Geçen hafta Salı günkü yazımda Atatürk’le Milletin efendisi köylü Halil Ağa arasında geçen ilginç ve tarihi olayın devamı aynen şöyle:
Atatürk:
“İşte soruyorum.”
“Bakıyorum sapanın bir yanından öküz bir yanında merkep koşulu . Öküzün yok mu senin?”
Halil Ağa dudakları titreyerek Atatürk’ün ayaklarına kapanmak istedi.
Atatürk önledi.
“Yoo böyle bir şey istemem. Soruyorum cevap ver.”
Soru- cevap Valiye kadar tekrarlandı. Sofradakiler soluk almadan konuşmayı izliyorlardı. Ürkütücü sorulara gelmişti. Atatürk sordu:
“Peki İstanbul şuracıkta gideydin Valiye anlataydın Valiye onun işi bu değil mi?”
Vali Muhittin Üstündağ, Halil ağa ancak iki metre ötesinde kendisine bakıyordu. Nasıl desin ter basmıştı. İyice, işi savuşturmanın yolun açtı:
“Vali paşamızı biz görüp dururuz. Eteğine düşsek derdimizi duyura bilir miyiz ki”
“Olmadı bu, Halil ağa… bana dediğin gibi… öyle demedik mi beyim?”
“Ben mi yanlış anladım? Dur soralım bakalım Nuri’ye”
“Nuri öyle mi dedi bize Halil Ağa”
Nuri Conker karşılık verdi:
“Hayır paşam!”
“Gördün mü? Demek aslında yanlış kalmış hani bir şey demişsin Vali neden duymazmış? Aynen bana söylediğin gibi söyle”
Halil Ağa kekeleyerek konuştu:
“Köylük yerinde bizim dilimiz sağır demeye alışmıştır. Paşam kusura kalma.”
Atatürk gülmeye başladı.
“Diplomatsın ki! Yaman diplomatsın. Halil Ağa… Şimdi diplomatlık sırası değil
Söyle bana orada dediğin gibi.”
Halil ağa gözünü yumup, başını yere eğdi:
“Şaşırmışım ağzımdan yanlışlıkla bırak bu sağırı diye bir laf kaçırmışım”
Sofrada gülüşmeler başlamıştı.
“Hani buna da oldu diyelim geçelim gerisini: Ee, o ki bir başvekil İsmet Paşa var bilir misin?”
Halil Ağa İsmet Paşa’nın yüzüne baktı ve gözlerini yere eğdi.
“Şanlı İsmet Paşamız bilmez olur mu hiç. O bugüne bugün…”
Atatürk Halil Ağayı durdurdu:
“Bırak şimdi övgüleri ben lafın gerisini getireyim tamamen öyleyse:
“Hemen her hafta İstanbul’a geliyor. Florya köşküne iniyor. Bir kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona herhalde bir çaresini bulurdu.”
Halil Ağa yine kaçamak yanıt verdi:
“Kapıya koymazlar ya, koysalar da şanlı Paşamıza öküzümüzü mü yanacağız!”
Atatürk’ün sesi iyice sertleşti. “Halil Ağa beni uğraştırma ne dediysen tıpkısını tekrarlayacaksın.!”
Halil Ağa ürktü. Toparlandı. Başını yine yere eğip konuştu. 
“Sağır paşamıza sağır dedik ya”
“Yalnız sağır değil ‘sağırın sağırı değil miydi’”
Halil Ağa yere eğik başını sallayarak; 
“Evet doğru paşam doğrusun”
Atatürk İsmet Paşa konusunda ısrar etmedi. Sözü kendisine getirdi.
“Son soruyu sorayım şimdi bunun da karşılığını ver, öküzünü al git.”
“Koca yaz şuracıkta Atatürk oturmuyor mu gitseydin, çıksaydın önüne anlatsaydın derdini o da seni yüz üstü bırakmazdı”
“Hiç bırakır mı ‘Aslan Paşam’ benim!..”
“Erip erişirdi de tarlama dek gelir halimi dinler”
“Bırak bunları Halil ağa dediğini tekrarla. Halil ağa birden diklendi. Her şeyi göze almış yiğitliği içinde doğruldu. Atatürk’ün gözlerinin içine bakarak konuştu.
“İşte bunu demem paşam. Ağzıma ateş doldur, işte bunu demem!”
Atatürk gülmeye başladı:
“Zorlatacak bizi bu Halil Ağa laf anlamıyor” dedi.
Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ün yüzünü görmek için Peygamber gücü olması gerekir demiştin. Yanılmıyorsam.”
“Görsem de işinden gücünden yiyip içmekten başını kaldıracak ta bizim öküzün arkasından mı seğirtecek demiştin.”
Halil ağanın gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Taş kesilmiş duruyordu. Atatürk konuşmasını içtenlikle sürdürdü:
“İşi içkiye vurmuş sarhoşun biri demeye getirdin ya fazla üstelemeyeyim” dedi.
“Şimdi bak beni dinle! Halil Ağa.”
“Seni şu kadar üzmemin sebebi şunu anlatmak içindi. Şu gördüğün altı bay hükümet, yani biri başbakan ötekilerde bakan.”
“Memlekete göz kulak olacak işleri evirip çevirecekler diye bu makama getirilmişler. Bir kanun mu gerekli bu baylar sıvanırlar. İsviçre’den mi olur. İtalya’dan, Fransa’dan, velhasıl nerde bir kanun buluştururlar, Türkçeye çevirirler sonrada basıp imzayı gönderirler. Büyük Millet Meclisine. Bu Millet Meclisi dediğim şu altı baştan senin yanına kadar olan beyler kanun bunlara gelir. Bunlar da hükümet incelemiş gerekeni düşünmüştür. Benim ayrıca zorlanmama gerek yok derler  ve kaldırırlar parmaklarını olur sana kanun!”
“Ama sonra bir vergi memuru gelir vergi borcuna Halil ağanın öküzünü çeker satar. Halil ağa da tarlasına bir yandan merkep bir yandan öküz, ırgalana ırgalana sürmeye çalışır ama üretim düşermiş, ekim zorlaşırmış kimin umurunda…”
“Sonra ben bunları görürüm, içim kan ağlar. İşitirim, tasalanırım! Eee hakça söyle bakalım, Halil Ağa sen benim yerimde olsan efkar dağıtmak için bunları bu beylerle konuşmak için içmez misin? Sonra da Halil Ağa tutar sana sarhoş der…”
“Halil Ağanın dili çözülmüştü:
“Öyle diyen yok haşa!.. Dinden çıkmak gibidir. Buldu mu bunu hacısı da içer, hocası da içer…”
Atatürk sordu:
“Peki sen de içer misin?”
“Hiç bulunur da içilmez olur mu paşam?.. İçerisindeki tıpkı şerbet gibi!”
Atatürk hizmet edenlere işaret etti. Kadehleri doldurttu. Kendi kadehini Halil ağaya uzattı. 
“Hadi bakalım Halil ağa sağlığına içelim.“
Halil Ağa “Koca Allah benim ömrümden de sana pay düşürsün.Sağlık düşürsün Paşam dedikten sonra edeple başını kenara çevirdi. Eline verilen kadehi bir yudumda boşaltıverdi. Yüzü kızarmış,gözleri parlıyordu.
Ellerini dizlerin üzerine koyarak Atatürk’e döndü:
“Yunanı denize döktün paşam, bayrağımızı baş ucumuza diktin. Benim gibi bir köylü parçasını sofrana alıp içirdin.Sana duaya bilen dilim dönmesin ki ne diyeyim ben şimdi? Bırak o ayağını öpeyim…”
Halil Ağa, Atatürk’ün ayağını öpmek için Atatürk onu sıkıca tutup onu bu hareketi yapmasını önledi. Halil ağa bu kez Atatürk’ün ellerini öpmeye çalıştı. Bayrağımız gibi sen de başımızdan eksik olma inşallah. Sana her kim düşman ise onun yeri senin ayağının altı olsun!
“Gayri bana izin koca paşam!”
“Yemek yemedin?”
“Yemek kolay… Meraklanır çocuklar ben köyüme döneyim.”
Atatürk, Nuri Conker’e işaret etti. Conker kalkıp Halil ağanın yanında geldi. Kalktı Halil ağa önce Atatürk sonra diğerlerini selamlayıp kapıya doğru geri geri çekildi. Kapı kapandığı zaman Atatürk konuklara döndü.
“Efendimizin halini gördünüz mü beyler? Devlet size böyle davransa, siz ne yaparsınız? Mübarek millet bu! Adam millet bu…!”
“Şimdi bu adam milletin karşısında, ‘adam olmak’, bize düşüyor!”
Sofradakilerde  bir sessizlik vardı. Kimse gözlerini Atatürk’ten ayırmıyordu :
“Halil Ağanın öküzünü satıp üretimi aksatan kanunu ya biz yaptık. Ya da bizim yaptığımız kanunu ilgili memur yanlış yorumlayarak öküzünü satıyor. İkisi de bence birbirinden farksız. Böyle bir kanunu yaptıysak memleket çıkarlarına aykırıdır. Nasıl yaparız?”
Eğer yaptığımız kanunu doğru yorumlamamız yanlış oluyorsa o zaman sormak lazım, nasıl bu hükümet nasıl bir yönetim içindedir. 
“Sonra unutmayın ki olay İstanbul’da geçiyor.” 
“Bunu Van’ı var, Bitlisi var,  kıyı, bucak, ilçesi var.  Uçak iyi dönmüyor beyler…!“    
İşte Atatürk böyle bir lider milletinin gönlünde, kalbinde böyle silinmez izler bırakmış. Herkesin babası olmuş.
Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken, 7 düvele karşı mücadele veren, emperyalist güçlere karşı bağımsızlık mücadelesi veren büyük lider Atatürk’ün milletine emanet ettiği, vasiyet ettiği tüm taşınır-taşınmaz malları işte böyle yavaş yavaş yok edilip gitti.
TOKİ’nin ABD’ye sattığı arazide ABD Büyükelçilik inşaatına başlamış bile.
Bugün görüyorsunuz, medyaya yansıyanları izliyorsunuz. Bir avuç toprak için, arazi anlaşmazlıkları için nice akrabalar birbirlerini öldürüyor.
Bu toplumu anlamış değiliz.
Bütün güzellikleri, iyileri tenzih ederek belirtmeliyim ki insanlar burunlarından kıl aldırmıyor. Hayvan otlama yüzünden 3 kişi öldürüldü, akrabalar arasında bilmem kaç kişi öldü haberleri ülkemize yakışmıyor. Olumsuz izler bırakan haberlerdir.
İyi bir eğitim almamış cahil insanların yaptığı işler böyle. Onun için tüm insanların iyi bir eğitim almaları, özellikle kadınlarını okutmaları gerekir. İşte üniversiteyi kazanan öğrencilerin hangi liselerde okuduklarına bir bakın. Hangi okulun öğrencilerinin kazanamayıp döküldüklerini varın siz yorumlayın.
Şimdi kaç kişi çıkar Atatürk gibi davranarak malını milletine vakfederek bağışlayacak, gözü maldan mülkten olmayarak çalışacak, etrafını zengin etmeyecek kaç dürüst insan, kaç lider çıkar bilemiyorum.
Kırşehir’de bile malının, mülkünün hesabını bilmeyenler vardı.
Ne oldu onlara?
Babaları öldüğü gün “mal” diyerek birbirlerine girdiler.
Hani hepimiz biliriz, “mal da yalan, mülk de yalan gel biraz da sen oyalan!” Yani bu dünyada iyilikle anılmak istiyorsak hepimizin öldükten sonra arkamızda hepimizin güzel ve ebedi eserler bırakmamız gerekir.
Yalan dünyanın olumsuzluklarına dalmak, kanmak, aldanmak hiçbirimiz için uygun olmasa gerek.
Bu millet Kurtuluş Savaşı’nda milli mücadeleden geçip geldi. Türk gençliği, Atatürk’e bağlılıktan kopmaz sanırım. Türk gençlerinin her gün Atatürk’ün hitabesini okumaları gerekir, başka söze gerek yok.