UZUN süredir Kırşehir’e gelemedim. Burnumdan tütüyor.

UZUN süredir Kırşehir’e gelemedim. Burnumdan tütüyor. İlk fırsatta anayurdum, baba ocağım Kırşehir’e geleceğim. Dostlarımla, arkadaşlarımla hasret gidereceğim.
Kırşehir’e gelemedim birkaç aydır, ama Kırşehir’de olup bitenleri gazetemiz “Kırşehir Çiğdem”de günü güne takip ediyorum.
Fırsat ve zaman meselesi. Havalar malum sıcak geçiyor. İnsan şöyle oturup keyiflice bir yazı da yazamıyor.
Ülkemizde olup bitenlere bakıyor insan, canı sıkılıyor, morali bozuluyor. Kırşehir’de insanların da mutlu olduğunu düşünemiyorum. Çünkü şehit haberleri yüreklerimizi dağlıyor.
İşte Kırşehir onbeş gün içinde iki şehit verdi. Siyasiler ve ülkeyi idare edenlerin durumları ortada…
Diyecek hiçbir şey bulamıyoruz.
Yaşlı adam yılların ve güneşin dilim dilim dildiği suratını daha da ekşiterek yüzüme baktı. Yaşlılığından mı, kızgınlığından mı anlayamadığım şekilde derin derin soluyordu. Ağzından sözcükler tane tane dökülüyordu;
“Bu millete yapılan kötülükleri bilmeyeniniz var mı?” Durdu, soluklandı, devam etti.
- “Birincisi, aha bunu, bu kitabı satır satır okuyup öğretmediniz, anlatmadınız!” Elinde eski yazı, soluk, saman kağıdı renginde bir kitabı sallıyordu. Uzattığı kitabı, uzandım, aldım. Eski yazı altında, aynı büyüklükteki puntolarla “Nutuk” yazıyordu. Atatürk, “Nutuk”u Meclis’te okumakla kalmamış, Anadolu’nun tümüne olduğu gibi, Ankara’dan binlerce kilometre uzaklıktaki bu köye de ulaştırmıştı.
- “Aha bunu bu millet okusaydı, anlasaydı, bugün yaşananların çoğu yaşanmazdı. Bu dağ başlarında biz işgal görmedik, yaşananları anlamadık. Anlayamadık. Hacının, hocanın yalan yanlış anlattıklarıyla bu insanların kafası karıştırıldı. Devlete düşmanlığın tohumları atıldı…”
Burası, Türkiye, İran, Irak sınırına çok uzak olmayan, dağ başında bir köy. İhtiyar adam, bu bölgelerde yaşanan tüm ihanetlere karşın, ayakta kalabilmiş yakın dönemin canlı tanıklarından birisi. Aşiretin Konya, Karaman dolaylarından buralara gelişiyle ilgili bir çok hikaye dinliyorsunuz.
- “Otur hele, ayakta kaldın ağam… İkincisi ailemizi, aşiretimizi böldünüz. Bir gün sabah kalktık, karşı yamaçtaki köyde oturan anama gideceğiz. Jandarma durdurdu bizi, gidemezsiniz diye. Ne dediysek dinletemedik. Aradan sınır geçmiş, orası Irak olmuş. Ama ağam, o köyde bizim, bu köyde. Bunu anlatamadık. Akrabam evleniyor, düğüne gidemiyoruz. Ölen, yiten oluyor başsağlığına gelemiyor insanlar. Dağ aynı dağ, dere aynı dere. Aramıza görünmez bir duvar örüldü. Geçemiyoruz.”
İngiliz siyasetinin bu bölgedeki asıl yıkıcı etkisinin, Irak-Türkiye sınırı çizilirken sosyal ve tarihî dokunun özellikle bölünmesi olduğunu, bu bölgede görev yapıp da görmeyen olduğunu sanmıyorum. Son dönemlerde filmlere bile konu oldu, bu sosyal gerçeklik. Bölgedeki feodal yapının bu yüzyılda savunulacak bir tarafı yok, ama bu sosyal gerçekliği de kaldırıp bir tarafa koyamazsınız. Bölgede etkinliği yadsınamaz “şıh” ya da “seyyid”lerin sırtlarındaki hırkaların, el aldıklarına Konya’daki bir Mevlevî dergâhından verilmiş olması da oldukça manidârdır.
- “Üçüncüsü ağam, silahlarımızı topladınız. Bizim bu dağ başlarında kurda, kuşa, eşkıyaya, hele de bu çakallara karşı tek dayanağımız silahlarımızı topladınız. Biz devletimize inandık, artık kavga dövüş olmaz diye silahlarımızı götürdük, jandarmaya teslim ettik.” Söylediklerinin anlaşıldığından emin olmak ister gibi suratıma dik, dik bakıyordu yaşlı adam. Soluklandı bir an ve devam etti;
- “Bu çakallar silahlarını teslim etmedi, sakladı, güneye, Irak’a götürdü. Sonra geldiler, köylerimizi bastılar, ellerinde silahları vardı. Bizler çırılçıplaktık, silahsızdık. Karakola haber saldık. Karakol çok uzaktı. Devlet çok uzaktaydı. Direnenler oldu, vurdular. Bu dağ başında, ellerinde silah olanlar, malımızı, ırzımızı, çocuklarımızı bağırttıra, bağırttıra aldılar. Silah çakaldaydı, güç çakaldaydı. Silahlarımızı elimizden alan devlet, canımızı, malımızı korumadı, koruyamadı. Çakallara yem olduk, teslim olanlar, onlara katılanlar oldu…”
- “…”
- “Seçim var dediler. Ense kökümüzde namluların soğukluğu sandık başlarına götürüldük. Bunun adı demokrasiydi. Mührü nereye basacaksın dedilerse oraya bastı bu insanlar.”
Seçim, halk iradesi, sandık denildiğinde, Bingöl’de yaşadığım bir başka olayı hatırladım. Sorumlu olduğumuz bölgede sandıkların emniyetini almakta idik. Önemli bir sorunla karşılaşmamıştık, ama görebildiğimiz kadarıyla, hemen her köyde, sandığa ancak üç beş kişi gitmişti. Ancak, akşam olup sandıklar açıldığında, her sandıktan yüzlerce oy çıkmaktaydı. Bu konuyu birkaç sandık başkanına, seçim görevlilerine sorduğumda aldığım cevap daha da garipti ama, sanırım Türkiye’nin demokrasi kültürünü anlatmaya yetiyordu;
- “Ee ağam, bunlar bizim iyi hallerimiz. Eskiden bir kişi gider bütün köy adına oy kullanır gelirdi, kim uğraşacak bununla. Milletin işi var, gücü var…”
Açılımın ucunun nerelere gideceğini zamanında, bu köşede yazmıştım.
Bugün yaşananlara bakınca, dün yaşadıklarını hatırlamadan edemiyor insan.
Bugün yaşadıklarımızın, “şark kurnazlığı” kolaycılığının sonucu olduğunu görmemek mümkün değil. Zamanında bir düşünür (Bacon); “bir toplumda kurnazların (kurnaz yöneticilerin) ‘akıllı’ muamelesi görmesi kadar ‘tehlikeli’ bir şey yoktur” demiş. Kurnazlık kokan gelişmelerle dolu siyaset hayatımızda yeni kurnazlıklarla karşı karşıyayız.
Kurnazlık denince de “tilkiler”in akla gelmemesi de mümkün değil doğal olarak…
Tilki ormanda gezinirken, bir ağacın dalında asılı bir geyik budu görür. Açtır, ama şüphelenir, etrafında dolanır, kontrol eder, inceler, görür ki; “bu bir tuzak”. Geyik budu bir iple, bir bombaya bağlıdır.
Epeyce uzağa, ama geyik budunu görebileceği bir yere gider. Başını kollarının üzerine koyarak yatar. Biraz sonra bir kurt görünür. Budu görür ve bir tarafta yatan tilkiyi de fark eder. Tilkiye seslenir;
- “Ne yapıyorsun dostum?”
- “Hiiiiç, yatıyorum…” diye cevap verir tilki.
- “Burada bir but var?”
- “Evet, gördüm dostum.”
- “Neden yemedin?” Tilki, yutkunur ama sükunetle yanıtlar;
- “Bugün niyetliyim…” der üzüntülü bir yüz ifadesiyle kurnaz tilki.
- “Eh o zaman, benim yememe itiraz etmezsin, sevgili dostum…”
- “Ne yapalım, senin kısmetin. Buyur afiyet olsun” der tilki.
Kurt iştahla geyik buduna uzanır. Peşinden bir patlama… Ortalık toz duman. Kurt bir yana, geyik budu bir yana savrulur. Tilki yerinden kalkar, geyik buduna doğru seyirtir ve budu yemeye başlar. Beş on metre uzakta, sersemlemiş ve yaralanmış kurt bunu görür ve iniltiyle seslenir;
- “Ulan şerefsiz, hani oruçtun?”
Tilki, bir yandan budu yerken, pişkin pişkin sırıtarak yanıt verir;
- “Biraz önce top patladı, duymadın mı?”
Sahi, içinizde tilkinin oruç tutmaya niyetli olduğuna inanan “yüzde elli sekiz” saflıkta kaç kişi var?