Hayatımızın içine giren, dünyamızı karartan korona virüsü ve deniz tatili nedeniyle tatsız bir Kurban Bayramını geride bıraktık. 
Aslında korona salgını komşusuna selam vermeyen, cenaze, düğün, bayram bilmeyen insanlıktan nasibini almamış, hayatı sadece lüks yaşam, araba, tatil olarak gören kendini beğenmiş, aşağılık duygusuna sahip, kibirli muhteremler için hem geçerli bir mazeret, hem de kaymaklı kadayıf oldu.   
Eskiden bayramlar yetişkinlerin değil çocuk ve yaşlıların bayramıydı. Sokaklarda koşturan, şeker toplamaya gelen harçlıklarla ve yepyeni kıyafetlerle şımartılan çocuklar, oğluyla, kızıyla, damadıyla, geliniyle torunuyla evinde toplanıp, sevindirdiği, onurlandırdığı anneler, babalar, ebeler, dedeler…
O günlerde hiç bir büyüğümüz pencerenin veya kapının önüne oturarak gelecek olan çocuklarını beklemezdi, bilirlerdi ki çocukları, torunları gelecek. Onlar için sarmasından, baklavasına, yufkasından, böreğine, kadayıfına, çorbasından, sulu yemeğine, pilavına kadar hazırlıklar yapılırdı.  
Kırşehir'de, Turpçular Sokak’ta bulunan evinde yaptığı kadayıfla meşhur olan, kadayıfçı rahmetli Ali Amcanın evi kadayıf alacaklar ile dolar taşardı. 
Bugün ki gibi dokuz günlük tatiller olmamasına rağmen üç gün ve beş gün önemli değil nerede olursa olsun bayramdan bir iki gün önce gelirlerdi çocukları, torunları. Cıvıl, cıvıl olurdu büyüklerin evleri. Ebelerini, dedelerini gören torunlar kucaklarına zıplarlar, sarılırlar, öperlerdi. Bir bahçeye koşarlar, bir eve girerlerdi, oda, oda koşarlardı torunlar. 
Hiç kimse de bahçeye çıkma elbisen kirlenir, bahçenin tozunu, toprağını içeri getirme, evi dağıtma, o odaya girme, bu odaya girme, oturduğun yerden kalkma demezlerdi. Çünkü torunları yılda bir iki defa geliyor istediği gibi  oynamak, girip, çıkmak, koşuşturmak, mutlu olmak torunlarının hakkıydı. Dağınık ev daima huzur verir, dağınık evde hayat vardır. Torunlarının sokak, bahçe, ev ve odalarda neşeli bir şekilde koşuşturmasından   mutlu olurlar, sevinirlerdi yaşlılarımız keyiflerine diyecek olmazdı. Zira ciğerleri ve ciğerlerinin ciğerleri yanlarındaydı, bundan daha güzel bir şey olabilir miydi?  
Çocukların, torunların koşuşturmadığı, dağıtmadığı ev huzursuzluğun ve ruhi bunalımın olduğu bir evden başkası değildir.
Arife günü yapılan mezarlık ziyaretleri, sokak sakinlerinin bir araya gelerek sulayıp, süpürdükleri  mis gibi kokan Kırşehir  sokakları  bayramların en güzel yanıydı.  
Birinci bayram günü bayram namazının ardından hep birlikte yapılan kahvaltılar ve sonrasında aile içi bayramlaşmalar gerçek bayramları yaşatırdı bizlere. Sadece bir aile değil tüm sülale ve konu komşu bir araya gelirlerdi. Hatta Kırşehir dışında olup, yılda bir veya iki defa memlekete gelenler önceliği yakınlarını kaybeden veya hastası olan  komşularına, tanıdıklarına, akrabalarına vererek hem taziyelerini ve geçmiş olsun dileklerini bildirirler, hem bayramlaşırlardı.  
İnsanlığın yozlaşmadığı, ahlaki çöküntünün, kaçırılmak endişesinin, organ mafyasının, çocuk tecavüzünün olmadığı dönemlerde cadde ve sokaklarında bayramlıkların içinde mutlu çocukların, tertemiz kıyafetleriyle, evleri gezerek şeker toplamaları, harçlık almaları, kadınlı erkekli neşeli ailelerin yürüyerek bayramlaşmaya gittiği tek katlı müstakil evlerden oluşan Kırşehir bir başka güzeldi.  
Hiç bir annemiz, babamız, ebemiz, dedemiz  bu günkü gibi çocuklarım, torunlarım gelecek mi, gelmeyecek mi düşüncesiyle  pencerelerde, kapı önlerinde oturarak endişeyle beklemezlerdi.  
Çocuklar, torunlar bayramlarda deniz kenarına tatile gitmezlerdi.  
Evlerin kapılarında çocuk uyuyor, kapıyı çalmayınız, zile basmayınız yazmazdı.  
Zengini, fakiri aynı sokakta oturur, tüm çocuklar birbirleriyle oynar, bu gün olduğu gibi Kırşehir' de maddiyata ve mesleklere göre semtler oluşturulmaz, "Bindiğin araba bu mu? Oturduğun eve bak, paran kadar konuş, eşyalarınız beş sene önce aldığınız eşyalar mı, değiştirmeyi düşünmüyor musunuz?” gibi bu ve buna benzer konuşmalar ve davranışlar yaşanmazdı.  
Çocukluğumuz döneminde  bu gün olduğu gibi anası soğan, babası sarımsak bazı okul idarecilerinin sınıfları ailelerin zenginliklerine, anne ve babalarının mesleklerine göre ayırmazlardı.  Siyah önlüğü giyince tüm çocuklar eşitti ve öğrenciydi.  
Ne güzeldi çocukluğumuzun  bayramları. 
Çocukluğumun en güzel yıllarında bayramlar yaz mevsimine denk gelmişti. Kurban Bayramında Kemalettin Tuğcu'nun ve Ömer Seyfettin'in acıklı öykülerindeki gibi kesileceğini bildiğimiz koyunu arka bahçede besleyip sonra da kesildi diye üzülen, ağlayan çocuklardık biz. Gerçi ben Kurban Bayramları sabahı taze etle yapılan kavurmayı yanında yufka ekmekle, bol soğanlı hafif acılı salata ile çok sevdiğim için, üzüntüm kısa sürerdi. Zira kurbanın başında hep birlikte yenilen kavurmanın tadını da diğer zamanlarda yediğimiz etlerde bulamıyorum, aynı kurbanın eti ama nedenini bende bilemiyorum.  
Eğer çevrenizde konu komşusu olan bir ebemiz varsa ev yapımı hakiki baklava yeme şansınız artardı. Nitekim rahmetli annemin formika masanın üstünde yine rahmetli olan Akile Teyze ile birlikte iki tepsi baklava açtıkları bayram arifelerini dün gibi hatırlıyorum. Her tepsi için elli iki kat yufka açmakla övünür, cevizini de bol koyduklarının altını mutlaka çizerlerdi. O kocaman tepsi mutlaka mahalle fırınında kızartılır, evde arife gecesi şerbeti dökülürdü. Tabi elli iki kat yufka ve bol cevizle iyice kalınlaşmış ve nedense rengi dükkân baklavasına göre biraz daha esmer olan bu ev baklavasına dadanmak, gidip gelip bir iki atıştırmak büyük mutluluktu. 
O zamanlar “Şeker”in diğer beyazlarla birlikte zehir ilan edilmediği zamanlardı ve yetişkinler de mideleri kaldırdığı kadar yerdi. Çocuklar içinse tatlı ulaşılabildiği kadar tüketilebilecek bir şeydi. En az birkaç kapı yapmadan eve dönülmeyen bayram ziyareti turları nasılsa kimse şeker komasına girmeden biterdi. Düşünsenize, önden kolonya ve çikolata, arkasından şekerli çay ve baklava yiyip kalktığınız, çocuksanız birkaç şekeri de cebinize attığınız ve bunu defalarca tekrar ettiğiniz bir gün.  
Direkler arası filan yoktu benim çocukluğumda tabi ki. Ama bir eğlence parkı, lunapark ya da o zamanki tabirle panayır kurulur muydu bayramlarda? Kuvvetle muhtemel, fakat ben hatırlamıyorum. 
Kendimi bayramlık giysilerimle uçan sandalyelerde korku kahkahaları atarken gördüğüm bir hatıram yok. Ama mahalle  ve sokak bakkalının bir keresinde ticari bir atak yaparak, karpuz tezgâhı kurar gibi dükkânın önüne kocaman bir patlayıcı tezgâhı kurduğunu çok iyi hatırlıyorum. Mahallenin bütün çocukları bayram harçlıklarını ezmek üzere bu tezgâha gelmiş olmalı. Üstünde bin bir çeşit mantarların, çatapatların, roket, kız koşturan ve onları daha iyi ve havalı patlatacak oyuncakların bulunduğu bir tezgâhtan tabi ki biz de yararlanmış olmalıyız. Bayram, patlayıcı demekti. Özellikle oğlan çocukları bakkaldan alınan bu şeyleri çatlata patlata eğlenirdi. Yetişkinlerin endişeli bakışları, çoğu kez yasaklamaları işe yaramaz, çocuklar gittikçe dozunu artırdıkları bir heyecanla mantarları patlatırdı. Tabi ki çatapat göze kaçar, tele ikili üçlü takılmış mantar elde patlar, kız koşturan (evet adı böyle olan bir nevi roket vardı) kuru otları tutuşturup mahalleyi heyecana boğardı.    
Yetişkinler uzun tatil planlarıyla coşmak yerine, küçüklere ve büyüklere hizmet etmeyi kabullenirdi. Bayramlık almak neredeyse bir zorunluluk gibiydi. Tabi çocuklara yılda iki hadi okul zamanını da ilave edersen  üç kere alış veriş yapılan bir çağda bu daha anlaşılabilir bir şey. Ama en azından bir çift güzel ayakkabı ya da yeni bir gömlek, elbise filan alınırdı mutlaka. 
Bugün hala sokaklarda gıcır, gıcır giyinmiş çocuklar ve anne babaları, bayram ziyaretine gidenleri görüyorum. Onların da ebe ve dedelerinin evi bizimkiler gibi şenlikli mi şimdi, bilmiyorum. Ama benim dedemlerin evinde hiç değilse dayımlar, amcalar, teyzemler, halamlar ve biz toplanır, mümkünse bayram günü hep birlikte bir öğlen yemeği yerdik. 
Farklı kentlerden gelen akrabalar da olurdu ve o masa bazen kalabalığı kaldırmaz, sofraya birkaç ayrı grup halinde oturulurdu. Zaten eskiden yatıya misafir gelirdi. Şimdiki gibi herkesin deniz tatili yapmaya düşkün olmadığı zamanlarda, tatil olduğunda, yaz geldiğinde memlekete gidilir, olmadı başka kentlerdeki akrabalar ziyaret edilirdi. Memuriyeti nedeniyle Anadolu’nun bir kentine gitmiş bir dayı ya da halanın evinde bir bayramda birkaç hısım-akraba ailesinin buluşup üst üste, alt alta yatarak orada hep birlikte vakit geçirdiği zamanlar artık geride kaldı gibi.  
Bir de tebrik kartı olayı vardı. Bayramlar yaklaşınca Kırşehir'de PTT binasının önü kartpostal satıcılarıyla dolardı. Kırşehir manzaraları, doğa manzaraları, mutlu aile tabloları, artist resimleri ya da sevimli başka şeylerin yer aldığı kartpostallar alınıp uzaktaki dostlara ve yakınlara bayram tebrikleri yollanırdı. Önce tebrik yollanacaklar listesi hazırlanır, sonra mümkünse her birine uygun bir kart seçilir, uygun zarfıyla birlikte satılan bu kartların arkasına özenle, güzel olmasına çalışılan bir yazıyla iyi dilekler aktarılırdı. Hatırladığım kadarıyla şöyle yazılırdı o tebrik kartlarının arkasına:
“Kurban bayramınızı kutlar, size ve ailenize mutluluklar dilerim.”  
Hele bayram harçlıklarını aldığımız zaman sokaktaki arkadaşlarımızla birlikte Kırşehir merkezinde bulunan sinemalara Cüneyt Arkın'ın Battal Gazi filmlerini seyretmek için koşarak gitmemizde ayrı bir güzellikteydi.  
Evet bir nostalji yaparak eskilere, bayramların bayram gibi yaşandığı çocukluğumuzun bayramlarına gittik.  
Artık o günler geride kaldı bundan sonra her geçen gün hasret, her gelen gün özlem olan, ahlaki, maddi ve manevi çöküntü yaşanan, insanlığın, dayanışmanın yardımlaşmanın bittiği, dejenere olmuş, tatsız tuzsuz bayramlar bizleri beklemektedir.  
“Nerede o çocukluğumuzun  bayramları” diyerek her gelen bayramda bir önceki bayramı arayacak gibiyiz.