Kırşehir Anadolu’nun tamda göbeğinde yer almış, geçmiş idarelerde fazla savaş hasarına uğramamış bir kent. Tek gelir kaynağı çiftçilik ve hayvancılık, eğer Petlas’ı saymazsak başka bir istihdam kaynağı yok.

Kırşehir Anadolu’nun tamda göbeğinde yer almış, geçmiş idarelerde fazla savaş hasarına uğramamış bir kent. Tek gelir kaynağı çiftçilik ve hayvancılık, eğer Petlas’ı saymazsak başka bir istihdam kaynağı yok.
Son zamanlarda besicilik alanında, öne çıkan sorunlarıyla tartışılmaya başlandı. Tahminen ve benim araştırmalarıma göre yüz elli bin kadar büyükbaş hayvan ve yüz seksen bin kadarda küçükbaş hayvan var. Bu rakamlar nüfus oranına göre ellili yıllara bakarak çok az. Besicilik öne çıkarken bazı sorunlarıda beraberinde getirdi.
Çevre kirliliğini artırırken, bilhassa yer altı içme suyunu kirletmesi bakımında çok önemli olan arıtma tesislerinin yapılmadan, besicilik yapılan işletmelere ruhsat verilmesinin arkasında mandıra kokusundan daha pis kokular yayılıyor. Esasında besicilik yapımında seçilen yerlerde çok yanlış. Kesif yemlerle beraber verilen ilaçlar, hayvanları kısa sürede kesilecek duruma getiriyor. Elde edilen etlerin ne kadar sağlıklı olduğunu tespit etmek yetkili kurumların işi (eğer varsa).
Benim köyüm olan Sevdiğin’den Kırşehir’e okula yürüyerek gelirdik, kışın biraz zahmetli olsa da yazın zevkli olurdu, şimdiki talebeler gibi bir sokak arkadaki okula servisle gidilmezdi. Bizim zamanımızdaki servisler iki kişilikti. Eğer hayvan biraz iri olursa sırayı üçlerdik.
Sevdiğin’den şehre gelirken, şimdiki üniversite kampüslerinin hemen batısında köy yolu vardı ve şehre hâkim en güzel panorama seyredilecek yerdi Ağbayır. Sabah erken orda görülürdü şehirden çıkan büyükbaş hayvan sürüleri. Bunlar genellikle süt hayvanları inekler olurdu ve çok iyi hatırlıyorum. Üç tane hayvan sürüsü çıkardı şehrin değişik semtlerinde. O zaman elde edilen sütün kalitesi ve lezzeti bambaşka idi. Çünkü hayvanlar doğal beslenirdi. Her evin yoncalığı ve bostanı olurdu. Bağ ve bahçesi olmayan inek sahipleri bahçe kiralar ve orda getirdiği çayır çimen artık ne yetişiyorsa hayvanını onunla beslerdi.
Şimdiki gibi pek öyle süt satılmazdı, artan ve fazla gelen sütleri fakirlere ve komşulara verirlerdi. Kasaplar, ciğer, kelle ve sakatat satmaz, kapısına gelen ve tanıdıkları olsun olmasın fakirlere verirlerdi.
Bunları neden yazdım, yukardaki başlığa bakan sayın okuyucular ne alakası var imparatorlukla diye düşünebirler. Bunu eskiden halkın nasıl dayanışma ve yardımlaşma ile hayatlarını sürdürdüklerini anlatmak için değinme ihtiyacını gördüm. Bütün Anadolu kentlerinde böyle dayanışmaya rastlarız. Yediği üzümün parasını omcanın dalına asarlardı hikâyesi pek inandırıcı değil. Orduyla halkın yaşantısı çok başkadır.
Son zamanlarda Osmanlı neden yıkıldı, Osmanlı 650 yıl hüküm sürdü ve hatta tekrar benzer bir idare sisteminin özlemi içerisinde olan kimseler seslerini yükseltmeye başladılar. Bu tür istekler Cumhuriyetin kuruluşundan hemen sonra da başlamıştı. Fakat fakir ve zayıf kalmış paramparça olmuş bir ülkede güçlü, bilgili, cesaretli ve ne istediğini ve ne yapması gerektiğini bilen bir deha çıkmış, battı denilen bir ülkeyi ayağa kaldırmış.
“ATATÜRK” toplum olarak o büyük insana minnettarız, eğer emanetine helal getirmiş isek bizi affetsin. O büyük insan ve arkadaşları, Osmanlı kültürü içerisinde ve Osmanlı okullarında yani imparatorluğun okullarında yetişmiş insanlardı. Onların (bazılarına göre) başkaldırması kokuşmuş bir sistemin artık işlemeyişine ve artık öyle bir idarenin devleti ayakta tutamayacağına inandıkları içindir.
Osmanlı’dan önce ve hatta onun kalıntıları üzerine kurulmuş Roma İmparatorluğu neden yıkıldı? Üzerinde güneş batmayan ülke olarak bilinen, büyük Britanya neden şimdi küçücük bir adaya sıkıştı diye düşünmek lazım. Fakat Britanya belki ülke olarak küçülmüş olabilir ama ekonomik olarak bıraktığı ülkeleri kendisine bağlamış. Herhangi bir şekilde çekildiği ülkelerde bıraktığı fabrika ve işletmelerde ortaklığını devam ettirmiş ve en önemlisi de kendi dilinin kalıcılığını sağlamış.
Osmanlının yüz yıllarca egemenliğinde kalan hangi ülkede Türkçe konuşuluyor. Osmanlı’nın batış sebeplerinden bir tanesi de bence budur. Osmanlı vurgun ve baskı üstünlüğü ile 1683 yani Viyana bozgununa kadar pekte parlak olmayan bir devre geçirmiş ve o devir Viyana önlerinde bitmiştir.
Tarih yazarlarında özür dilerim benim tarih yazma falan gibi bir niyetim yok. Fakat pek çok tarih kitabı okudum ve hatta Hammer'in on ciltlik Osmanlı tarihini iki sefer okudum ve defalarca gözden geçirdim. Hammer'in Türkleri sevmediğine inananlardanım fakat tarih yazarlığına saygım vardır. Allah rahmet eylesin.
Tarih yazarlarının babası olarak anılan Halil İnalcık kitaplarında Hammer’den yararlandığını söyler. Osmanlı’nın batışı hakkında oluşan sebepler, belki onlarca ciltler dolduracak kadar çoktur. Hepsini burada yazmak, hem zor hem de gazetemizin yer darlığı sebebiyle mümkün değil. Yalnız teknolojiyi takip edemeyişi, medrese ve din adamlarının tesiri altında kalan padişahların belki düşüncelerinin hayata geçiremeyişi sebepler arasında.
Üçüncü Selim’in düzenli ordu kurma teşebbüsü hüsranla biterken, Viyana bozgunundaki sebepler ve ordunun modernleşemeyişin sebepleri, Selim zamanına kadar yansır. Orduda modernleşme haliyle beraberinde yerli sanayiyi ve teknolojiyi de getirir. Son zamanlarda bunu görüyoruz. Osmanlı’nın Türkiye’ye bıraktığı hiç bir işletme yok, Anadolu’da kalan eski yapılar, cami ve medreseler Selçuklular zamanından kalan eserlerdir. İstanbul’da da pek öyle üretim tesisi yok sayılır. Bütün ülkene hanedana çalışır ve yeniliği bir türlü kabullenemeyerek yerini Cumhuriyete bırakarak devrini kapamıştır. Tekrar onu canlandırmaya kalkmak hayalperestlik ve macera olur.