Cumartesi günü bütün Türkiye’de saat 9’u 5 geçe hayat durdu.
Anıtkabir’de, Dolmabahçe’de, meydanlarda… Yani bütün Türkiye ayaktaydı…
Bu vatanı kurtaran, bize Cumhuriyeti getiren Büyük Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü 80’nci ölüm yıldönümünde bitmez tükenmez bir hasret, saygı ve özlemle andık.
O gün, yani 10 Kasım Cumartesi günü bütün Türkiye Büyük Atatürk’e bağlılığını göstermek için sokaklara döküldü. Meydanlar insan selinden geçilmedi.
Büyük Atatürk’ü anma gününde yine şu ilde bu ilde beyinsiz, ruhsuz, fikirsiz, hastalıklı kafalı, meczuplar boş durmadı, Edirne’de, Ankara’da, Konya’da Atatürk’ü anma gününe gölge düşürmeye çalıştılar. Bu sapıkları hangi ana-baba doğurduysa, hangi ana-baba yetiştirdiyse yazıklar olsun.
Bir de şunu gördük üzülerek, Diyanet İşleri Başkanı Atatürk’ün ölüm yıldönümünden bir gün önce, gün bulamamış gibi, Atatürk’ü anlamayan ve sevmeyen “10 Kasım’da kenefe gidin!” diyebilecek kadar basitleşen “Keşke Yunan galip gelseydi!” diye konuşabilen Fesli Kadir, yani Kadir Mısırlıoğlu’nu ziyaret etmesi, Diyanet İşleri Başkanı’nın bu ziyareti medyaya yansıyınca halkın büyük çoğunluğunun tepkilerine ve eleştirilere neden oldu…
Konya’da da Atatürk’ü anma programına zamanında gelmeyen görevlilere, törenler sırasında sirenlerin çaldığı sırada İstiklal Marşı’nın okunmasına, tepki gösteren Vali “sorumluların hepsinin derhal görevden uzaklaştırılmasını” isteyerek tepki gösterdi haklı olarak…
Bu vatanı kurtaran eşsiz insanı anmak hepimize farz olmuştur.
Bu algılarla ülkemize iyilik değil, kötülük yapıyorlar.
Gelin aklımızı başımıza alalım, gerçekleri görelim, geçmişimizi inkâr etmeyelim.
Bu vatanı kurtaran, bizleri bugünlere taşıyan Atatürk ve onun yol arkadaşlarına dil uzatılır mı? Bu anma gününde bunları da gördük. Hepsine lanet olsun.
Böyle bir günde çok etkilendim, üzüldüm, elem duydum. Atatürk’le ilgili kitapları okudum, eski duayen gazeteci ve yazarlardan Ercüment Ekrem Talu Atatürk’ün ölümünden bir gün sonra yani 11 Kasım 1938 tarihinde yazdığı ve Son Posta Gazetesinde yayınlanan şu yazısını siz okurlarımla paylaşmak istiyorum:
“Atatürk öldü…
O bir devirdi… Fakat o devirde kapanıyor.
O bir devirdi… Fakat devirlerde kapanıyor.
O bir tarihti… Tarihte seyrediyor.
Biz onu bütün bunların fevkinde (üstünde) biliyorduk. Güneş hiçbir yurdu bu kadar ısınmamış, hiçbir yurdu bu türlü feyz ve bereket verememiştir.
Hiçbir devir, onun devri kadar muhiti nura (çevreyi ışığa) boğmamıştır.
Tarihin hiçbir safhası onun kadar bir dâhi, bir kumandan, bir kurtarıcı ve bir yaratıcı kaybetmemiştir.
Atatürk… Ölüm…
Bu iki kelimenin yan yana yazılacağına, yan yana tekellüm edileceğine (konuşulacağına) hiç birimiz hiçbir vakit ihtimal tasavvur edemezdik. Fakat işte yazıyoruz da… Söylüyoruz da…
O demir gibi vücut bir yıldan beridir ecel ile pençeleşe pençeleşe nihayet mağlup oldu. Mağlubiyet onun bilmediği bir şeydi. O düşmanla çarpışmış, Türk varlığı aleyhine köpürmüş ve coşmuş bir cihanla ile çarpışmış, cehil (bilgisizlik) ile çarpışmış ve hepsini yenmişti.
Biz onu daima galip, daima muzaffer vaziyette görmeye alıştık. Onun için “öldü” dedikleri zaman inanmadık hâlâ da inanmak istemiyoruz.
Heyhat ki Atatürk… Öldü!
Böyleler hakkında öldü demek doğrumu?
Tarihin kucağına göçtü desek, o da değil. Tarih onu büyüklüğünü ihtiva etmeyecek (kapsamayacak) kadar küçüktür.
Ebediyete intikal etti… Bu da vahi (boş) bir iddiadır. Ebediyet, onun kendine ramettiği (boyun eğdirdiği) şeylerdendi!..
Atatürk ölmedi, Atatürk bir milletin, milletlerin en asil ve ulusun kalbinde köksalan, tahtını oraya kuran efsanevi bir şahsiyetti.
Oradan çıkmadı…
Oradan çıkamaz…
Tunç renginde saçlarının halelediği (çevrelediği) vakur, necip siması… gök, deniz, çelik rengindeki keskin bakışlı gözleri…
Solmadı… Sönmedi!...
Bizim içimizde yaşıyor, yaşayacak… Dünya durdukça kendisine hizmet ettiğimi, yahut ki Meclisinde bulunmakla şereflendiğim günler hiçbir defa hatırlamam ki yurdunun, milletinin teali (yükselme), tefeyyüz (bilgilenme), endişelerinden vareste (uzak) bulunmuş olsun. Kâinattan daha büyük ve geniş olan kalbinde yurt ve millet sevgisi, başka hiçbir duyguya yer bırakmamıştı.
Aşkı o, merhameti o, rikkati o, şiiri o, bediiyatı (estetiği o, düşüncesi o… Istırabı hep ona, onlara, yurdu ile milletine aitti, onlardan ilham alıyordu.
Yurdunu kurtarmış, milletini yükseltmişti lakin ne o alelade bir kurtarış, ne de alelade bir yükselişti.
Beş asırlık müterakim (birikmiş) düşman kininin hamle hamle yıktığı, viran eylediği, can çekişme raddesine (derecesine) kadar getirdiği Türk Varlığını bugün ki sağlam, emin, muteber ve müreffeh mertebeye ulaştırdı.
Milletine ise istiklalini, siyasi, tarihi, kültürel, iktisadi, dini, lisani, her türlü istiklalini temin etti. (sağladı).
Hurafeleri (sapkın yaklaşımları) eriten dehanın ruhu memlekette 20 yıl her sahada yalnız feyz verdi.
Biz ona nasıl ağlamayalım? Ağlıyoruz da, dövünüyoruz da…
Memleket, bugün baştanbaşa, matem içinde, elem içindedir.
Lakin yeis (karamsarlık) içinde değil!
Bizzat Atatürk’ün bize aşılamış olduğu kendi şiarı: Meyus olmak. Hiçbir vakit, hiçbir hadise önünde yeise kapılmamak, inancını kaybetmemekti.
Bizim bu inancımızı kuvvetlendirmek için değil midir ki o, yorulmadan, bıkmadan, şaşmadan bütün ömrünü tükenircesine çalıştı. Çabaladı, didindi durdu. Ve nihayet işte kurduğu eser! Hür, müstakil, dışarı da ve içeride sayılan ve sevilen, mamur bir vatan… O vatanın istiklal ve tamamiyetini (bağımsızlık ve bütünlüğünü) her taarruzdan masun (saldırıdan korunmuş) bulunduracak canlı, kuvvetli bir ordu…
Aynı ideal etrafında birleşik, kuvvetli, şuurlu, faziletli, temkinli bir millet!
O bu manzarayı görüp iftihar ederek gözlerini yumdu.
Bundan yarım asır evvel başka bir Türk vatanperveri (vatanseveri) Namık Kemal:
‘Ölürsem görmeden millete ümid ettiğim feyzi.
Yazılsın sengi kabrime vatan mahsun, ben mahsun!..’ demiş ve hakikaten de o feyzi görmeden ölmüştü.
Mustafa Kemal için böyle olmadı… O umduğu feyzi, kendi mübarek eliyle çattığı binanın tamamlandığını temelinden çatısına kadar görüp emin olduktan sonra gitti.
Evet, bina tamamdır! Yurdun hudutları müemmen ordusu kavi millet aynı idealin, aynı prensiplerin etrafında her zamankinden ziyade müttehiddir (birlik halindedir).
O da bunu böyle istiyordur. 45 yıl bu gayeye çalıştı.
Ve milletinin onun çizdiği yoldan hiçbir vakit ayrılmayacağına emniyet getirmiştir.
Atatürk öldü.
Onun hatırasına ilelebed (sonsuza kadar) sağdık kalmayı şiar edinmiş, buna ant içmiş olan Türk Milleti sağ olsun!”