Kırşehir’de Süleyman, Mehmet Ağa’nın dört oğlunun en küçüğü idi. Kardeşi Mustafa Çanakkale'de şehit düşmüş, diğer iki kardeşi de geçirdikleri amansız bir hastalıktan ölünce tek başına kalmış, ailesinin geçim yükü üzerine binmişti.

Kırşehir’de Süleyman, Mehmet Ağa’nın dört oğlunun en küçüğü idi. Kardeşi Mustafa Çanakkale'de şehit düşmüş, diğer iki kardeşi de geçirdikleri amansız bir hastalıktan ölünce tek başına kalmış, ailesinin geçim yükü üzerine binmişti.
Daha henüz delikanlılık yaşına ya gelmiş, ya gelmemiş sarı öküzle saban koşup tarlaları sürüp ekmeye başlamıştı.
Babası, yaşlandığı için işin ucundan tutan Süleyman'ı daha çocuk denecek yaşta evermişti. Gelin ev işlerinde kaynanasına yardım ediyor, harman, hasat işlerinde de kocasına yardıma koşuyordu. Geçen yıllar içerisinde çoluk çocuğa karışmışlar, beş oğlan üç kızın yükleri omuzlarına binmişti. Süleyman ufak boylu, kara, kuru bir gençti.
Nüfustaki adı köylülerce unutulmuş, adı Güccük Gara'ya çıkmıştı. Zaten Kırşehir’in Karacaören köyünde lakabını söylemezsen kimi tanıyabilirsin ki. Ad ve soyadından önce lakap gelir.
Çocuklar büyüdükçe oturdukları ev aileye küçük gelmektedir. Büyük oğlu Ömer'i everince bu ihtiyaç daha da su yüzüne çıktı. Şimdiki adı Bahçelievler olan yerden bir arsa alıp, bir iki göz dam, bunlara ilavetende ahır, samanlık, kümes yapıp mahalleye yerleştiler.
Almanya'ya işçi akımı Karacaören'de de başlamıştı. O da oğulları Ömer ile İsmet’i bu kervana katmada gecikmedi. Beş-on kuruş oğullarından geliyor, eskiye göre rahatlıkları ne de olsa daha iyileşiyordu. Gücük Gara dayı da (köylüleri öyle derdi), tedavisi o yıllarda belli olmayan ruhunda bir daralma, bir sıkılma hastalığı vardı. Ne kadar hacıya, hocaya muska yazdırıp okutturduysa da tedavi görememişti. Sabah namazını evde kılar köyü biraz gezip Boztepe'ye gider, orada kızını ve torunlarını ziyaret eder, öğle namazından sonra Horla köyünün yolunu tutardı.
Horla'da eş, dost gezer, bir iki ağıt söyler, onlarla şakalaşır, ikindi namazını da o köyde kılardı. Akşama doğru yayan yapıldak Karacaören'in yolunu tutardı. Oturduğu odada ya da bir yerde beş on dakika zor dururdu.
Oğlu Mustafa'yı yanından ayırmaz tarla, tapan işleri bitince Astsubay olan oğlu Adem'i hangi vilayette görev yapıyorsa ziyarete gider, yerine göre on beş gün, bir ay kaldığı olurdu. Mustafa'nın da ruhi yönden babasından pek farkı yoktu. Onun sırtı komple tıpkı zencilerin rengindeydi. Mustafa bu yüzden arkadaşlarıyla çeşmenin havudunda yıkanamaz, güreş tutamaz, onların sırtı gara diye takılmalarından utanır, köşe bucak kaçardı.
Gara dayı, oğlu sırtı Gara'yı yanına alıp Adem'i ziyaret amacıyla köyden Yerköy'e kadar bazen eşekle, bazen yaya olarak ulaşmış, oradan Kars trenine binmişlerdi. Tren Erzincan'a gelince aktarma yapar. Gara dayı, oğlu Mustafa'yı Kars trenine bindirir. Trenin kalkmasına az bir zaman kala o tuvalete gider. Çıkışta bindiği trende oğlunu arar bulamaz, bağırır, çağırır, ağlar ama bu trenin geri dönmesini sağlamaz. Meğerse aceleyle Yerköy istikametine giden trene binmiştir. Onun bu feryadına acıyan kondüktör bilet milet sormaz, buna göz yumar.
Yerköy'e gelince inen yolcuları tek tek gözden geçirse de oğlu Mustafa'ya rastlamaz. Ağlıya sızlaya köye gelir, Mustafa nerede diyen hanımına durumu olduğu gibi anlatır. Mustafa'mı bulmadan bu eve gelme diyen otoriter bir yapıya sahip olan hanımı kocasını eve almaz.
Mustafa trende babasını görmeyince ağlar, sızlar, elden bir şey gelmez, daha çocuk yaşta biri. Onun ağlayıp sızlamasına tesadüfen o kompartıman da bulunan bir Kırşehirli hemşehrisi dikkat kesilir. Meseleyi anlayınca Kars'a kadar Mustafa'yı sahiplenir, yedirir, içirir. Kars'ta da Adem Başçavuş’u bulup ona teslim eder. Bir hafta sonra Adem'den gelen telgrafla mesele aydınlanır. Gara dayı da evine girer. Tırpan çaldığı hasat yıllarının birinde oğlu Mustafa desteyi topluyor, torunu küçük Emin de amcasına yardım ediyordu. Bağrı yandıkça Gara dayı, yığının dibindeki su bocasını tepesine dikerken öğlen kendilerine ayran ya da çalkamaç yapacağı kesedeki süzmeye göz atıyor, arada ondan damlayan suyu diliyle ağzına akıtıyordu. Süzme kuş lastik çatalı bir değneğin ucunda asılı duruyordu. Emin, işten kaytarıp yığının dibinde gölgede oturuyor, yere eştiği çukura karınca, böcek doldurup onların oradan çıkmalarını seyrederek oynuyordu. Emin’in ayağı birden yere saplı değneğe değdi, o anda ağzı açık keseden yoğurt yere saçıldı. Öğle vakti gelmiş Gara dayı, yığına doğru yürürken başına sinekler dolmuş boş kese ve süzmeyi görünce oğlu ve torununu öfkeden köye kadar kovaladı.
Gara dayı orada efkarlanır yanık yanık, “Ağlaya ağlaya gözümden oldum/Söyleye söyleye dilimden oldum/Beni öyle gınamayın gomşular/Çok derdime derman bulamadım” dörtlüsünü sıraladı.
Küçük Erdoğan (ben) Karacaören'de evlerinin önündeki kuyunun başına konan kuşları taşlarken Gara dayı oradan geçiyordu. Erdoğan'ın duyacağı şekilde, “Gara yaşlı Gara dayı/Sırma saçlı Gara dayı/Altın dişli Gara dayı/Bok yemez Gara dayı” diye mırıldanırken çocuğun bunu ezberleyeceğini bilmiyordu. Ağzı şiir ve ağıt doluydu. O geçerken kadınlar önünü çevirir, Gara dayı bir şeyler söyle de ağlayalım derse onları kırmaz, “Ağlaya ağlaya gelme mezar başına/Uyanıp da sana gülemem gayri” diye türküye başlarken zaten Almanya yolu bekleyen kadınların hıçkırığı ortalığı sarardı.
Her şeyi kafaya takmaz, hüzünlü olduğu günlerde bile insanları güldürecek sözler ve şakalar ederdi.
Bir gün mercimek işlerken oğlu sırtı gara tuvaleti bahane edip arpa tarlasına girer. Oradan babasının duyacağı şekilde kedi taklidi yaparak miyavlamaya, aynı onlar gibi ağıtı andıran ses çıkarmaya uğraşırken babası “Öte dürzü öte. Sende mi doymaz kedi gibi kızan oldun” diye hem bağırır, bir yandan da küfürler yağdırırdı.
Gara dayı, oğlu Mustafa'yı yine yanına alarak oğlu Adem'i ziyarete Tekirdağ'ına gider. Ev şehrin dışındadır. Gündüz izinli olan Adem onları gezdirmekte, akşam da karakola nöbete gitmektedir.
Gündüz çok gezdiklerinden yorulmuşlar, yemeği yer yemez uykuya dalmışlardı. Gücük Gara, gece iki-üç sefer idrara çıkardı çıkmasına da o gün çok karpuz yemişlerdi, neredeyse idrarını tutamaz duruma gelmişti. Gece tuvalete girip çıkması torunları ve gelinine uyku böldürüyordu. O da bundan utandığından dışarı çıkar, hem gezerim, hem idrarımı yaparım, kimseyi uykusuz koymam diye karar verip uygulamaya geçer. Ora senin, bura benim hem gezmekte, hem idrarını yapmaktadır. Ortalık ağarınca mezarlıkta haliyle seçilmeye başlamıştı. Geçenlerin ruhuna diye üç Kul-hu bir Elham okuyup mezarlıktan eve doğru yürüyordu. İnsanlar yeni yeni kalkıyor, sokağa çıkıyor onu görenler de hemen evlerine kaçıyordu. Meğer Gara dayının üzerindeki patiskadan dikilme beyaz don ve beyaz fanila geriden kefen gibi göründüğünden kendisinin de mezardan gelmesinden dolayı görenleri korkutmuştu. Evi de şaşıran Gara dayıyı sonradan gelen polisler karakola götürmüşler, mesele anlaşınca da gelen oğlu Adem'e teslim etmişlerdi.
Gara dayı, ev ev, oda oda köyde akşama kadar gezer, Almanya ve oradaki yaşamlardan kulak dolma bilgiler edinir, öğrendiklerini de şakalarında kullanırdı. O gün yeni taşındığı mahalle komşularının birinin oğlu Almanya'dan izine gelmişti. Oraya hoş beşe gitti. Odanın kapısından girince başta yeni gelen Almancı ve odadakiler hep birden ayağa kalkıp onu köşeye buyur ettiler. Başköşe odaların sağında solunda sedir olan yerden yüksek olduğu gibi bir de alta minder, sırtı dayamaya da yastık olurdu. Usulca odanın giriş yerinde testilerin ve ayakta dikilen çocukların dibinde bulduğu bir yere oturup sıvışıverdi. İlla başköşeye geç diyenlere oturun diye elini sallarken mahalleye yeni göçtüğünü, daha başköşeye oturacak kadar eskimediğini anlatma gıyabında, Almancıların diliyle, “DAHA OTURMA MÜSAADESİ ALAMADIM” (vize. Eskiden adı köylerde oturma müsaadesiydi) deyip on dakika bile oturmadan hastalık icabı, toz olup bir başka odaya gitti.
NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.