Zaman zaman Kırşehir’de eskileri yazıyorum ve insanlar “Hey gidi günler hey!” diyerek o eski yılları yad ediyor, eskileri hatırlıyor, kaybettikleri değerleri görüyor, özlem duyuyor.
Ama çok çabuk unutuveriyorlar o eskileri!
Yaşananlardan ve yaşadıklarından hiç ders almadan, kılıktan kılığa girseler de gerçekler her zaman acıdır.
Günümüzde teknoloji o kadar hızlı değişiyor ki, yetişmemiz mümkün olmuyor.
Örneğin dün telefonların cebimizde birileri söylemiş olsaydı, kimse buna inanmaz, hatta kabul etmezdi.
Bugün el kadar bir telefon dünyayı elinizin altına getiriyor ve bir tuşla her şeyi görüyor ve öğrenebiliyorsunuz.
Hatta fotoğraf ve görüntü çekip, sevdiklerinizle, herkesle paylaşabiliyorsunuz.
Yani teknolojiye artık yetişemiyoruz.
İnsanlar da doğal olarak teknoloji gibi hızlı değişir oldu. Dün söylediklerini bugün kabul etmiyor, tam tersine olabiliyor. Oysa bizler, yani hepimiz sahip olduğumuz fikirlerin sabit ve değişmez olduğuna inanırız. Fakat yeni araştırmalar, siyasi fikirler de dahil olmak üzere, görüşlerimizin sürekli değiştiğini, ama bunun pek de tahmin edilmeyen nedenlerden kaynaklandığını gösteriyor.
Bugün nereye bakarsak bakalım bir bölünmüşlük görürüz. Evde, işte, ailede, çevrede, kentte…
Ne kadar tartışırsak tartışalım kimse fikrini değiştirmiyor gibi görünür, ama hiç te öyle değildir. Hem de fırıl fırıl. Doksan derece, yüzseksen derece, hatta üçyüz altmış derece değişenleri görürüz, bazen inanmasak ta!
Kırşehir’de şöyle bakıyorum insanlara dünün çok hızlı MHP’lisi, bugün CHP saflarında, dünün eski tüfeği, sosyal demokratı, hatta ateisti iktidar partisi AK Parti’de ya da MHP’de…
Ne ilke kalmış, ne felsefe, ne de düşünce.
Bu insanlar değiştiği, ya da kendince doğru yolu bulduğu için mi parti değiştiriyor, yoksa kişisel menfaat için mi?
Elbette her insan değişir, ama bir insan kısa sürede birçok değişik gösterirse bunda bir yanlışlık var demektir.
İnsanlar gibi mevsimler de değişiyor.
Gerçek olan şu ki insanoğlu bindiği dalı kesmekte ısrarlı görünüyor. “Benim yok ya, onun da olmasın!” diyor.
Bugün yeraltı ve yer üstü zenginliğimiz, fakirliğe fukaralığa dönüşüyor ama hala farkında bile değiliz. Sanıyoruz ki çok paramız olunca rahat yaşayacağız, lüks içinde yaşayıp, bir elimiz yağda, bir elimiz balda olacak!
Oysa değişen hava şart ve koşulları yarınlarda açlığa sefalete götüreceğini hala algılamıyoruz, ya da algılamamakta ısrar ediyoruz.
Sağcısı, solcusu, dinlisi, dinsizi velhasıl toplumun her kesimi etkisini alan bu sürecin sonunda eğer kıyamet kopmaz ise zor bir dönem bekliyor bizleri.
Her meselede sorumlu tek değildir. Herkes suçludur. Şimdi herkes bu suçu kabul ederek yarına dair tedbirlere destek olmalıdır. Her şeyi devlete havale etmekten vazgeçip devletin ilgili kurumlarına bu konuda tedbir almaya zorlamak durumundayız. Yoksa yarınlarda çok ah tüh edeceğimiz kesindir.
Bugün hayatınızda öyle insanlar vardır ki onların yanında bambaşka bir insan olursunuz. Öyle ortamlar vardır ki sizi sahip olduğunuz kişilikten çıkarır, başka bir insan yapar. Bazı insanların yanında inanılmaz neşeli ve dışa dönük; bazılarının yanında kendinizi tanıyamayacağınız kadar içine kapalı bir insan olursunuz. Bazı çevrelerde kendine güvenli, bazı çevrelerde ürkek bir insan olursunuz.
Bazı insanlar içki içtiklerinde, içlerinden başka bir insan çıkar; kimi son derece konuşkan olur, kimi suskun. Kendi içinizden kaç tane farklı “siz” çıkabileceğini hiç düşündünüz mü?
Evet, bugün hasbelkader geldiğimiz makam ve mevkiler bizi kibirlendirmesin, gururlandırmasın, şımartmasın. Bütün makam ve mevkiiler gelip geçicidir. Belki mütevazılık, efendilik bize itibar kazandırır. Makam ve mevkiimizi kötü amaçla kullanmaya başladığımız an, “kaybedenler” sınıfına gireriz. Kim kendini yüksek görmek isterse, kendisini yalnız kendisi yüksek bilir ama başkalarının gözünde bitmiştir, hiç kıymeti kalmamıştır.
Kırşehir’de şöyle etrafınıza bakın ne insan görecek, neler tanıyacaksınız.
Kimseye akıl vermek değil derdimiz ve haddime de değil zaten.
Bu yaşa gelmiş birçok siyasetçi ve bürokrat ile dost ve arkadaş olan biri olarak tespitim şu. Ey makam ve mevkii görünce şımaranlar o halde nedir bu havalar?
Ufacık, küçücük bir makama gelince bile burnunu Kaf Dağı'na dikenlere, havaya girenlere, en güzel cevabı yüzyıllar önce Mevlana söylemiş;
"Güvendiğiniz dağlara karlar yağdığında en güzel çare, dağ ile karı baş başa bırakmaktır. Gün gelip karlar eridiğinde; dağ yolunuzu gözleyince en güzel cevap, başka bir dağdan selam yollamaktır."
Yola çıktıklarını yolda buldukları ile değişenlere biz de selam yolluyoruz!
Ve diyoruz ki, bazı hikâyeler vardır ki yeri gelince ondan daha iyisi bulunmaz!
Değişim!..
Eski değerli bir dosttan geldi, ben de burada siz okurlarımla paylaşmak istiyorum:
Sâhi siz, "o" musunuz?..
Eski tarihlerde bir medresede eğitim gören çok samimi üç arkadaş medreseden mezun olduktan sonra birbirlerinden ayrılmaları çok zor olmuş. Yedikleri ve içtikleri ayrı gitmeyen bu üç samimi arkadaş, nerede, hangi işte ve hangi görevde olurlarsa olsunlar, birbirleri ile; irtibatı asla kesmeyeceklerine, doğru yoldan, adalet ve hakkaniyetten ayrılmayacaklarına, dine ve vatana hizmet dâvasından hiçbir zaman geri kalmayacaklarına" dair söz vermişler.
Aradan yıllar geçmiş birbirleri ile irtibat kuramamışlar. Çünkü o dönemde iletişim araçları sınırlı imiş.
Bunu bilen arkadaşlar zaman hepimizi yıpratır, yaşlanırız, şeklimiz şemailimiz değişir, ileride karşılaştığımızda birbirlerimizi tanımakta zorluk çekebiliriz onun için aramızda bir şifre belirleyelim oradan birbirimizi tanırız diye şifre belirlemeye karar vermişler. Çok kısa ve hatırda kalıcı bir şifrede anlaşmışlar.
O da: “Ben o'yum!”... olmuş.
Aradan uzun yıllar geçmiş, bizim üç idealist dava arkadaşının her biri bir köşeye savrulmuş:
- Biri Müderris (hoca),
- Diğeri sayılır bir tüccar,
- Bir diğeri de Mutasarrıf (vali) olmuş.
Tüccar olan şehir şehir dolaşırken, bir şehirde arkadaşının o şehrin mutasarrıfı (valisi) olduğunu öğrenir.
Hemen kadim dostu ve dâva arkadaşını ziyaret ve tebrik etmek ister.
Kapıya varır görüşmek ister. Fakat güvenlik ve bürokrasi çarkını aşmak kolay olmaz.
Görevlilere kendini tanıtıp, vali beyin medrese arkadaşı olduğunu, yıllar öncesinden tanıştıklarını, anlatmışsa da fayda etmez, sırasını beklemek zorunda kalır.
Vakit geçmiş, lâkin kendisine bir türlü sıra gelmemiş…
Nice sonra bizim tüccarın aklına mezuniyet günündeki belirledikleri şifre gelmiş.
Derhal küçük bir kâğıt parçasına:
“Ben o’yum” diye yazmış ve görevliye uzatarak bunu, vali beye iletmesini istirham etmiş…
Onun bu ricasını isteksizce yerine getiren görevli az sonra geri dönüp aynı kâğıdı tüccara uzatmış…
Bizimki şaşırmış… Ama asıl şaşkınlığı kâğıdın arkasını çevirince yaşamış.
Kâğıdın arkasında:
“Sen o' olabilirsin amma ben o' değilim!” yazmaz mı!
Bu kıssa, günümüz insanlarını ne kadar da güzel anlatmıyor mu?
Hakikat şu ki, nice arkadaşlar makamla, parayla, şöhretle tanışıp her imkâna sahip olunca, âdeta "Tanınmaz" hâle geliyorlar ve "Ben o değilim" çizgisine savruluyorlar.
Çünkü bu kişiler, ulvi ideallerle yola çıktıkları halde amaca ulaşmak için, yolda bulduklarını, yola çıktıklarına değişen ve amacına ulaşmak için her yolu mubah gören zayıf insanlardır...
“Ben O’yum!” diyebilen kaç gerçek dost ve arkadaşınız var hiç düşünüyor musunuz?
“Ben o' değilim!” diyenler dünyaya sultan olsa ne yazar?
Gerçek dostlarınızın çoğalması temennisiyle, hayırlı ve huzurlu günler dilerim.
Ben hâlâ "o'yum"!..