Ne fırıldaklar var ama!



Çocukluk ve gençlik yıllarımızda bilmediğimiz bir terimdir fırıldaklık. Ama belli bir yaşa gelince anlıyorsunuz fırıldaklık neymiş diye.
Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu'nun çok güzel ve dünya hayatının gerçeğine vurgu yapan çarpıcı bir sözü var:
''Aldığın nefesin geri verebileceğinin garantisinin olmadığı bu hayatta fırıldak olmanın alemi yok.''
Sözünde durmayan, menfaati için kırk takla atan, dün söylediğini bugün inkâr eden, nabza göre şerbet verenlere de fırıldak denirse çok ta şaşırmamak gerekir.
Kırşehir’de bazen bu tiplerle orda burda karşılaşıyorsunuz ve tek ayak üstünde kırk yalan söylediklerine, üç kuruşluk menfaat için fırıl fırıl döndüğüne, nasıl da gerdan kırdığına şahit oluyor, ağzınız açık kalıyor ya işte onun gibi bir şey!
Menfaatleri için dönekliği, yalan söylemeyi alışkanlık haline getirenleri artık yadırgamıyor insan. Çünkü bu kişilerin mesleği olmuş. Ne ilke kalmış, ne dik duruş. Varsa menfaat, yoksa menfaat, varsa yalan, yoksa yalan!
Kırşehir tarihini iyi bilen eli öpülesi büyüklerimizden bazen yaşadıkları anıları dinlerken ibret almamak elde değil.
Nice haram kazanıp, zengin olanların belli bir süre sonra nasıl yiyecek ekmeğe muhtaç olduklarını öğrenince, haramın Allah katında nasıl bu insanlardan kat ve kat çıktığını da idrak ediyorsunuz.
Kırşehir’de böylelerin örnekleri çok. Bunları tek tek, isim isim yazarım, ama değmez buluyorum.
Ama nice hemşehrilerimiz var ki, ne yokluk ve sıkıntılar çekmişler, ama asla haram yememişler, birbirlerini satmamışlar, arkalarından kuyu kazmamışlar.
Peki günümüzde böyle dik duran, eğilip, bükülmeyen, sadece ama sadece gerçekleri haykıran kaç kişi kaldı ki?
Yamuklaştı insanlar, ayçiçeği gibi güneş nerden doğarsa oraya dönüyor!
Varsa menfaat, yoksa menfaat…
Yok böyle bir düzen!
Yok böyle bir insanlık!
Bazen bir kurumun yanlışlarını, eksikliklerini görüyor ve yazıyorum. Hemen o kurumun her şeyden sorumlusu arıyor, “Ya niye yazdınız? Biz arkadaşız!” diyebiliyor.
Yok böyle bir şey!
Susmak ve susturulmak için devreye giren sözde dost ve arkadaşlarımız, bir süre sonra seni anında satıyor, senin dostluğunu, arkadaşlığını bir anda çöpe atıyorsa, kimin dost, kimin düşman olduğunu algılamakta güçlük çekiyor ve içinizden “ben yanılmışım, ben yanlış tanımışım, demek ki hiç adam değilmiş!” diyor ve insanları yanlış tanımaktan vicdan azabı çekiyorsunuz.
Eskiden kullandığımız ve herkesin aradığı bir kriter vardı “adam olmak!”…
Evet bu söz de pek çok deyimlerimiz gibi, ya da aradığımız kıstaslardan çıktı ne yazık ki!
Dedim ya eskiden adam olmak çok önemliydi.
Adam olmak ayrı, insan olmak ayrıydı.
Tıpkı şu meşhur baba-oğul hikâyesi gibi…
Bilen bilir, bilmem bu hikâyeyi bilmeyen var mıdır?
Adam oğluna hep “sen adam olamazsın” dermiş. Oğlu da “İleride göreceksin nasıl bir adam olduğu mu” diye cevap verirmiş.
Aradan yıllar geçer, delikanlı okur ve bir ile Vali olur ve Vali olduğu gün yardımcısına babasının ismini vererek; “Git falan köyde bir adam var, onu alın getirin!” der.
Emir demiri keser misali Valinin yardımcısı, Valinin babasının yanına gider ve “Amca seni Vali bey çağırıyor, seni götürmeye geldik!” der.
Tarlada çalışan adam “Ben yaşlı bir adamım, Vali beyle ne işim var?” diyerek gitmez.
Valinin yanına giden yardımcısı, adamın gelmediğini söyleyince, Vali birden hiddetlenerek “Gidin alın, getirin!” diye talimat verir.
Bunun üzerine apar topar, yaka paça adamı köyden alıp getirirler, Valinin odasına çıkarırlar. Babasının içeri girmesiyle, Vali “Baba beni tanıdın mı? Bak sen bana adam olamazsın diyordun, bak ben okudum, yazdım Vali oldum” der.
“Oğlum ben sana Vali olamazsın demedim ki, adam olamazsın dedim. Adam olsaydın babanı böyle ayağına getirmezdin” der, oğluna…
İşte okumuş, yazmış olmak ayrı, adam olmak ayrı şey…
Bu hikâyeyi çok severim sıradan bir hikâye gibi olsa da; oldukça anlamlıdır.
Kırşehir’de okumuş, yazmış, ya da iktidarın eteklerine yapışarak makam ve mevkii sahibi olan o kadar çok adam olmayanlar var ki…
Kırşehir için kılını kıpırdatmayan, her türlü menfaat için fırıl fırıl dönen fırıldakları, her gün ona buna yalanlar söyleyerek gelecek adına umut verenleri gördükçe bazen insanlığınızdan utanıyorsunuz!
Evet, bugün hasbelkader bir yerlere gelip, o koltuğun hakkını veremeyenlere bazı hatırlatmalarda bulunmak isterim.
Kırşehir’de düne kadar yüzüne bakılmayan, selâm bile verilmeyen bazı soytarılar bugün ne acı ki iktidar partisinin içinde kendini adam sanıyor, ya da devlette hiç hak etmedikleri makamları işgal ediyorlar.
İşgal ediyorlar diyorum, çünkü bunlardan bir şey olmaz!
İşleri güçleri akşama kadar o koltukta oturup, görev yaptığı kuruma fayda vermek yerine zarar veriyor, gelsin çaylar, çorbalar, varsa yoksa fesatlık, dedikodu!..
Bu tiplerden Kırşehir’e ve Kırşehirlilere ne fayda gelir ki?
Ama adam yanar döner olduğu için, layık olmadığı makama gelince ne oldum delisi oluveriyor!
Tabi onlarda suç yok! Onu o makamlara getirenlerde!
Dün cebinde çay parası olmayan, onun bunun yardımları ile okuyan, beş-on kişinin yaşadığı gecekonduda büyüyüp, aç susuz kalan zavallılar; bugün onu bunu tanımıyor, nasıl becerdilerse lacivert takım elbiseler giyip, gözlerine taktıkları kara gözlüklerle, altlarında son model otomobillerle geldikleri yeri unutup makamlarını da kullanarak insanlara zulmetmekten keyif alıyor!
Makam ve mevkilerinin, şan ve şöhret sarhoşluğuna kapılıp kibirli davrananların, eline üç-beş kuruş geçince şişen sonradan görmelere bakıyorum, bir de bazı makamları ona layık görüp yetki verenlere, “Kırşehir’den bir şey olmaz!” diyorum.
Yazık tabi Kırşehir’e ve Kırşehirlilere…
Eğer Kırşehir ve Kırşehirliler bu soytarı kılıklılardan bir şey bekleyecekse, daha çok beklerler!
Devir bu tip fırıldakların ve soytarıların devri olmuşsa, bunların her dediği yapılıyorsa, Kırşehir’de seçtiklerimiz bunca söylenen sözlere rağmen hala onları orada tutuyorsa, onlara da yazıklar olsun!
Bu soytarılar devletin imkânlarını, kadrolarını etrafından fır fır dönenlere peşkeş çekiyorsa, günün 24 saatini birlikte geçiriyorsa, sözün bittiği yerdeyiz herhalde!
Kırşehir’de hasbelkader iktidar partisine üye olan babasının, amcasının, dayısının, sayesinde bir resmi kurumda özel temizlik ya da güvenlik görevlisi olan, eline süpürge geçti diye insanları süpürmeye çalışıyorsa, “güvenlik görevlisiyim!” diyerek onu bunu tartaklamak için fırsat kovalıyorsa ne diyelim! Onlarda suç var mı?
Elbette ki hayır, onları oralarda çalıştıran, oralarda iş verenler de değil mi?
Adam “şu işi yap” dediğinde, “Benim arkamda milletvekili var, belediye başkanı, il başkanı var, ayağını denk alın!” diyebiliyorsa vay halimize vay!
Düne kadar açlıktan nefesi kokan bu tipler, bir partiye sırtını dayayarak “salla başını, al maaşını!” diyorsa, ya da işe gitmeden, çalışmadan, alnı terlemeden bankamatik memuru olarak çalıştırılıyorsa vay halimize vay!
Hani bir sözümüz var, “Baş olanlar gururlanmasın. Ayaklar belki yere değer ama baş dönerse taşa gelir” diye.
Bugün ilke ve düşüncesine uymasa da iktidar partisinde gözüken, özü ve sözü bir olmayanlar bu sözden acaba bir ders alırlar mı? Ben sanmam ama neyse.
Neyse konuyu dağıtmayayım konumuz adam olmak ya, adam olmayan adamcıklar!
İşsizliğin her geçen gün arttığı, göç veren Kırşehir’de adam olmayan, parası, malı, mülkü, serveti olan, insanlıktan yoksun, niceleri de var.
Dedim ya adam olmayan adamlar, eline üç kuruş geçince değiştiğini sanan nice sonradan görmeler var bu memlekette…
Evet, kişisel menfaatleri elde etmek için insanlığından ödün vermek, bir takım mevkilere ulaşabilmek için onur ve şerefini ayaklar altına alarak el-etek öpmek… Bir kurumda hasbelkader yürüttüğü müdürlük kadrosunu beğenmeyip daha üst makamlara gelmek için her türlü dümeni çevirmek…
Adam olmak; dürüst, tutarlı, dik duruşlu olup şahsiyetli bir tavır takınmaktır. Adam gibi adamlar güzel ahlâklı, erdem sahibi olup korkaklığa, ikiyüzlülüğe, namertliğe kesinlikle pirim vermezler.
Evet, adam olmak için bu tür meziyetler gerekir. Zira bu meziyetleri bir insandan çekip alacak olsanız, geriye değil adam, insan bile kalmaz. Sadece “insan müsveddesi” kalır.
Adam gibi adamlar gerçek ve dürüst dostlarına, kurumuna, memleketine sımsıkı sarılıp sahip çıkarlar. Zoru görünce hemen kıvırmaz, eğilip bükülmez, herkesi idare etmez, omurgalı bir duruş sergileyip dimdik dururlar. Seni seviyor gibi gözüküp, sırtından hançerlemezler. Yoksa dönek, sünepe, fırıldak, bukalemun gibi araziye göre renk değiştiren, davasında samimi olmayan kimselerin adamlıktan nasipleri yoktur.
“Aman Belediye Başkanıma, Valime, milletvekilime, müdürüme lâf gelmesin!” diyerek, kurumun her türlü işlerini hakkı olmayan şantajcı, riyakâr, her devrin adamı tiplere peşkeş çekenler şunu unutmasınlar ki o makamlar gelip geçicidir. Önemli olan insan olmak olduğunu hatırlayıp, yarın o makamları boşaltınca sokakta nasıl gezeceklerini idrak etmeleridir.
Elbette adam olmak başka bir şeydir, yaratılışla alâkalı, yani maya meselesidir. Yani bir kimsenin mayası bozuk, kumaşı kalitesiz ise ondan adam olmaz.
Hani bir sözümüz daha var, “Layık olmayana iltifat, layık olana hakarettir” diye.
Ben de bugün Kırşehir’de layık olmayanlara makam ve mevkiler verilince, onlara değerinden fazla gösterilen iltifatları görünce, böyle mayasız, kalitesiz insanlara bakınca içimden geçenleri yazmadan duramadım.
Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az!...

***

Biraz da gülelim!

Aslan payı!

Aslan, eşek ve tilki ava çıkmışlar; bir geyiği vurup gelmişler.
Aslan emretmiş:
“Şunu pay edin!”
Eşek avı üç eşit parçaya bölmüş, herkesin payını vermiş; ama aslan beğenmemiş:
“Hani benim aslan payım!”
Eşek, eşekliğinden olacak anlamamış:
“Ne demek aslan payı!”
Aslan bir pençede eşeği parçalamış, sonra, tilkiye dönmüş:
“Hadi, sen pay et!”
“Efendim sizin olduğunuz yerde pay etmek ne demek? Hepsi sizin, buyurun afiyetle yiyin!”
Aslan hayretle sormuş:
“Sen bunu kimden öğrendin?”
Tilki cansız yatan eşeği göstermiş:
“Adına da sosyal adalet diyorlar...”

***

Sevdiğim bir söz

“En çok güvendiğin yerden gelir bazen ihanetler ve bazen sıkı sıkıya sarıldığın sırlarını paylaştığın dostların vurur sırtından.”