Dayım gelmiş Ankara’ya! Hoş gelmiş, sefa gelmiş, sefalar getirmiş. Uzun zamandır görüşemiyorduk. Gerçi telefonla görüşmemiz bir haftayı geçmezdi ama yüz yüze görüşmek ayrı bir keyif, ayrı bir mutluluktur. Uzun yıllarımızın nerdeyse tamamı beraber geçti diyeceğim. Hani o Antalya’da, ben Ankara’da bu nasıl beraberlik derseniz yanıtım çok kolay. Bir telefon çıktı, gece gündüz ellerimizde oynayıp duruyoruz. Arıyoruz, yazıyoruz, soruyoruz bundan başka daha ne olsun. Bizim ki arkadaşlık, kardeşlik falan değil, dostluk ötesi bir şey. Akrabalık durumumuz ise yoğurdun mayasıdır.
Dedim ya! Neredeyse ömrümüz beraber geçti diye. Çukurçayırın çayırında oyun oynamakla başlayan beraberlik, gençlik, olgunluk, yaşlılık dönemlerinde de hep aynı duygularla devam edip bugüne kadar geldi. Bugün ne mi oldu? Duydum ablasının rahatsızlığı için Ankara’ya gelmiş. İki gün telefonlaştıktan sonra gidip aldım dayımı. (Bazı okurlarımız kim bu dayı diyecekler. Anlatayım. Bu dayı emekli öğretmen Mahmut Özdemir, herkesin tanıdığını düşünüyorum. Hala dayı çocukları olduğumuzdan ben ona hep dayı derim.)
Önce çok yakınımız olan bir başsağlığı ziyaretine birlikte gittik. Bu da toplumsal kültürümüzün vaz geçilmez bir uygulamasıdır. Sonra bizim eve gelip, o doyulmaz anıları tekrar yaşamaya başladık. Bir ben anlattım, bir o anlattı. Neler yaşamışız neler.
Çukurçayırın harman yerinden başladık. Top oynardık, akşam hava kararınca üzüm ve elma yolmaya giderdik dedi dayım. Gözlerinde sanki o günleri yeniden yaşıyor gibiydi. Hemen de ekledi.” İçimizde en haşarı olanlardan biri de sendin” diye. Tabii konu fazla uzamadan öğretmen okulu günlerimize geldi. Aynı sırada oturduğumuz, kendisinin derslerle daha yoğun olduğunu, benim ise yaramazlık adına her taşın altında çıktığımı gülerek anlattık. Son sınıf bitirme sınavlarında kopya çekme olaylarımızı katıla katıla gülerek anlattık. İşin garip tarafı öğretmen olduk, belki de kopyanın yanlış bir olay olduğunu çokça anlatmışızdır. Ama bazı şeyler günün o anki koşullarında elde olmayarak yaşanıp gidiyor. Demek ki bizimki de can derdiymiş diyerek kahkahalara devam ettik.
Çok farklı yerlerde çalışmıştık ama diyaloğumuz hiç kopmadı. Ama bizim asıl maceramız ikimizde Cumhuriyet okulunda buluşunca başladı. O günlerdeki anıları doya doya dillendirdik. Bir şey anlıyorum ki, bu tür anıları tazelerken insan kendini de tazelemiş oluyor. Geçmişin güzelliklerinde insanın duyguları griden yeşile dönüyor gibi hissediyorum. Ama yaşamın koşulları bu tür bir araya gelmelere fazla fırsat vermiyor. Birer eğitimci olarak o yıllardaki çalışmalarımızı, eğitime olan katkılarımızın değerini bugünleri gördükten sonra çok daha iyi anlıyoruz. İyi birer öğretmen olarak yetiştirildiğimizi bu işi bilen herkes söylüyor. Şimdi düşünüyorum da, bizi yetiştirenler çok üst düzey, kaliteli öğretmenlerdi. Çoğu Köy Enstitüsü mezunuydular.
Konuyu dağıtmayalım, Mahmut dayımla yetmiş beş yıllık yaşanmışlıklar bir yedi sekiz saate sığar mı? Elbette hayır. Sohbet tadını hiç kaybetmeden devam ederken bir de baktık ki saatler hızla geçmiş. Hasta ablasının yanına gitmesi gerektiğinden, yavaş yavaş toparlanma haberi geldi hanımlardan. Onlar da öbür odaya çekilip uzun yılların verdiği güzelim dostluğu yâd ettiler sanırım. Biz de öyle dalmışız ki, yemeyi içmeyi bile unuttuk.
Sohbetin sonuna doğru nedense konu biraz ciddi bir boyut aldı. Yaşamın güzelliklerini doya doya yaşadığımızı vurguladı Mahmut dayım. Arkasından ise tek bir şeye odaklanmamız gerektiğini üstüne basa basa söyledi. Söylediklerini aynen birebir aktarayım.
“Bak sevgili yeğenim, canım kardeşim, ömrümüzde o kadar güzellikler yaşadık ki, geriye dönüp baktığımızda, çok güzel zamanlar geçirdik. Kişisel olarak bir o kadar zor zamanlar geçirdik. Şimdi tek bir şeye bakacağız. O da sağlığımıza çok önem vereceğiz. Yaşamda asıl olan sağlıklı yaşamaktır.” Ne denir ki bu söze.