bu yüzden amelelik yapıyor.
Tam bu sırada Yusuf da evden dışarı çıktı! Yağmur ona gülücükle karışık iş oluyor anlamında bir işaret çaktıktan sonra P…… teyzeyle aralarında olan konuşmayı anlattı.
Kendisine bir hoca süsü veren Yusuf, “P…… teyze sen bana bir adet doksan dokuz tespih ile bir de kefaret kefili kadın bul da rahmetli amcanın altına üstüne oturalım” deyip Yağmur'la beraber işe gitmeyip kendi odalarına çekildiler. Bir saat sonra, “Hoca efendi, hoca efendi” diye çağıran P…… teyzenin evinde buluştular. Yusuf, bir hoca edasıyla kafasına bir poşu geçirerek önce içinden süreler okuyormuş gibi yapıp, devamında da dualar edip, bir yandan da “amin amin” diyerek orada bulunanların yüzüne hızlı bir şekilde üfürdükten sonra, “Önce rahmetlinin altına-üstüne oturalım” dedi. Üçel tespihi çekerken bir yandan da tekrar okuyormuş gibi yaparak dudaklarını kıpırdatıyordu. Az sonra Perihan teyze üçer kere, “Kefareti sahum (tutulmadık oruç), kefareti salat (kılınmadık namaz), kefareti yemin (yalan yere edilen yemin)” diyerek, “Parayı vekalet verdiğin Sultan halaya ver” dedi.
P…… teyze içi, önceden Yusuf'un hesapladığı üç beş lira demir para dolu çıkıyı Sultan halaya uzatırken üç kere “Aldın, kabul ettin mi” diye sordu. Çıkıyı alan Sultan halada üç kere “Aldım, kabul ettim” deyip elindeki çıkıyı aynı şekilde Yusuf hocaya, o da keseyi aynı merasimle fakir olan Yağmur'a vererek önceden yarım kalan alt-üst işini tamamladılar. Sıra ahiretteki adama horoz gönderme merasimine gelmişti. Yusuf okuyup üfürdüğü bir peşkirin ucunu düğümleyip P…… teyzeye verirken, “Aman bu horozu temsil ediyor, sen vekilin Sultan'a verdin, kabil ettin mi” diye sorup uzatırken, “Onun bacağına bununla hızlıca vur. Sultan hala da ‘Aldım kabul ettim’ diye üç sefer söyleyip peşkiri bana, ben de aynı şekilde Yağmur'a vereyim de vazifemizi tamamlayalım” dedi. Üç gün sonra davet ettikleri arkadaşlarıyla koca sininin etrafına döşenip kemiğine kadar yedikleri horozun sesini bir daha o mahallede duyan olmamıştı!
Altmışlı yılların ortalarına doğru Almanya'nın Türkiye'den işçi alımına başlamasıyla Karacaören'den Yusuf ile Yağmur bulup buluşturup kazmayı, küreği, beli bir tarafa bırakarak bu kervana katılıp Almanya'nın yolunu tutmuşlardı. Uzun yıllar Almanya'da çalışıp köye kesin dönüş yaptıklarında eski fakirlik günlerini geride bırakmışlar, çoluk çocuklarını ele güne muhtaç etmeden büyütmenin gururunu madalya gibi omuzlarında taşırlarken, eski günlerin iyi yönlerini yad ederek yaşamışlar, torun torbaya karışmışlardır.
Yağmur'un büyük oğlu Bayram askerliğini yaptıktan sonra şehirde bir işe girip oraya yerleşmişti. Arada sırada köyünü, ana-babasını özlediğinde küçük oğlu Murad’ı ve hanımını yanına alıp onları ziyarete giderdi. Yağmur, torunu Murad’ı çok sever, onu kolundan tuttuğu gibi köyü gezdirirdi. “Şu meydan mezerin başı. Şura selektör binası. Şurası eski okul. Şurası yeni okul. Şu ev falanın, şurası damına gençliğimde kelle attığım konak” diyerek yavaş yavaş evinin yolunu tutardı.
- Bayram’ın evi yüksekçe bir yerde olduğundan köy ve arazi adeta ayaklarının altında gibiydiler. Şu gördüğün Seyfe Gölü, şu köyler, Boztepe, Horla, Araplı, Dalakçı... Şuradaki dağ Ağan dağı. İlerisi Dalgara dağları. Şu tepe Özlü’nün tepesi, ilerisi şu dağ, gerisi bu dağ, alttaki yerler Kum bağları, onun bu yanı Kaya bağları...
Ayağı küllüğe değince birden sesi kesildi.
“Murat, torunum benim üzüntüm evimizin altındaki ayağımızı bastığımız şu küllüğü sen ömrü hayatında asla unutma” derken adeta sesi titriyordu. Torun dedesinin gözlerine gözlerini dikerek, “Hayırdır dede bu küllükte küp mü sakladın?” dedi. Yağmur, boyundan büyük laf eden torununun sırtını okşarken, “Küpü kim yitirmiş ki ben bulayım oğlum” diye cevap verdi.
Bir sigara yakıp dumanını iyice ciğerlerine çektikten sonra,
- Murat biz köyde yaşayan ineği, danası, davarı, tavuğu, horozu olan kişileriz. Ellerin küllüğünde horoz ötüyor da bizim küllükte ol görüp ötmüyor.
Dedesinin üzüntülü haline acıyan küçük Murat, “Neden ki dede” diye sordu.
- Oğlum her Almanya'dan izine gelişimde tavuklarımıza sahip olsun diye bir yavru horoz alırım.
Sigaradan bir nefes daha çektikten sonra,
- Horoz etlenip tam ötme kıvamına geldiğinde daha gık bile demeden yediği taşla komşuların midesini buluyor...
Bir horoz meraklısı olan Yağmur kendisini dikkatle dinleyen torununa bunları üzüntüyle anlatıp, “Bu yüzden küllükte horoz öttüremedim Murad'ım” diye sözü bitirdiğinde belki de “etme bulma dünyasında” yaşadığının farkında bile değildi.

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım...