Yazmayı bir serüven olarak görüyorum.Sonsuzluk yolculuğunda insanlığın bu şah eser buluşunun verdiği  huzuru ve yudumlattığı tadı sonraki kuşaklara bırakmanın ayrıcalığı… Her sözcüğün, her harfin kaybolmadan sonsuzluğa taşınmasını sağlarız. İnsanlığa bırakılan en ayrıcalıklı ve muhteşem miras.
    Yazarken bir tür kaygısı taşımıyorum. Veya öyle bir amacım yok. Anlatı, anı, deneme, öykü iç içe geçiyor. Veya ben bunu amaçlıyorum. Kendime özgü dili yakalamaya çalışırken, aynı zamanda tür karışımının vereceği tadı yudumlatmak istiyorum. Başarılı olup olmaması benim sorunum. Eleştirmenlerden kabul görüp, görmemesini umursamıyorum.
    Yazma serüvenine bir bulaştınız mı ondan kopamaz, ayrı düşünemezsiniz, düşemezsiniz.
    Her ayrılık bir boşluk yaratır zihinde ve yaşamda… Kanadı kırık bir kuş misali çırpınırsınız. Zihninize takılan her sözcük kemirir durur. Yakanıza yapışır, hesap sorar, sizden. Bu durum hem kendinize duyduğunuz sorumluluk, hem de zorunluluğa dönüşür. En iyisi sözcükleri fazla bekletmeden kâğıda aktarıp, yükten kurtulmaktır.
    Birçok insan hayatının roman olduğunu sıkça dile getirir. Belki öyledir, belki de sıradan, anlamsız konular ve olaylar, yaşantısı onun için bir roman değerindedir. Bana kalırsa; bahsi geçen insanların çoğunun yaşamı bir öykülük değeri taşımaz. Zaten onlarda bunu bildiklerinden veya farkında olduklarından bir kaç cümle sonra tıkanıp kalırlar. Aslında hem zihinleri, hem de yaşantıları boştur.
    Yazarken; gözlemlerden ve yaşantılardan yola çıkarak kurgulamak en iyisi… Kendine ait bir kurgu, kendine ait bir tema zenginliği. Gerisi çorap söküğü gibi gelir. Bu arada sözcükleri yerinde ve zamanında kullanmanın maharetini söylememe bilmem gerek var mı?... Sanatsal bir dokunuş, edebi bir dil, kurgu ve anlatım.
    Meramınızı ifade zorluğu çekiyorsanız hiç girişmeyin, yarı yolda kalırsınız. Hayal kırıklığı yaşarsınız.
    Olayların sizi sürükleyeceği yere gitmeye kalkışırsanız belirsizlikle karşılaşma riskini de göze almalısınız. Bu nedenle birazda siz olaya kendinizce yön vermeye çalışın.
    Ne zaman masamın başına oturup yazmaya başlasam huzura eriyorum. Sükunet ve ferahlık. Yürekle beynin buluşması  diyorum ben buna…. Kanatlanıp, gökyüzünün sonsuz maviliğine karışırım. Kavgadan, gürültüden uzak… Kendimle olmanın huzuru… Ben buna Nirvana yolculuğu diyorum. Sessizlik… Tanrı’yla buluşma veya kendimle buluşma… Hangisi inancınıza uygunsa… İnsanları yazarken onlardan uzak, kendinle bütünleşmek…
    Yolculuklar yorucudur. İnsan ruhuna yapılanı bitkin düşürür sizi… Onun dünyasına girmek, onunla birlikte yaşamak, onun bir parçasına dönüşmek… Ancak, olayı ve yaşamı gerçekçi olarak sözcüklere dökmek istiyorsan onunla yaşadığını hissetmelisin, hissettirmelisin.
        Zamanın akışına engel olamayız. Ayrıca aynı olayı tekrar yaşama şansımızda yok.  “Tarih tekerrürden ibarettir “ söylemi koca bir yalandır. Bir nehrin sularının aynı yerinde nasıl ki ikinci kez yıkanılmazsa, hiçbir olayın ikinci kez tekrarı yoktur. Çünkü; zaman, kahramanlar, ve onların ruh dünyası aynı değildir. Hiçbir edebi eserinde ikinci bir tekrarı yoktur.
        Söz ve anlatı bir edebi kurgu olarak çok önemli ve anlamlı olmakla birlikte, onu asıl değerli kılan geçmişe yaptığı yolculuktur. Geçmişin ruhunu, benliğini, kimliğini, geleneklerini, inançlarını, hafızasını, mirasını bize ulaştırmasıdır.
Yazar geçmişten beslenir. Geçmişten beslenirken kendi geçmişine uzanır, hikâyesini yazar. Geçmişi yok sayan veya geçmişi bugüne taşıyıp geleceğe miras olarak bırakmayan toplumlar dirençlerini kaybeder, yaşama sevinçlerini ve gelecek arzularını yitirirler. Geçmişi kaybedilirse, bugün yaşanamaz, gelecek yok olur. Bugün geçmişle gelecek arasındaki köprüdür.
Yazar; bu köprünün ağır söz, yazı işçisidir.
    “Yazmak deliliktir“ diyen Erasmus’un asırlar öncesinin sözüyle, sesiyle her yazarda biraz delilik damarı vardır. Sizin anladığınız anlamda bir delilik değildir bu… Hayatın birikimlerinin yüreğine ve ruhuna yüklediklerinden kurtulmaktır. Beynini kemiren düşüncelerden, duygulardan, sorumluluklardan kurtulmanın yarattığı huzura ermektir. Kendisiyle olurken, hiçleşmektir. Her yarattığı sözcük ve sözle akmaktır. Coşkuyla hüznün, mutlulukla kederin, sevinçle acının buluşmasının, çekişmesinin, çatışmasının yarattığı karmaşanın son bulması veya yeni bir karmaşa sürecine sürüklenmesidir. Bu nedenle dışarıdan görüldüğü gibi imrenilecek bir durum değil, ağır bir işçiliktir. Hem bedenen, hem de zihnen ağır bir işçiliktir. Bir çok insanın kendisine dert edinmediği olayları ; örgüler kurarak, temalarla zenginleştirerek, zaman ve mekanla ilişkilendirerek  geçmişten geleceğe taşımanın yoruculuğu… Saatlerce, günlerce süren bu yolculukta dolaşmak, limana demir attığını düşündüğünüzde yeni bir yolculuk için sürekli bir arayış, yeni bir liman. Belleğinize yükleyip, onunla birlikte olmanın, ona dönüşmenin, özdeşleşmenin zihinsel yorgunluğu. Bir nevi ruh gezgini…
    Öykü yazmaya başlamak, çoğu kişinin genç yaşlarda yakalandığı kaba kulak gibi bir hastalık. Önemli olan süreklileştirmekse; bıkmadan, usanmadan, öz veriyle, azimle, sabırla ve inatla yazmayı kalıcılaştırmak için pes etmemektir. Bir çocukluk veya gençlik hastalığı gibi ucundan tutup, sonra da bırakı verdiğinizde geriye çöp yığını, işe yaramaz ıvır zıvır, anlamsız söz yığınları kalır. Tabii ki yazabilmek için  çok okumak, gözlemlerde bulunmak, geçmişten beslenmek, dili özenli ve saygın kullanmak gerektiğini söylememe, bilmem gerek var mı?...
    Çünkü; “dil, çift kişiliklidir, bir iletişim aracı, bir kültür taşıyıcısıdır. Bir kültür ve tarih elçisidir. Dil, bir kültürün ve tarihin izlerini ve yükünü taşır, varlığımızın ve dünyadaki yerimizin ne olduğunu algılar hale getirir.” (BİTTİ)