Çıtak Ali, Bahtışen Ali'nin en büyük oğluydu. Bahtışen Ali hanımına, “Belki ben erken ölürsem evde Ali eksik olmasın, ilk çocuğumuz oğlan olursa ona kendi adımı vereceğim” demişti.

Çıtak Ali, Bahtışen Ali'nin en büyük oğluydu. Bahtışen Ali hanımına, “Belki ben erken ölürsem evde Ali eksik olmasın, ilk çocuğumuz oğlan olursa ona kendi adımı vereceğim” demişti.

Çıtak Ali fakir bir ailenin ilk oğluydu ama arkasından doğan kardeşleri de erkek olunca anasının bir yerde yardımcısı rolünü üstlenmişti. Sabah erkenden anası onu yataktan kaldırır, gözleri uyku mahmurluğundan açılmayan Ali'nin eline iki testiyi verip suya gönderir, sudan gelince de “kardeşlerine iyi saap ol” der kendisi de ahıra, samanlığa koşuştururdu.
Yılları böylece geçtiğinde zamanla Ali'de akranları gibi palazlanmış, okuldan kalan boş zamanlarında da babasına çiftte, çubukta yardım eder olmuştu.
Fakirlikleri bütün komşularında ve köylülerinde aynı olmasından dolayı Ali'ye bir eziklik ve aşağılık duygusu vermiyordu. Herkes gibi onlarda ailecek bulurlarsa tarhana çorbasına, bulgur pilavına talim ediyorlardı. Kimsenin kimseden üstün bir yanı yoktu, herkes yoksul perişandı ama bu onlara dert değildi.
Çıtak Ali ergenleşmiş, aşşık oynama, düğünlerde turaya çıkma, kelle atma, kızlara ayna tutma yaşında günlerini gün ederken her genç gibi onu da Dutlu Çeşmenin tepeden askere tertipleriyle uğurladılar.
Askerden döndüğü yıllarda Almanya'ya işçi akımı başlamış, elinde avucunda neyi var neyi yok herkes bu uğurda yollara dökülmüştü. Ali'yi babası askerden geldikten birkaç ay sonra nişanlamış arayı fazla uzatmadan da düğünü yapmıştı. Bu sebeple de artık yaşlanan ve işlere yetişemeyen hanımını bir nebze olsun rahatlatmıştı.
Ana, baba, kardeşleri derken iki de çocuğu olunca Çıtak Ali'nin dar gelen baba evine başı sığmaz olmuş sabahlara kadar hanımıyla başlarını sağa sola çevirmekten saçları dökülmüştü. Bu böyle olmayacaktı. Babasıyla uzun uzun konuştuktan sonra o da herkes gibi Almanya'ya gitmeye karar verdi. Eldekiydi, ödüncüydü derken üç-beş lira tedarikleyip iki çocuğu ve gözü yaşlı hanımını baba evine koyup Almanya'ya turist olarak gitti.
Tutumlu bir yapıya sahip olan Çıtak Ali yıllarca çoluk çocuk hasretiyle yanıp tutuşarak çalıştı, çabaladı onların istikbalini temin ettiği kanısına varınca da kesin dönüş yapıp köyüne yerleşti.
Daha o Almanya'da iken baba ve anası ölmüş kardeşleri de okuyup devletin işine girmişler, “Kendimize ev alacağız tarlamızı da sen al” diye ağabeylerine elden beş aşağı satıp köyden alakayı kesmişlerdi.
Çıtak Ali, Almanya'dan geldikten sonra köyüne güzel mi güzel bir ev kondurdu. Herkes şehre göçerken o yıllarca, “Köyüme hasret kaldım, yetti gayri, ölürsem de, kalırsam da köyüm” diyerek gücünün yettiği kadar tarla satın alıp büyük çiftçi olmaya karar verdi.
Aradan zaman geçtikçe traktörü ve gerekli bütün zirai aletleri kendisini sıkıntıya sokmadan gücünün yettiğince tek tek kapıya çekerek yıllarca hayalini kurduğu çiftçiliği gerçekleştirirken bir yandan da fakirlikten çektiği sıkıntıların öfkesini ve intikamını alır gibiydi.
O gün sabahtan öğleye kadar oğlu ve çiftçisinin yardımıyla bir yandan biçerdövere ekin biçtirirken, bir yandan da traktörünün arkasına taktığı çifte römorkla evindeki ambara buğday taşımıştı.
İşine dört elle sarılmış çok da yorulmuştu. Öğle vakti oğlu ve yardımcısını biçerdöver sırası beklemeleri için tarlada bırakıp kendisi traktörün römorklarına yüklediği buğdayla köye döndü. Hanımı onun geleceğini bildiği için öğle yemeğini hazırlamıştı bile. Buğdayı ambara döktükten sonra kızının getirdiği bir dolu testi suyla kafasını, elini, yüzünü iyice bir yıkayıp sofraya oturduğunda kendince dünyanın en mutlu çiftçisiydi. Lokmaları ard arda atıştırıp bir yandan da hanımıyla dertleşirken, “Kızım çayın suyunu ocağa koyda hararetimizi alalım” tembihinde bulunuyordu. Hanımına da, “Bu yıl Allah'a şükür mahsul iyi çıktı, hayırlısıynan şu kara gözlü Muradımı da bir everirsem deyme keyfimize, onların göçünü de şehirdeki eve atarsak gerisi Allah kerim” dedi.
Evleri köyün yüksekçe bir yerindeydi. Köy ve tarlalar ayaklarının altında adeta serili bir halı gibi duruyordu. Arada hanımına, “Tarlalara bak da benim gözüm iyi seçmiyor, biçerdöver bizim tarlaya yaklaşmış mı” diye sormayı ihmal etmiyordu.
Çayı bardağa doldurmakla meşgul olan hanımı işi bittikten sonra o keskin gözleriyle etrafa dikkatlice bakıp, “Aman Ali senin az önce işlediğin tarlada bir traktör durup durup yürüyor mu nedir, bir de sen bak hele…” dedi.
Çıtak Ali'nin gözleri artık eskisi gibi iyi görmüyordu. “Aman Minire benim Almanya'dan getirdiğim şu dürbünü sandıktan bir getiriver hele…” dedi. Dürbün her şeyi ayan beyan gösterdiği için Çıtak Ali'nin çayı, bardağı bir tarafa attığı gibi koşup traktöre binmesiyle marşa basması bir oldu.
Köylük yerde tarlalar iki kısma ayrılır, o yıl için bir tarafa ekin ekilirken diğer taraf dinlenmeye (nadasa) bırakılırdı. Düşes Ahmet fakir mi fakir bir ailenin tek oğluydu. O da herkes gibi Almanya'ya işçi olarak yazılmış, gözleri bozuk, kulakları da az duyduğu için muayenelerde çürük çıkmıştı. Kaç sefer turist olarak kaçak yollardan teşebbüs ettiyse de şans buya hep yakalanmış, çoğunda hapis yatmış, “bu kadar da olmaz yeter artık” deyip kaderine razı olmuş zamanla bu sevdasından vazgeçmişti.
Kapısında bir iki inek, iki üç gürrük keçi, bolca da eşek bulunur, onları sabah köyün çeşmesine sulamaya götürürken köylüler, “Ula Düşes zengin bir eşeği barındıramaz maşallah sende sürüynen” diye alay ederlerdi.
Ahmet’in babadan kalma biraz tarlası var olmasına vardı ama bu yıl onların çoğu nadasa bırakılan yerdeydi. Az tarladan az sap çıkacağından haliyle ondan çıkacak samanda kışın hayvanları aç koyacaktı. Çıkacak buğdayı seneye tarlaya tohum atmaya, belki un, bulgur yapmaya yetmeyecekti. Ama ona hiç sorun değildi. Köylüden veya akrabalarından buğdayı temin edebilirdi, fakat hayvancılıkla geçinen köylü sapı, samanı kendisine yetmiyor ki ona ödünç versin…
Düşes Ahmet bunları düşünmekten sabahlaraca uykusuz kalıyor, “nasıl bir 'düşese' düşerim” diye hayaller kuruyordu.
Yine uykusuz geçen bir gecenin sabahında kapısına bir traktör ve onun römorkunda onca insanın sesleri, tavuk, horoz seslerine karışan bir gürültüyle yatağından doğruldu. Gelenler yakın köyden akrabalarıydı. Hoş beş, hal hatır, çay kahve derken laf lafı açıyor, kulağına gelen konuşmalara he, hü dese de hiç birisi Ahmet'in kafasına girmiyordu.
Dışarı öğleye yaklaşıyordu, gelen akrabalardan erkek olan iki-üç misafirine, “Hadi traktörü çalıştır da köyün şöyle bir altını üstüne getirip gezelim” derken aniden beyninde bir şimşek çaktı. Hemen koşarak ahırdan bulduğu bir iki dirgen ve anadutu getirip, “Yahu hısımlar; şimdi aklıma geldi, bizim tarlayı dün işlettim, gidelim de hazır şu traktör buradayken benim sapı tarladan toplayıp getirelim, sonra çalarlar da hayvanlar aç kalır” dedi.
Onlar tarlaya giderken Çıtak Ali'de ekini biçtirmiş köye dönüyordu. Karşıdan gelen traktörün yanına yaklaştığında dikkatlice bakınca onun römorkunda oturan Düşes Ahmet’i seçebildi. Bir birlerine elleriyle selam verip herkes kendi yoluna devam ederken Düşes Ahmet kendi kendine, “Ula Düşes, yine dört ayağının üstüne düştün hadi hayırlısı” diye iç geçiriyordu.
Biraz yolculuktan sonra, “Hısım traktörü durdur, aha şu tarla benim, hadi size zahmet acele edip sapı yükleyelim de öğle yemeğine yetişelim” derken etrafı da kolaçan etmeyi ihmal etmiyordu.
İşe öyle dalmışlardı ki, top atılsa duyacak halleri yoktu. Acele çalıştıkları için terden adeta giyeceklerinin suyu çıkmış, acışan gözleri göremediği için bazen dirgen ve anadutları boşa sallıyorlardı. Yanlarında su testisi getirmediklerinden dolayı susuzluktan ağızları, dilleri kurumuş, bedenleri adeta domuzlar gibi kokuyordu…
- “Selamünaleyküm, kolay gelsin ağalar, bende yardım edeyim mi?
Düşes Ahmet işine öylesine dalmıştı ki, gelen traktörün sesini dahi duymamıştı. Selam veren sesi tanıdığında adeta nutku durdu, eli ayağı bir birine dolaştı, dili lal olup gözleri pel pel bakmaya başladı. Başı dönüyor, kafası zonkluyor, geriye dönüp verilen selamı almaya cesaret edemiyordu. Ne halt edecek, bu işin içinden nasıl sıyrılacaktı? Uyduracağı yalanlar acaba karşısındakini ikna edebilecek miydi? Şaşkınlığı diz boyu idi, hayatta hiç böylesi başına gelmemişti.
- “Sana diyorum Ahmet Çavuş, sağır mısın? Niye bu yana dönmüyorsun? Utandın mı yoksa…”
Aradan geçen bir iki dakikada Düşes Ahmet kendini toparlamış, hiçbir şey olmamış gibi, “Ooo Ali Çavuş sen misin? Hoş geldin, iş telaşesinden sesini duyamadım. Hayırdır? Niye öyle kızgın gibisin?” dedi.
Çıtak Ali delirmiş, deli danalar gibi kükrüyor, ağzından gelenleri bir bir sayarken karşısındakine vurmamak için kendisini zor tutuyordu. Olanları uzaktan gören oğlu Murat da birkaç köylüyle yanlarına gelmiş olanları anlamaya çalışıyordu.
Düşes Ahmet baltayı taşa vurmuş, akrabalarının yanında on paralık olmuş, dönüşü olmayan bir hata yapmıştı. İşi pişkinliğe vurup suçluluğun verdiği cesaretle, “KÖR MÜ TARLANI BEKLE HEMŞERİM” diye çıkışırken utancından yere bakıyordu.