Şehit Nevres'i Amcası Anlatıyor - Ateş'in Anıları – Basında İlk Mahkûmiyetler “BİZİM GENÇ OSMAN” ŞEHİT NEVRES’İ AMCASI RÜŞTÜ BEY ANLATIYOR Şimdi vali yardımcısı olarak adlandırdığımız mektupçuluktan emekli olan ve hâtıralarını 1962 yılında “Hayatımın Romanı ve Harp Hâtıraları” adıyla kitap haline getiren Kırşehrimizin yetiştirdiği değerli bürokratlardan Rüştü Yurdakul Emekli Tümgeneral Yusuf Ziya Ulusoy'un bundan 58 yıl önce 15 Şubat 1958 günlü “Kırşehir Sesi” gazetesinde “Şehit Nevres”le ilgili yazısının yayınlanması üzerine aynı gazeteye bir yazı göndermiş, kardeşinin oğlu “Şehit Nevres” hakkında bildiklerini anlatmıştı. 22 Şubat 1958'de yayınlanan yazısına “Sayın Ziya Ulusoy'un 'Şehit Nevres' başlığını taşıyan yazısını okudum.

Şehit Nevres'i Amcası Anlatıyor - Ateş'in Anıları –
Basında İlk Mahkûmiyetler
“BİZİM GENÇ OSMAN” ŞEHİT NEVRES’İ AMCASI
RÜŞTÜ BEY ANLATIYOR

Şimdi vali yardımcısı olarak adlandırdığımız mektupçuluktan emekli olan ve hâtıralarını 1962 yılında “Hayatımın Romanı ve Harp Hâtıraları” adıyla kitap haline getiren Kırşehrimizin yetiştirdiği değerli bürokratlardan Rüştü Yurdakul Emekli Tümgeneral Yusuf Ziya Ulusoy'un bundan 58 yıl önce 15 Şubat 1958 günlü “Kırşehir Sesi” gazetesinde “Şehit Nevres”le ilgili yazısının yayınlanması üzerine aynı gazeteye bir yazı göndermiş, kardeşinin oğlu “Şehit Nevres” hakkında bildiklerini anlatmıştı. 22 Şubat 1958'de yayınlanan yazısına “Sayın Ziya Ulusoy'un 'Şehit Nevres' başlığını taşıyan yazısını okudum. 36 yıldan beri içimi kemiren bir yarayı deştiler. Kalbim sızlayarak, içim yanarak ve gözyaşlarımı tutamayarak bu yazıyı birkaç defa okudum. Şimdi Sayın Ziya Ulusoy'un haklı olarak övdüğü Nevres'i anlatayım” diye başlayan Rüştü Yurdakul Belediye'nin bulvar ve caddeleri isimlendirirken Kayabaşı Mahallesi'nde bir caddeye adını verdiği kardeşinin oğlu Nevres için şunları yazmıştı:
Nevres benim ağabeyim rahmetli Mustafa Ağa'nın biricik oğludur. Nevres'in büyüğü olan Mecit adındaki oğlu da Çanakkale Savaşı'nda şehit olmuştu.
Nevres 1309 (1893) doğumludur. Kırşehir İdadîsi'ni bitirdikten sonra eski deyimle ihtiyat zabiti olmuş ve mülâzım rütbesiyle yurt görevini bitirerek dönmüştü. Nevres'e bir iş bulmak lâzımdı. Avanos kazası mahkemesi zabıt kâtipliğine tâyin olunarak gitti. Millî Mücadelemizin başlangıcında Mutasarrıf Sait Bey bana livanın “Tekâlif-i Millîye” işlerini vermişti. Asıl vazifem olan Daimî Encümen Başkâtipliği'ni hemen hemen ikinci bir vazife olarak bir kenara bırakmıştım. O vazifemle ilgili işleri geceleri evde yapardım.
Mutasarrıf Sait ve sonra Fatin beylerle mutasarrıflık makamı masasında karşı karşıya oturur, çok önemli olan bu işleri yürütürdük. Bu büroda onbeş kadar memur emrimizde çalışıyordu. Bunlar arasında eski savcılar, yargıçlar ve başkaca kalburüstü memurlar vardı. Bunlar Askerlik Şubesi Başkanlığı'nca “Tekâlif-i Millîye” emrine verilmişlerdi. O zamanki Şube Başkanı kayınbabam Osman Gürsoy idi. Bu sırada Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin yazı işleri bana verilmişti. Cemiyetin başkanı Kocaağaoğlu Bekir Ağa idi.
İşte bu sıralarda Nevres sahnede görüldü. Avanos'tan gelmiş, tedarik ettiği bir at ile dolaşıp çırpınıyor ve etrafına birçok adam toplayarak cepheye gitmeye hazırlanıyordu. Bu sırada sık sık evime gelir, bağ ve bahçe işlerinde bana yardım ederdi.
Nevres evli idi. Maalesef bu kahraman ve atılgan gencin çocuğu olmamıştı. Cepheden bana mektuplar gönderir, yaptıkları fedakârlıkları anlatırdı. Hattâ son mektubunda düşman kurşununun kendine değmeyeceğini ve gelecek mektubunu Bursa'dan yazacağını bildirmişti.
O sıralar Nevres'ten hiçbir haber gelmiyordu. Bir gün düşümde Nevres'in Kapucu Camii'nin önündeki yoldan Yenice Mahalle'ye doğru bisikletle hızlıca geçtiğini gördüm. Bu cansız araba ile geçmesini pek sevmedim ve babası olan ağabeyime düşümü anlattım. Ağabeyim Mustafa Ağa Nevres'ten haber gelmemesinden pek mustaripti. Bir gün bana “Kardeşim, eğer Nevres'e bir kaza olmuşsa benim ciğerim kopar. Yaşayamam, ölürüm” diye gözyaşları dökmüştü. Nihayet Nevres'in 1337 (1921) sonlarında Askerlik Şubesi'ne şehitlik künyesinin geldiği anlaşıldı. Ağabeyime tabiî bir müddet sonra acı haber duyuruldu ve hakikaten ciğeri koparcasına 23-24 Nisan 1338 (1922) gecesi o da iki şehit babası olarak Hakk'ın rahmetine kavuştu.
Nevres kadar yurtsever, kaplan gibi atılgan ve cesur, arslan yürekli bir gencin pek az yetişeceğini sanırım. Bu mübârek şehidin kara kalemle büyütülmüş, kalpağının üstü sırmalı büyük bir resmi ağabeyimin evinin bir köşesini süslerdi. Resmi tül perde ile örtülmüştü, çünkü bakmaya dayanamazdık.
İşte, tabur, alay, tümence Genç Osman'a benzetildiğini belirttiği kahraman Nevres'in ufak bir hayat tablosunu 36 yıl geçtikten sonra çizmek bahtiyarlığına beni erdiren Sayın Ziya Ulusoy'a şükranlarımı sunmayı bir borç bilirim.”
“Şehit Nevres”imizi anlatan ikinci yazı da burada sona eriyor. Gerçekten Türk tarihi bir Kırşehir taburunun Gazi Osman Paşa'nın komutasında Ruslar'a karşı efsaneler yarattığı Plevne'den tutunuz da Balkan Savaşları, Kurtuluş Savaşı, Kore Savaşı ve Kıbrıs çıkarmasına, 32 yıldır da Doğu ve Güneydoğu topraklarımızda bölücü hain PKK örgütüne kadar iç ve dış düşmanlara karşı vatan, millet ve insanlık idealleri uğrunda 140 yıldır savaşarak canlarını seve seve vermiş ve bundan sonra da vermeye hazır olan “Nevres” gibi nice Kırşehirli kahramanlarla doludur.
İçimizden uğradığımız bunca ihanetlere karşı Türk vatanı, Türk milleti “Şehit Nevres” gibilerin adları bulvar ve caddelerimize, okullarımıza verilerek anıtlaştırılan şehitlerimizin yüzü suları hürmetine ayakta kalabilmiştir.
“Şehit Nevres”i minnet ve saygıyla anarken tüm aziz şehitlerimize gani gani rahmet diliyor, hâtıraları önünde tâzimle eğiliyoruz. Değerli büyüğümüz Rüştü Yurdakul'u da rahmetle anıyoruz.
KIRŞEHİR BASIN TARİHİNDE İLK MAHKÛMİYETLERİN ÖYKÜSÜ
Yarın 52'nci yılını dolduracak olan 22 Haziran 1964 tarihi 1919 yılında “Kurtuluş” adlı gazetenin yayınlanmasıyla başlayan Kırşehir basın tarihinde ilk olarak bir gazetecinin, yani bendeniz Dursun Yastıman'ın hakkında verilen mahkûmiyet kararını çekmek üzere cezaevine girdiği tarih olarak geçecek olmalıdır.
27 Mayıs ihtilâlinin getirdiği geniş özgürlükler ortamında 30 Temmuz 1960'ta “Kırşehir Postası” ile yerel basına ilk adımı attıktan sonra 7 Mayıs 1962'de Kırşehir'in ilk günlük gazetesi “Halkın Sesi”ni çıkarmış, bu gazeteyi kapatıp 6 Nisan 1963'ten itibaren yine günlük olarak “Yeni Kırşehir”le gazeteciliği sürdürmeye başlamıştım.
O tarihlerde elle dizip pedal baskı makinasında basarak günlük gazete çıkarmak büyük fedakârlık isteyen bir işti. Bütün sıkıntılara rağmen bu görevi yıllarca aynı şevkle yerine getirdim. 30 Temmuz 1960'tan 6 Nisan 1994 tarihine kadar 33 yıl, 8 ay, 8 günlük süre içinde tek başıma “Kırşehir Postası”, “Halkın Sesi”, “Yeni Kırşehir”, “Yeni Mucur”, “Kırşehir”, “Kırşehir'in Sesi”, “Kılıçözü”, “Kırşehir Haber”, “Bizim Kırşehir” “Mucur'un Sesi” adları altında tam on gazete yayınladım. Bu gazetelerin toplam nüshası 5701'e ulaştı.
Gazetecilik hayatımın dördüncü yılında gazetemde çıkan bir yazıdan dolayı dört ay, bir tekzipten dolayı da onbeş gün olmak üzere aldığımız toplam dörtbuçuk aylık mahkûmiyeti çekmek için 22 Haziran 1964 günü cezaevine girmiştim.
Mahkûmiyet aldığım yazı 4 Ocak 1964 günlü ve 229 sayılı “Yeni Kırşehir”de yayınlanmıştı. “Yazık, Yazık Doktor” başlıklı imzasız yazıda Devlet Hastanesi Baştabibi Dr. Âdem Egeli'yi görevine geç gelmesinden dolayı eleştirmiştik. Büyük tepki yaratan yazı üzerine Âdem Egeli hakkımda dâva açmış, avukatlığını kendisi gibi Girit kökenli olan biri üstlenmişti. Beni yargılamak üzere Kırşehir'de Adalet Bakanlığı'nın özel yetki verdiği üç hâkimden oluşan ilk Toplu Basın Mahkemesi kurulmuştu. Mahkeme başkanlığına Kayserili hâkim Mehmet Taylan getirilirken Mehmet Amcaoğlu ve Suphi Alemdar üye olarak görevlendirilmişlerdi. Savcılık makamında ise Cevdet Varol yer almıştı. Kâtip Şakir Süel'di. Egeli'nin avukatı da dâvaya müdahil olarak katılacaktı.
Kırşehir Toplu Basın Mahkemesi'nin 5680 sayılı Basın Kanunu'na göre açtığı kamu dâvasının ilk duruşmasında suç konusu yazının bilirkişiye gönderilmesine karar vermişti. İstanbul Toplu Basın Mahkemesi'nce bilirkişi tâyin edilen ceza hukuku profesörü Dr. Naci Şensoy yazıda suç unsuru bulunduğu yolunda rapor verince Kırşehir Toplu Basın Mahkemesi 6 Nisan 1964'teki duruşmada oy birliğiyle kararını vermişti:
“Yeni Kırşehir” gazetesi sahip ve mes'ul müdürü Dursun Süleyman Yastıman'ın Devlet Hastanesi Baştabibi Âdem Egeli'ye neşren hakaretten 3 ay müddetle hapis ve 500 lira ağır para ceza ile cezalandırılması, müştekinin memuriyet sıfatından dolayı bu hakarete maruz kalması ve elyevm hastanede ve suç tarihinde baştabip olması anlaşılmış olmakla cezanın takdiren 1/3 olan 1 ay hapis ve 166 lira 60 kuruş ağır para cezasının ilâvesiyle sonuç olarak 4 ay müddetle hapis ve 666 lira 60 kuruş ağır para cezası ile cezalandırılması, Harçlar Kanunu'na göre 39 lira 33 kuruş duruşma harcı ile birlikte 500 kuruş posta masrafının ve bilirkişi ücreti 60 liranın sanıktan alınması, iki tarafın içtimaî ve iktisadî durumlarına göre takdir edilen 1000 lira manevî tazminatın sanıktan alınarak müdahile verilmesi, 40 lira nisbî harcın sanıktan alınması, 300 lira vekâlet ücreti ile 100 lira nisbî vekâlet ücretinin sanıktan alınarak müdahile verilmesi, sanığın tecil talebinin reddi...
Mahkûmiyet kararını Yargıtay'ın onaylamasıyla bana cezaevi yolu görünmüştü. Ve Adalet Sarayı'nın yapımıyla Defterdarlığa devredilen yeni Adliye binasının açılışından iki gün sonra 22 Haziran 1964 Pazartesi günü saat 17.00'de şimdi Adalet Sarayı'nın bulunduğu yerdeki Ceza ve Tevkif Evi'ne ilk adımı atmıştım. Gazeteci Ertuğrul Ersan, Orhan Baycan, gazete bayii Erhan Baytok, gazetemiz muhabiri olan lise öğrencisi Tuncer Ergüler (Yüksek tahsilini tamamlayıp 1971 sonunda Dazkırı Kaymakamlığı'na atanmış, Köy-Koop Genel Başkan Yardımcısı iken 12 Eylûl 1980 darbesiyle tutuklanmıştı. Şimdi Afyonkarahisar'da avukatlık yapıyor), ileriki yıllarda Av. Âdil Vahaboğlu'nun kayınbiraderi olacak olan karşı dükkân komşumuz terzi Demir Boyacıoğlu (Genç yaşta rahmetli oldu) beni cezaevi kapısına kadar uğurlamışlardı.
27 yaşında bir gazeteci olarak cezaevine girdiğim gün okuyucularıma şu yazı ile vedâ etmiştim:

ALLAHAISMARLADIK
Elinizde tuttuğunuz gazetenin kurucusu ve sahibi, çıktığından bu yana yazı işleri müdürü, beş İstanbul gazetesinin Kırşehir muhabiri bir gazeteci olarak bu günden itibaren Kırşehir Cezaevi'nde mahkûm olduğum dört aylık hapis cezasını çekmeye başlamış bulunacağım.
Kırşehir basınının bu günkü ileri seviyeye gelmesinde gösterdiğimiz samimî çabaların mükâfatını bu şekilde alacağımız hatıra gelmezdi elbette. Fakat her insan gibi bizim de hatalarımız oldu; vatandaşın hak ve menfaatlarını koruyacağız diye kanunun çizdiği hudutları da aşmış olacağız ki Kırşehir basın tarihinde ilk defa mahkûm olduk. Bu mahkûmiyetten asla ürkmüş, yolumuzdan sapmış değiliz. Dört ay sonra mesleğimize aynı heyecanla, taze bir güçle yeniden döndüğümüz zaman değişen çok şey olacak, fakat bir şey hiç değişmeyecektir: Bu memlekete, bu halka hizmet amacımız.
Mahallî basını bu günkünden çok daha üstün bir duruma getirmek için büyük hamlelerin eşiğinde bulunduğumuz bir sırada müessesemizin başından ayrılışımız, ayrıca üniversite tahsiline devam edemeyişimiz tek üzüntümüzü teşkil etmektedir. Gençliğimizin en güzel yıllarını uğrunda göz kırpmadan harcadığımız kutsal mesleğimizden geçici bir süre için de olsa ayrılmamızdan doğacak boşluğu ve mahzurları yeni elemanlarla telâfi etmiş olmamız en büyük tesellî kaynağımız olmaktadır.
Gazeteniz “Yeni Kırşehir” bu günden sonra genç ülküdaşlarım Tuncer Ergüler, Vedat Fidanboy, Hasan Nuransoy tarafından yönetilecektir. Hepsi de ayrı birer değer olan arkadaşlarım Kırşehir'in en sevilen ve en çok okunan gazetesinde yüklendikleri görevin mes'uliyetini tam anlamıyla müdriktirler. Kırşehirlilerin onların sayesinde daha güzel bir gazete okuyacaklarına inanıyorum. Kendilerine içten başarı dileklerimi sunarken aralarından maddeten ayrıldığım sevgili okuyucularımıza, hemşehrilerime, arkadaş ve dostlarıma Tanrı'dan esenlikler dilerim.
Tekrar hizmetinizde olmak üzere Allahaısmarladık.
Cezaevi'ne girmemden sonra gazetemiz yazarlarının benim için kaleme aldıkları duygu dolu yazı ve şiirler üzüntümü hafifletmiş, büyük moral kaynağı olmuştu. Bunlardan Celâl Tekiner, H. Vahit Bulut, Şükrü Afşin, Arif Gönendik, Mehmet Altay'ın yazı ve şiirlerini yeri geldikçe sizlere aktaracağım. Cezamı çekerken birçok hemşehrim de cezaevine kadar gelerek gelerek üzüntüme ortak oldu ve moral verdi. Gazeteyi teslim ettiğim genç arkadaşlarım gözümü arkada bırakmadılar, başarılı olarak beni pek aratmadılar.
Bu arada bir üzüntü kaynağı da tahliye edilmeme 34 gün kala 16 Eylûl 1964'te ikinci mahkûmiyeti almak olmuştu. Bir tekzip yazısına üç kelime ilâve etmekten açılan dâvada da 15 gün hapis ve 2000 lira para cezasına çarptırılmıştım. Bu mahkûmiyet kararını temyiz etmedim ve çekmekte olduğum cezama ekleterek 5 Kasım Perşembe günü saat 17.00'de hürriyetime kavuştum. Ard arda aldığım iki mahkûmiyet bana maddî yönden bayağı pahalıya malolmuştu.
Cezaevinden hükümlüler ve tutuklular tarafından hararetle uğurlandım. Saat 16.30'da cezaevinin arabasına bindirilerek Adliye'ye getirildim, Savcılıktaki tahliye işleminden sonra serbest bırakıldım. Hürriyete kavuştuğum anda Adliye binası önünde beklemekte olan ailem mensupları, yakınlarım, arkadaş ve dostlarım tarafından karşılanarak doğruca Yeni 2'nci Çarşı'daki gazete idarehanemize geldim.
Hürriyete kavuşmam dolayısiyle yurdun çeşitli yerlerindeki Kırşehirli okuyucularım ve dostlarım geçmiş olsun telgrafları yağdırdılar. Ayrıca İstanbul ve Anadolu'daki meslektaşlarımdan birçok telgraf aldım. Bu arada muhabiri bulunduğum Milliyet gazetesi de bir telgraf göndererek geçmiş olsun dedi, mutluluklar diledi.
KIRŞEHİRLİ KALEMLER
KEDİ YEDİ!
KEMAL ATEŞ
30 Mart 2014 yerel seçimlerinde kırkbir ilde elektrikleri kedilerin kestiği yalanı yoksul çocukluğumu anımsattı bana... Dokuz yaşıma kadar çocukluğum bozlak ve ceviz diyarı Kaman’ın yoksul bir köyünde geçti. Yoksulluk, ama öyle böyle bir yoksulluk değil. Kış çıkınca her yaz taşındığımız bağ evinde biraz rahatlıyorduk. “Oğlum olmuyor” diye sürekli evlenen, bunun için de bütün tarlalarını satan dedemden silâhlar çekilerek kurtarılmış küçük bir bağ ve birkaç dönümlük bir tarla kalmış elimizde. Baharın da, yazın da buralara gelince ayrımına varıyorduk. Taştan yapılmış tek gözlü bağ evi papatyalar, gelincikler, sümbüller içinde karşılardı bizi. Kuzularımızı, koyunlarımızı bekleyen taze otlar üstünde serçeler, ibibikler, leylekler uçuşurdu. Sıvasız, badanasız taş duvarların kovuklarından, yarıklardan kuş sesleri duyulur, analarının getirdiği kurtçukları kapmak için tüysüz yavruların kocaman kocaman açılmış ağızlarını görürdük. Bu basit yapının duvarlarında bazen yılanlar bile bir şeyler arardı, aradan biraz zaman geçince de bu canlıların çoğu evi gerçek sahiplerine bırakıp giderlerdi.
Annem kapıyı kitler, bir yerlere gider, uzun süre gelmezdi. Öğlen geçer, ikindi olur, boğazımıza bir lokma bir şey girmezdi. Açlıktan kıvranan iki kardeş ne yapacağımızı bilemezdik. Kardeşim Abdurrahman’ın kireç, toprak yeme alışkanlığı da o günlerde başladı. Gene midemizin kazındığı bir gün bir çözüm geldi aklıma. Evimizin kapısı kilitli, ancak uydurma bir kapı, tepesinden bir boşluk bulup içeriye girdik. Yoksul evin tek yiyeceği “külek” dediğimiz tahta kapta mayalanmış, henüz açılmamış, kaşık değmemiş, üstü bir parmak kalınlığında kaymak tutmuş yoğurt... Ağzını açıp bir kenarından kedi nasıl yerse öyle yiyoruz kardeşimle ve kedi gibi de kapağını kapatmıyoruz. Ve ancak bir kedinin sığacağı kapının üstündeki küçük delikten girdiğimiz gibi çıkıyoruz. Akşam annem geldiğinde de “Kedi yemiş!” diyoruz.
Annem yutmuyor tabiî; büyük olarak beni sorumlu görüyor, eline geçirdiği sopayla düşüyor peşime... Annemi yoğurdu kedinin yediğine hiçbir zaman inandıramadım.