Gazetemizin kıymetli okurları; bu köşede ara sıra, bir zamanlar ülkemizdeki gazete ve dergilerde yayımlanmış olan ancak şimdilerde ise çok kimselerin isimlerini hatırlamadığı yazarların edebi kıymeti olduğunu düşündüğüm yazılarını, özgün yazım ve dili koruyarak yayımlayacağım.  Ben bu yazılara “Saklı Kalan Yazılar” ismini verdim.

Saklı Kalan ilk yazımız, bu yıl 90’ncısını kutladığımız Dil Bayramı’na saygı anlamı taşıyor. Besim Atalay’ın 1941 yılında Ulus Gazetesinde yayımlanmış yazısının bir bölümü:

DİL BAYRAMI DOLAYISIYLA

Dil, canlı bir varlık demektir. Çünkü canlı bir varlığın hizmetindedir. Her canlı yaşayabilmek için beslenmek zorundadır; beslenmeyen canlıların yaşayamayacağı gibi dil de beslenemez ve bakılmazsa yaşıyamaz; onun içindir ki yaşaması arzu olunan bir dil boyuna beslenmeli ve bakılmalıdır.

Nasıl ki yaşıyan şeyler aldıkları gıdayı kendi vücutlarına sindirerek yaşarlarsa bir dil de içerisine aldığı bir kelimeyi sindirirse ondan faydalanabilir. Kursakta sinmiyen ve erimiyen yemekler çok kere vücuda zarar verir; iş dilde de böyledir; dilin yapısına, esas kurallarına, söyleyiş ve kullanışına uymıyan bir kelime o dil için yükten başka bir şey değildir.

Dil bir ağaç gibi kendi köklerinden aldığı gıda ile büyür ve gelişir…

*

Saklı Kalan ikinci yazımız 1953 yılında Akşam Gazetesinde Vâlâ Nureddin’in köşesinde yayımlanmıştır:

“TÜRKÇESİ BOZUK MÜNEVVERLER”

Geçenlerde bir vazife dolayısıyla icap etti de, muhtelif çağlardaki münevverlerimizin el yazılarını okudum. Kendimi Babil Kulesinde sandım; çünkü aynı milletin aynı çeyrek asrının evlâtları ayrı alfabelerle, ayrı imlâlarla, ayrı tabir ve ıstılahlarla, aynı mefhuma karşılık ayrı kelimelerle yazı yazıyorlardı… Daha garip ve daha feci: Büyük bir çoğunluğu, ana dilini yanlışsız bilmiyordu.

Aralarında kimler yoktu: Mütekait yüksek memurlar ve askerler, hocalık etmiş hekimler ve avukatlar… Bunlardan başlayın: yeni liselerimizin ve yüksek okullarımızın mezunlarına kadar… Ve bunlar, kendilerine müellifliği, mütercimliği de ikinci bir meslek olarak seçmişler… Hâlbuki Türkçe üzerindeki titizliği ile meşhur olan, geçen nesildeki muharrirleri imtihana çeken Süleyman Nazif merhum, pek çoğuna sınıf döndürürdü. Lisan tahsillerini tamamlasınlar diye hepsini rüştiyenin birinci sınıfına yollardı.

Eski neslin hâlâ Arap harfleriyle yazan bayları, ha’ları, hı’ları, he’leri, zel’leri, ze’leri, za’ları, zat’ları bilmiyorlar. Rıza’yı zı ile yazan mı ararsın, bir sahifede kırk elli yanlış yapan mı? … A efendi hazretleri! Madem direttin, bu mübarekleri ısrarla kullanıyorsun; onlar senin ifade âletlerin demektir. Hakkıyla sahip olamıyorsan, beceremiyorsan Lâtin harfleri yaz…

Peki amma, Lâtin harfinden gayrı harf bilmiyen yenileri neyliyeyim? Müsveddeler arasında, (Olupta), (Olup ta), (Olub  ta), tarzındaki imlâlara ve benzerlerine rastladım. İşin daha fenası, insicam yok. Başlangıçta öyle yazmış, sahifenin altında zıddını…

Bir nesiliz ki Türkçeyi sahipsiz bırakmışız. Eskilerimiz de bilmiyoruz, yenilerimiz de… Türkçeyi mukaddesattan saymamışız, ona hürmet etmiyoruz. Kültür sahasındaki en büyük suçumuz budur. Tahsil ilerledi, türlü meslekler de münevverlerimiz yetişiyor diye iftihar edip durmaktayız. Bu övünüşümüz derecesinde hayıflanmalıyız: Yetişen münevverlerimizin ana dillerini hiçbir medeni millette görülmemiş kadar az bildiklerine ağlamalıyız.

Bu noksanımızın membaı, kendimizi (ölçü) saymamızdandır. Hocalar yanlış bir yol tutturup  daha ilkokuldaki çocuğa:

---Oğlum! Konuştuğun gibi yazacaksın. Bildiğin kelimeleri kullanacaksın! , dediler; o zavallı da cehlini, hatasını Türkçe için ölçü saydı; daha mütekâmil bir Türkçeyi, bütün kelimeleriyle öğrenmeğe heveslenmedi. Türkçe bu yüzden körleşti.

İngiliz çocuğunun, Fransız çocuğunun lûgat kitapları, lûgat defterleri tahsil esnasında, hatta büyüyünce yanından ayrılmaz. Bizde ecnebilerin dillerini adeta kudsi bir şey sayıp pek çok kelimeleriyle, iyi telâffuziyle bellemeğe çabalıyoruz, öğrenenleri bir nevi fikri aristokrat sayıyoruz; kendi sevgili Türkçemize gelince, (ölçü) –ilkokul diplomanız yoksa bile- kendi nefsimizdir:

--- O muharrir anlaşılmaz kelimeler kullanıyor. Ruhumu okşamıyor.

Bir kendimizi beğenmişliktir, bir böbürgenliktir almış, yürümüş;  Türkçemizin gradosunu düşürmüş. Sade suya lâpa! O da, taşı ayıklanmamış cinsten… Münevverlerimizin el yazılarında bile cümleler Yaradana yan bakınca vah bize, eyvah bize!

Öğretmenler! Evvelâ Türkçeyi mukaddes bir varlık sayıp kendiniz iyi öğrenin. (Zira onu hiçbirimiz kâfi bilmiyoruz.) Sonra, Türkçesi zayıf olanlara sınıf geçirmeyin. İmlâ yanlışı yapanlara ilkokuldan, ifade yanlışı olanlara ortaokuldan diploma vermeyin. İyi Türkçe konuşup yazamayanları lise mezunu yapmayın…

Yoksa bütün bu hallerden mesul sizlersiniz.

**

Saklı Kalan Şiirler köşemizin bu haftaki misafiri  Orhon Murat Arıburnu. Şair’in 1950’li yıllarda yazmış olduğu şiir:

İNADIM İNAT

İstediği kadar

Su alsın kunduram

Gemi değilim

Batmayacağım

Tutsunlar cehenneme

Atsınlar beni

İnadım inat

Yanmayacağım

Vursunlar belime

Kahrolsun vücudum

Yıllarca kahırdan beter olmuşum

Ölmeyeceğim

İstediği kadar

Dönsün bu dünya

Yaşadım

Yaşıyorum

Yaşayacağım…