-Araçlar arıza yapınca sanayide ustalara, hayvanlar hastalanınca baytara, insanlar hastalanınca da doktora müracaat edilip tamir ve tedavisine bakılır. -Doktorlar hastayı muayene ettiklerinde tedaviye lüzum görürlerse hastaneye yatırmaya gerek duyarlar.

-Araçlar arıza yapınca sanayide ustalara, hayvanlar hastalanınca baytara, insanlar hastalanınca da doktora müracaat edilip tamir ve tedavisine bakılır.
-Doktorlar hastayı muayene ettiklerinde tedaviye lüzum görürlerse hastaneye yatırmaya gerek duyarlar. Hastaneler sadece doktorlardan ibaret değildir. Şöforundan hasta bakıcısına, aşçısından temizlikçisine kadar adını sayamayacağımız kayıtçı, kancı, rotgenci, koruma, ebe gibi görevliler bu kurumda hizmet verirler.
-Bir de bunların yanında doktorlardan sonra ikinci sırayı teşkil eden hemşireler vardır ki onları anlatmaya kağıt kalem yetmez. Beyaz kep ve önlüklerinin içindeki “gözleri ışıl ışıl”, etrafa gülücükler saçan bu güzeller belki de kendi dertlerini rafa kaldırarak hastanın tedavi haricinde başka sorunlarına da melhem olmaya çalışırlar.
-Onları birer sağlık meleğidir. Hastaların yemesine, içmesine, tansiyon ölçümünden tut ki “akla gelmedik her türlü tedavisine” doktor nezareti ve tavsiyesiyle ilgilenirken aldıkları maaşın fazlası kadar da “manevi duygularına” hitap ederler.
-Hemşirelerle ilgili aynı kelime (HAŞERİ) yüzünden şakacı Etem’in başından iki ilginç olay geçer.
-Torunu Ramazan (Sarı) köyünde top oynarken terler, üstüne de testiden buz gibi suyu tepesine dikince soluğu hastanede alır. Zature olmuştur. Aynı zamanda da ciğerleri ve boğazı iltihap kapmış çocuk “körük gibi hışır hışır” ötmektedir.
-Doktorlar Sarıyı hastaneye yatırıp tedaviye öyle devam etmeye karar alırlar. Dedesi Etem de mecburen torununun başında refakatçi kalır. Aradan birkaç gün geçtikten sonra Ramazan (Sarı) aniden bir öksürük krizine tutulur ki çocuk nefes alıp veremez duruma gelmiş, gövdesinden “buz gibi terler” akmaktadır. Sarı can havliyle “dede dede; kurtar beni ölüyom Dede” diye ağıt, tufan, çığlık atmaktadır.
-Bir an için ne yapacağını şaşıran Etem hışımla kendisini odadan koridora atmış hastasına yardım edecek birini aramaktadır. Tam o esnada topal bir hemşirenin hızla yürüdüğünü fark etmesiyle “topal hemşire, topal hemşire” diye çağırsa belki bayana ayıp olacak oda can havliyle “HAŞERİ HAŞERİ kızım HAŞERİİ (azgın)” diye o gür sesiyle çağırarak koridorun tam köşesinden sağa dönecek olan hemşireye sesini duyurur.
-Etem’in sesini duyan hemşire “belki de ne göreve gittiğini” de unutarak hışımla geri dönüp “amca amca ben senin kızın yaşındayım, utan utan insan bir bayana böyle çağırır mı?”
-Etem hemşirenin bağırıp hışımla kendisine kızmasına pek önem vermeyerek gayet sakin bir şekilde “kusura kalma kızım, seni yolundan ettim amma!..” Lafı ağzında kalmıştı. Kadın sert bir şekilde sözünü keserek “Aması-maması yok amca, bir daha lafını bilde öyle konuş” deyip yürüyordu ki “kızım kızım; durum senin bildiğin gibi değil, bizim oralarda hemşirenin güzel ve topalına ‘HAŞERİ’ derler de!...”
Kadının birden biraz önceki sertliği gitmiş yerini gülümsemeye terk etmişti.
-Ya öylemi amcı, çok özür dilerim, sahi sen beni niye çağırmıştın….
-Etem’in oğulları Ankara’dan köye onu ziyarete geldiklerinde kendi kendine yalancıktan hastalıklar icat ederek “vay şuram, vay buram ağrıyor” diye naz yapar ki oğulları dönüşte onu götürsünler de Ankara’yı şöyle rahat rahat gezsin.
-Yaptığı bu nazlanmalarının birin de oğlu Hamdi onu tuttuğu gibi “Babam dünyaya bir daha mı gelecek, şunu iyi bir elden geçirteyim” diye Ankara Numune Hastanesinin yolunu tutar. Onu tanıyan birkaç doktorda “hazır baban buraya gelmişken birkaç gün yatıralım da hem dinlensin, hem de sağını solunu muayene edelim” derler.
-Ankara’yı gezme hayaliyle planlar kuran Etem’in morali bozulmuştur. Evdeki plan gerçeğe uymamış ne hayal kurarken ne ile karşılaşmıştı. Her şey “insanın istediği şekilde” olmuyordu. İster istemez onlara uyum sağlayacaktı.
-Usanıp canı sıkılırsa arada koridora çıkıyor, geziyor, bazen da hastalara yasaklanan bölgelere girdiğinde çalışanlarca azarlanıyordu.
-Aradan geçen günler zarfında yanındaki hastalarla diyalog kurup samimi olmuş, onlara şaka üstüne şaka yapıyor, hiç olmazsa bozuk olan morallerini düzeltiyordu. Bu durum bazen uzadıkça uzuyor, geceleri hastaların “yat saati” geçtiği halde onların şakaları koridorlara ve yan hasta odalarında çınlıyor, haliyle de bu durum şikayet konusu oluyor nöbetçi hemşirede gelip onları yatmaları için ikaz ediyordu.
-Bunlardan birisinde nöbetçi hemşirenin onca ikazına rağmen kimse onu gaile almamış lafladıkça laflıyorlardı. Buna kızan hemşire “Hastalar; yaptığınız çok ayıp, sizden başka kimse de çıt yok…”
Morali bozuk olan Etem; “yavrum şurada iki çift laf edip vakit geçiriyoruz, bunu bize çok görme…”
Aslında o gün için hemşirenin de başka bir şeyden dolayı morali bozuk olacak ki kendisine yakışmayacak bir ifadeyle “yat zıbar amca; ortalığı zaten hep sen karıştırıyorsun, sabah seni başhekime şikayet edeceğim…
-Torunu yaşındaki birisinin kendisini azarlaması Etem’in ağrına gitmişti. Yarı kızgınlıkla “KIZIM PEK HAŞERİYMİŞSİN!..” dedi.
-Kadın duyduğu bu kelimeyle birden çığırdan çıkmış “Amca amca; ben hayvanmıyım, atmıyım, terbiyeni takın, ‘haşeri’ neye denir?.. Haşeri’ sensin...”
Kızım kızım; gecenin bu vaktinde benim günahımı alma, bizim köyde senin gibi güzel, efendi, hatır-gönül bilir, elinden bal yenen, kızlara HAŞERİ” denir, bunda ne var kızacak kızım!..
-Aaa; çok ama çok özür dilerim amca, sana kötü davrandım, demek öyle haa… Bir de durduk yerde senin günahını alacaktım. Tövbe tövbe…

+++++++++++++++++++++++++++

ETEM FAL ÖYKÜLERİ
LEĞENİ KAÇA ALDIN?

-Öykünün yaşandığı o yıllarda şimdi hozan kalan, ya da daire karşılığı inşaata verilen bu bağlar tarlalardan sonra ailenin neredeyse geçimini temin edecek kadar gelir kaynağı idi. Bağ sahipleri üzümün bir kısmını kuruturken bir o kadarını da hevenk yapıp arıstağa asarlardı. Yakılan tandırlarda pekmez ve ekşili kaynatılır kış katığı temin edilirdi. Pekmezden köftür, pelte, haside, unlu helva gibi besinler maharetli hanımların ellerinde yapılır iştahla yenilirdi. Üzümlerin fazlası şaraphaneye satılırken pekmezin fazlası da hemen alıcı bulur, aileye ek gelir kaynağı olurdu.
-Bağ ve bağcılık çok önemli olduğu için Nevşehir’de sahipleri “benden sonrakiler bağı satmasın” diye ölünce bağa gömülmeyi vasiyet ederlerdi.
-Harman ortaya gelipte düvenle sürülmeye başladığında bağlara alaca düşmüş, evin kızları da bağ beklemeye başlamıştı bile. Aradan on gün kadar geçtikten sonra yavaş yavaş olgunlaşan üzümler kızların başların da taşıdıkları kalburlarla evde katık olmaya yol alıyorlardı.
-Etem’in harmandan kalktığı günlerde de artık bağ bozumu yaklaşmıştı. Boş olduğu günün birinde yanına aldığı köpeği (ZOR ZOR) ile hem üzerinde biriken hasat yorgunluğunu atmak, hem de bağları şöyle bir gezmek bahanesiyle evden ayrıldı. Kaya bağlarından başladığı geziye yayla bağlarını gezerek kum bağlarına ulaştı. Nuhunun, emmioğlu Püskülü’nün ve Çolak Abbasın bağına hayran kaldı. Kendi bağıda onlardan aşağı kalmazdı. Ama ne de olsa onlardaki üzüm çeşitleri fazlaydı.
-Akşama doğru köye döndüğünde biraz yol yorgunu olsa da bağlardaki bereket onu bayağı sevindirmişti. Pekmez kaynatmak için her haceti mevcutken bir türlü gözü kör olası şıra leğenini alamamış yıllardır komşudan ödünç istemenin ezikliğini yaşamıştı.
-Birkaç gün sonra yolu şehre düşmüştü. Çarşı Pazar gezdikten sonra usulen şaraphaneye uğrayıp üzüm alıp-almadıklarını, alıyorsa kaça aldıklarını öğrenmek istediyse de öğle yemek tatiline dek geldiği için fikir alacak kimse bulamadı.
-Şaraphane açılıncaya kadar hem gezeyim, hem de leğen kaça satılır öğreneyim diye ağırdan ağıra uzun çarşının yolunu tuttu. Birkaç şire leğeni satan dükkanda müşteri olsa da “evdeki hesabın çarşıya uymuyor, aklının erdiğine cebin el vermiyor, desene bu yılda muhanetin eline kaldın Etem” diye kendi kendine kızıyordu.
-Başka başka dükkanları gezse de durum değişmiyordu. “Şöyle meyve-sebze pazarına bari gidip de gezeyim diye dükkandan yola çıkmasıyla sırtında şire leğeni yüklü birini görmesiyle kendisine doğru gelen adamı olduğu yerde beklemeye başladı.
-Köylünün sırtına sardığı leğen kalaydan yeni çıkmış gibi “cığıl cığıl” yanarken bakanın adeta gözlerini kamaştırıyordu.
-Etem’e yaklaşan adam sırtına yüklediği leğeni iki eliyle tutarken kafasındaki şapkası da başını leğenin sertliğinden koruyordu. Koca leğenin içine giren adamın sadece kendisini ve leğeni taşıyan iki ayağı dışarıda kalmış kan-ter içerisinde adeta harpten yeni çıkmış gibiydi.
-Adam tam etem’in yanından geçiyordu ki onun “nasılsın hemşerim, yükün ağır mı, az uçuk seni yolundan edecaam amma kusura bakmayacaaan ha” diyen sesiyle iki büklüm olan belini biraz doğrulttu. Yorgunluktan alnından dökülen terler gözlerini acıştırıyor, görmesini engelliyordu.
-Buyur hemşerim, ne diyecaasen de bakalım…
-Etem işi mahsus ağır alıyor lafı geveliyordu.
-Hemşerim ben de böyle bir şire leğeni alacağım da…
-Adam Etem’in ağır almasına bir anlam veremezken aradan geçen her saniye yükün altında beli biraz daha bükülüyordu.
-Bana ne senin leğeninden gardaşım ne diyecaasen di de ben hemen yoluma gidecaam.
-O halde soruyom. Leğeni kaça aldın hemşerim?
-Adam kafayı bir o yana bir bu yana çevirirken koca leğende onunla sağ sola dönüyordu.
-Ben leğeni satın almadım gardaşım, galeyci de galeyleddim, köyüme dönüyom, bana köyün kamyonunu kaçırtma, beni yolumdan koma…
-Adam yürümek için ayağını tam kaldırdı ki, Etem’in “hemşerim madem şimdi almadın, diyelim ki iki yıl önce aldın, aldıysan kaça aldın, hangi dükkandan aldın ne olur bana göster, yardımcı ol” diyen yalancıktan yalvarırcasına sorularıyla tekrar yürümekten vazgeçti.
-Adamın artık yükten ve sinirden eli ayağı tutmaz olmuştu. Kime ne kötülüğü olmuştu da Allah bu deliyi başına bela etmişti, ondan bir türlü kurtulup yoluna devam edemiyor, yükün altında büküldükçe bükülüyordu.
-Aldığıma çok oldu, şu arkamda kalan dükkanlardan birinden almıştım, dönebilsem sana gösteririm amma !...
-Adam öfkeden kendini kaybetmiş (zıvanadan çıkmış) ne yapacağını şaşırmıştı. Bu deliden nasıl kurtulacaktı.
-Sorgu melağamisin gardaşım, alıp satmasaydım da sana rastlamaz olsaydım. Tövbe estağfurullah!...
-Adam lafını bitirmeden iki dizi üstüne yere kapaklanmış haliyle leğende üstüne düşmüş dışarıda sadece ayakları kalmıştı. Gülmemek için kendini zor tutar Etem; “Ne sırrı berk adammış, leğeni kaça aldığını demeden ahrete göçtü” diye yandakilerine dert yanıyordu.

+++++++++++++++++++++++++

ETEM FAL (LAF)
ÇAL GULFUYA EVLADIM!

-Altmışlı yıllara kadar şehirlere göç; Almanya gibi yabancı ülkelere de işçi akımı başlamadığı için genelde köylerde nüfus kalabalıktı.
-Günlerden Cuma olduğu için Hasan hocanın o yanık sesinden çıkan Cuma selasıyla cemaat gruplar halinde camiye akın ederken kimileri de abdestini alıyordu.
Hasan hocanın babası Hamza aslen Mucur’lu olup Malaylıoğulları denen bir sülalenin imam olarak yetişmiş oğullarından birisiydi. Karacaören’de ‘eski cami’ olarak anılan cami köyün orta yerine köylülerin kendi aralarında toparladıkları paralarla yapılmıştı. Köyün o zaman ki ileri gelenleri araştıra-soruştura bu Mucur’lu genci imam olarak tuttular. Bir süre sonra da köyden bir arsa temin ederek elbirliği ile oraya imam Hamza’nın ikamet etmesi için bir ev yapmakta da gecikmediler. Zamanla köyü benimseyen imam burada yerleşip kalır.
O yıllarda imamlar devletten maaş alamadıkları için köy muhtarının ahaliden gelir durumuna göre tahsis ettiği “hoca hakkı” denen buğdayla (salma) geçimlerini temin ederlerdi. Aradan geçen yıllar içerisinde İmam Hamza çoluk çocuğa karışmış, köylülerinin tabiriyle ‘goca hoca’ daha sonra da imamlıkla zor geçindiğinden arıcılık ta yapınca ‘balcı hoca’ adını almıştır.
Büyüyen oğullarını imam olarak yetiştiriyor, hazır mesleği olan bu gençlerde yurdun dört bir köşesindeki köylere imam oluyorlardı.
-Oğlu Hasan askerden yeni gelmişti. İmam durmak için gittiği köyler imamlarını tuttukları için eli boşa çıkmıştı.
Bazen babası arılarla uğraşırken camideki vakit namazlarını o kıldırıyordu. Yıllar sonra köyün Boztepe tarafına bir cami daha yapılmış oranında imamlığını köylüsünün ‘hafız’ adını taktığı ağabeyi Mehmet yapıyordu. Her nedense Mehmet imamlığı bırakıp eski mesleği bakkalcılığa dönünce köylü bu caminin imamlığına artık yaşlanan ‘goca hocayı’ eski camiye de oğlu Hasan’ı tuttular.
-Cuma selası verileli bir saat ya olmuş ya olmamıştı ki Hasan hoca caminin toprak damına merdivenle çıkarak ezanı okumaya başladığın da geç kalmış olanlar koşar adımlarla namaza gelirken cami içerisinde bulunanlarda ağır ağır ayağa kalkarak imamın gelip namaz için tekbir almasını bekliyorlardı.
-Camiye girdiğinde cemaatin bayağı kalabalık oluşu Hasan hocayı hem sevindirmiş, hem de gövdesine bir heyecan dalgası estirmişti. Adeta sevinçten gözleri ışıl ışıldı…
Cuma namazının dört rekatlık ilk sünnetini kılan cemaatin kimi iki dizi üzerinde otururken camiye o vakit için gelenlerinde dizleri bükmeye alışkın olmadıkları için sızlıyor, fırsat bu fırsat onlarda ayaklarını hemen uzatıyorlardı.
Namaz ve sonrasında okunan iç ezandan sonra hutbeye çıkan Hasan hoca akşam babasıyla beraber hazırladıkları Cuma gününün anlamına uygun vaazı yazdığı kağıttan okurken her nedense birkaç yerinde hata yaptı. Yaptığı hatalardan dolayı kendi kendisine biraz sitemkar olup kızsa da yazıyı tekrar baştan alarak vaazı okumayı, devamında da hutbe dualarını ve sonrasında da hutbedeki dini vecibelerini tamamlamış oldu.
-Hasan hoca o günlerde köyün güzel kızlarından biriyle yeni nişanlanmıştı. Bazen ezan okurken kendi çevresinde dönmüyor farkında olmadan nişanlısı gelin evinden tarafı bakarak belki ona sesini duyurmaya çalışıyordu. Aklı-fikri nişanlısına mı takılıyordu acaba. Yoksa yayla bağlarının aynı adla anılan çeşmesinin az ilerisindeki vadinin hemen bucağında ‘kelengi’nin çıkardığı toprakta bulduğu iki eski antika parada mıydı bilinmez. (Eskilerin “manastır” dediği bu bölge halen defineciler tarafından eşilir) Köylüler Hasan’daki bu dalgınlığa sebep olarak bu iki neden üzerinde duruyorlardı.
-Hutbeyi tamamlayan Hasan hoca ağır adımlarla cemaatin önüne geçip safları gözden geçirdikten sonra niyet edip “uyun hazır olan imama” diye tekbir alarak cemaate iki rekat Cuma namazının farzını kıldırmaya başladı.
-Birinci rekatı tamamlayıp ayağa kalktığında Hasan hoca namazın gereği aynı birinci rekatta olduğu gibi sesli olarak Fatiha süresini okudu. Ardından zamlı süre olarak önceden sıraya koyduğu ‘Maun’ suresini okumaya geçti. “Era eytellezi” diye başladığı o uzun sureyi özene özene okurken sürenin bitimine son bir cümle kala ‘yakıtı bitince stop eden bir araç’ gibi birden sesi soluğu kesildi. Ezberinde olan bu süreyi birden hatırlayamaz olmuştu.
-Süreyi baştan tekrar okumaya başladı. Olmadı. Tekrar bir daha denedi yine olmadı. Bir daha bir daha denedi olmuyordu. Adeta kırık plağa pikabın iğnesinin takılıp ta müziğe tekrar başından başladığı gibi Hasan hocada süreyi okuyor okuyor unuttuğu son cümleye gelince dili takılıyordu.
-Aradan biraz vakit geçince arkasındaki cemaatin yaşlı olanlarında fısıldaşmalar, gençlerinde ise yer yer yüksek olmasa da fıkır fıkır gülüşmeler kulağına kadar geliyordu.
-Haliyle Hasan hocanın morali bozulmuş, başına ilk defa gelen bu acayip durum karşısında ne yapacağını şaşırmıştı. Utangaçlık hissi içine ağır ağır sararken onun verdiği eziklik ve stresten dolayı kıp kırmızı kesilmiş, elinden, yüzünden şipir şipir terler akmaktaydı. Kulaklarını arkaya dikmiş cemaatten süreyi bilen birinin yardımını bekliyordu. Ama umduğunun hiç birisi hasıl olmuyor” bu namazı nasıl bitiririm” diye o dakikalar süren zaman zarfında krizler geçiriyordu.
-Onun bu aciz durumunu fark eden hemen iki saf geri arkasında yer alan hazır cevap Etem ağasının; “ÇAL GULFUYA EVLADIM!” diyen o gür sesiyle kendisine gelip yeniden hayat bulmuş, haliyle nesilden nesile dillerde dolaşan bu öykünün yaşanmasına vesile olmuştu….

 

ETEM FAL (LAF)
Zehni askerde güreşçi!

-Etem askerlik vakti gelince diğer tertipleriyle beraber Daşlıgedikten aşarken anasının arkasından gözyaşıyla karışık bir testi su döktüğünün farkında bile değildi.
-Acemi birliğine vardıklarında kendisiyle yola çıkan onca tertibinden sadece altısıyla aynı bölüğe düşmüşlerdi. Burada altı ay süren talimden sonra dağıtıma gittiğinde yanında sadece arkadaşı Zehniyle kalmışlardı. Çok arkadaştan aza düşmek, vardıkları usta birliğinde bayağı acemilik çekmek, bir de bunun yanında memleket hasreti bayağı iki arkadaşı çok etkilese de üç dört ay gibi geçen süre içerisinde oraya az buçuk alışmışlar, yeni yeni arkadaşlar edinmeye başlamışlardı.
-Kendilerinden birkaç devre önce askere gelen boynu kilise direği gibi kalın, orta boylu, iri kıyım, kol ve bacakları kalın ve kuvvetli birisi tatil günlerinde ortaya çıkıyor “var mı içinizde benle güreş tutacak” diye etrafına hava atıyordu.
-Bazen soyunup kısbet giyiniyor, tedariklediği zeytinyağı ile kendisini yağlıyor, güreşecek kimseyi bulamazsa kendi kendine peşrev (ısınma hareketleri) çekiyor, ellerini birbirine vurarak perdah yapıyor, ondan sonra da ortaya koyduğu sandalye ile güreşe başlıyordu.
-Sandalyeye sanki bir güreşçiymiş gibi kemane çekiyor, elense vuruyor, bazen tek bazen çift dalıp onu altına alıyor, sonra kündelemeye geçiyor, bazen ondan kılçık yemiş gibi yaparak altına yatıyor derken aradan geçen zaman içerisinde kan ten içerisinde  kalırken sözde sandalyeyi yenmiş oluyordu. Sonra da “Ben niye ona dış ya da iç kazık vurmadım, tırpan atmadım, niye kündeye getirip sırtını yere vurmadan, yıldızları saydırmadan niye hemen yendim” diye kendi kendine sitem de bulunuyordu.
-Merak edip soranlara adının Hasbekli Bekir, aslen Yozgat’ın Hasbek köyünden olduğunu, bilmem kaç kuşak dedesinin İstanbul’a Aliço ile güreşe gittiğini anlatıyordu.
-Ben burada bir parantez açmak istiyorum. (Osmanlı Padişahlarından Sultan Abdulaziz hem güreş meraklısı hem de iyi bir pehlivandı. Sarayında pehlivanlar için yer ayırtmış, yurdun dört bir yanından toparladığı pehlivanları orada barındırmış; İstanbul’un önde gelen tacirlerine. Yabancı elçilere, paşalara huzurunda güreşler tertip etmiştir.
Saraya o yıllarda Osmanlı hudutları içerisinde bulunan Deli Orman’dan Aliço adında bir pehlivan gelerek yenmedik bir pehlivan bırakmaz zamanla sarayın baş pehlivanı olur.
-Rakiplerine karşı gaddar ve acımasız bir yapıya sahip oluşundan dolayı Sultan Abdulaziz Aliço’ya içten içe kızmakta, onu yenecek bir pehlivanı haber saldığı vilayetlerde gizliden gizliye araştırtmaktaydı. Karşısına çıkıp Aliço’yla kendisi güreş tutsa bu devletin teamüllerine uygun değildi. Nihayet beklediği haber Yozgat’tan geldi. Görevlendirdiği kişi gizlice Yozgat’a vardıktan sonra ilin Valisiyle beraber uzun süren bir yolculuktan sonra Hasbeke ulaşır. Köye vardıkların da amelelikle geçinen Hasbekli pehlivanın kağnı tekerlerinden birisi kırılan bir çiftçinin ücret karşılığı yardımına gittiğini öğrenirler.
-Biraz bekledikten sonra üzeri buğday çuvalları yüklü kağnıyı öküzler çekerken kırık tekerin boşta kalan mazısı da Hasbeklinin elleri arasında diğer tekerle dengeyi sağlamaktadır. Bu gibi durumlara köylüler alışkın olduğu için pek üzerinde durmasalarda iki adam gördükleri manzara karşısında adeta şok olmuşlardı.
-İri yarı, uzun boylu, babayiğit Hasbekli saray baş pehlivanı Aliço’ya teslim edildiğinde Aliço birden her şeyi anlar. Aradan geçen zaman içerisinde onun her hareketini gizliden gizliye takip eder. Günün birinde Hasbekli “Dibek taşı” denen pehlivanların antrenman yaptığı o koca taşı yerinden sanki bir pamuk çuvalıymış gibi kaldırıp taşıması Aliço’nun gözünü korkutur. Rivayete göre Aliço’nun ayarladığı aşçı vazifesini tam yapar, yemeğe koyduğu zehir Hasbeklinin Aliço‘yla güreşmeden sonunu getirir.)..
Biz tekrar öykümüze kaldığı yerden devam edelim. Eğitimin olmadığı günün birinde Hasbekli Bekir  çıkıp güreşecek birisini bulamayınca yine sandalyeyle güreşe başlayıp kendisini oyalarken Etem Zehriyi gaza getirmekte “şöyle kuvvetlisin, adamdan daha uzun boylusun “diye pohpohlayıp duruyordu. Zehni uzun boylu, sırım gibi, zayıf ama kuvvetli bir delikanlı olmasına rağmen köyünde yapılan hiçbir güreşe katılmamıştı. Zehni bir yandan adamı süzüyor, süzdükçe de onu gözüne kestirmesi daha ağır basıyordu. Fakat kendisinde güreşe çıkacak cesareti bulamıyordu.
-Sandalyeyle güreşmekten usanan Hasbekli Bekir bundan usanmış olacak ki onu bir tafra fırlatırken “yok mu içinizde bir babayiğit? Siz iki Kırşehirli; bu kadar yüreksiz misiniz” diyerek onlara çıkıştı. “Var elbette hemşerim” diyen Etem parmağı ile Zehniyi ona işaret ederken aynı anda Zehniyi itelediği gibi adamın kucağına teslim etti. “ Al sana köyümüzün pehlivanı” dedi. Adam Zehniye önce perdah çekmeyi, sonra peşrev faslını, sonra da elense vurmayı usulen tarif ettikten sonra güreş başlamış oldu. Bekir işi mahsustan ağır alıyor, kendisini zebun (zavallı) göstererek rakibine açık üstüne açık veriyordu. Bundan cesaret alan Zehni adamın üstüne üstüne gidiyor, bazen onu altına alıyorsa da adam bir yolunu bulup hemen ayağa fırlıyordu.
-Güreş başlayalı nerede ise bir saat olmasına rağmen  Zehni adama yenilmemiş, bundan da gurur duyarak keyf almaya başlamıştı. İştima saatinin yaklaştığını hisseden Hasbekli Zehniyi altına aldıktan sonra bir eli ve iki ayağıyla onu zaptederken diğer eliyle de hiç  ara vermeden kuvvetlice kemane üstüne kemane çekiyordu. Bu fasılın on dakika devam ettiği süre zarfında Zehninin sanki ilikleri boşalmış, eli-ayağı hareket edemez olmuş, adeta boş bir çuvala dönmüştü. Bekir güreşi kesip Zeniyi serbest bıraktıktan sonra onun ayağa kalkmasına müsaade etti. Az sonra “haydi bire pehlivan maşallah” diye nara atarak çift dalmasıyla Zehniyi önce havaya kaldırıp sonra hızlıca sırtını yere vurduğunda iştima düdüğü çalmıştı bile.
-Adam galibiyet temasını çakarken Etem yerde yatan Zehniyi ayağa kaldırmaya çalıştığında onun “ağzıma s….tın Etem, gayri iflah olmam dürzü, sen beni ne zaman güreşirken gördün…” diyen sesi kulağına aksediyordu…

++++++++++++++++++++++++++++++

ETEM FAL!
Yerköy Ofisi

Değerli okuyucular ben naçizane yıllardır bu sütunlarda öykü (yaşanmış)ler yazmaktayım. Ben bir edebiyatçı değilim. Herkesin beğenisini kazanmayabilirim. Bu işi amatörce yaparken yaşanmış olayların dilden dile değişerek kaybolmaması için kahramanlarımın yakınlarının hoşgörüsüne sığınarak kendim de kâğıda dökme cesareti buldum. Önce Çağdaş Kırşehir Gazetesi’nde, sonradan da gazetelerin birleşmesiyle Çiğdem’de yazmaya devam etmekteyim. Bu vesile ile bundan yıllar evvel köyümde yaşamış onca nüktedanların en önde geleni Etem amcanın on kadar derlediğim öyküsünü sizlere tefrika halinde bölüm bölüm yazacağım gönlünüz hoş olsun.
-Etem babası Ali Osman’ın üç oğlundan birisiydi. O kardeşi Mehmet gibi köye traşa gelen berbere heves edip bu mesleği öğrenmemiş, öbür kardeşi Sayıtla çiftçilik, amelelik, ırgat durma gibi işlerle (her köylüsünün yaptığı gibi) geçimini temin eder olmuştur.
-Gençliğinde uzun boylu, babayiğit mi babayiğit, tuttuğunu un eden yakışıklı birisiydi. Fakat yeterli beslenip gıda almaması, el kapısı çilesi, hayatın acımasız kuralları zamanla onunda belini bükmüştü.
-Çenesinin çokluğu, lafını ‘cuk’ diye oturtması, ‘laf ebeliğinden’ dolayı vakit çalma, işe bakmama, diğer çalışanlara mani olması vesilesiyle (Hacivat-Karagöz misali) köylüleri ona Etem fal lakabını (falcı anlamında olmayan) takmışlardı.
-Onun gençliğinde Kırşehir’de T.M.O. (toprak Mahsulleri Ofisi) olmadığından dolayı çiftçiler buğday-arpa türü mahsulü Yerköy Ofisine götürürler, oraya satarlar, aldığı parayla da ihtiyaçlarını giderirlerdi.
-Çuvallara konan buğdayları kimi çiftçiler tedarik ettiği eşeklerle kimileri de kağnılara, daha elinde olanlarda at arabasına yükleyerek ofisinin yolunu tutarlardı. Ofise varınca zannetme ki hemen sıra sana gelecek. Oraya ulaşan çuvallar sıraya konur haliyle uzun kuyruklar oluşurdu ki beklersin ne zaman sıra sana gelecek? Genel de ofise gidecekler arkadaş grubu oluşturarak yola kafile kafile çıkarlardı. Ne olur ne olmazdı.
-Etem ve kardeşi Sayıt, emmoğulları Güdüğreşit (dedem) ve komşularından Apo grup oluturup akşama değin süren zahmetli bir yolculuktan sonra Yerköy’e ulaştılar. Bekledikleri gibi ofis çok kalabalıktı. Eşeklerden çuvalları indirip ‘adam başı’ sıraya koyduktan sonra eşekleri bir hana emanet edip seklemlerin üzerine uzanarak derin bir uykuya daldılar. Aradan bir hafta geçmişti. Bu zaman zarfında artık buğday teslim sırası yavaş yavaş kendilerine geliyordu. Bir hafta boyunca içlerinden birisi çuvalların başında nöbet beklerken diğerleri de eşeklerin yemiyle, suyuyla, kendi ihtiyaçlarını tedarik etmekte vakit geçiriyorlardı.
-Ofisteki görevli memurlardan birisi öğleden sonra saat dörde kadar sıradaki çuvalları kayıt altına alırken orada çalışan amelelerle mal sahibi de bunları tartıya taşıyorlar, saat beş buçuğa kadar da paralarını vezneden alıyorlardı.
-Diğer arkadaşları “Belki sıra bize gelmez yarına kalırız” diye çarşıya yiyecek almaya gittiklerinde Etem çuvalların başında nöbetçi kalmıştı. Yavaş yavaş sıra kendilerine geldikçe Etem orada bulunanların yardımıyla çuvalları önündeki boşalan yerlere taşırken bir yandan da arkadaşlarının gelmesini bekliyordu.
-Etem ve arkadaşlarının geri arkasında da köylüleri olan zamanın zengini… Uşağının sayıca bunların kinden fazla çuvalları sırada duruyordu. O an için Etem’in beyninde bir muziplik hasıl oldu. Zamanın birisinde bunların kapısında biraz amelelik yapmış, parasının da bir kısmını alamamıştı. Şimdi bunun intikamını almanın tam sırasıydı.
Az sonra sıra kendisine geldiğinde gözleri ışıl ışıldı. Görevli memurun; “Adın ne hemşerim, niye ağzını ayırıyon” diyen sesiyle kendine gelince az bekleyip düşünüyormuş gibi yaparak “Etem efendim…” “Ya soyadın?..” Fal efendim…
-“Öyle soyadımı olur, çıkart nüfus kağıdını.” “Köyde bana öyle dedikleri için soyadım aklıma gelmedi, Ay efendim..”
-Şaşkınlığı biraz geçen memur “diğer çuvalların sahibi” diye çağırınca Etem, “efendim onlar köylümdür, çarşıya gittiler, ben ilgileniyorum…”Adı ney? Adı ney?” diye çıkışan memura; “kardeşim Sayıt Gara geçinin…” “Kardeşim desene onunda soyadı Ay, karageçi olur mu?” “Efenim köyde ona öyle derlerde…”
-Etem amacına adım adım ulaşıyor, işi saflığa boğarak vakit geçirmeye çalışırken memurun “kardeşim öbür çuvallar kimin?” sorusuyla güya memurdan korkuyor gibi yaparak yavaşça “Efendim onlarda emmoğlumun. İreşid gadersizin!..” “Oğlum benimle mi eğleniyon, başıma belamısın, bu adamın soyadı yok mu…?” Az bir sessizlikten sonra “var efendim, Çalışkan…”
Görevli memur Etem’in cevaplarına içinden gülüyor fakat kayıtların zaman almasından dolayı da kızıyor, bunu da bağırarak telaffuz ediyordu.
-“Kardeşim, evladım, saat dörde geldi, biraz sonra ben kayıdı durduracağım, biraz çabuk olda sıra öbürlerine gelsin, herkesin işi-gücü var, diğer çuval sahibinin ad ne” diye sordu.
Etem az düşünüyor gibi yaparak “Efendim adını hatırlayamadım bana az süre ver” derken cebinden köstekli saate bir baktı dörde bir dakika var “Efendim hatırladım hatırladım, adı Apoo Fildiş soyadı da Altınkaya…” Vaktin dolduğunu gören memur kulübenin kayıt yaptığı penceresini kapatırken…… uşağını ertesi güne bıraktıran Etem’in gözleri ışıl ışıldı.

+++++++++++++++++++++++++++++

DEDE SAĞLAMCI SOYULUR MU?
“Bende insanım oğlum”

-Ne dilersen yaratandan dile, o kuluna duyarsız kalmaz, yeter ki sen kulluğun gereklerini yerine getir.
-Murat kendi halinde kimsenin işine aşına karışmayan, hır-gür yapmayan, iyi niyetli saf temiz bir delikanlıydı.
-Aslen Yozgat’ın Yerköy kazasına bağlı Musabeyli nahiyesindendir. Askerden sonra öğrendiği biçerdöğer operatörlüğü sayesinde yaz boyu tarlalarda ekin biçerek evinin geçimine katkı da bulunurdu. Bunlardan birinde Adana’da ekin biçerken Cuma namazına gitmiş, bunu duyan biçerdöğer sahibi “Adana cokur sıcakta yanarken senin camide işin ne” diye onu işten atar. Çok üzülmüştür, ellerini semaya açar, “Allah’ım ailemin geçimini temin etmeme yardımcı ol” deyip ağlar.
Yerköy’e dönüşte ofisin işlerini taşeron firma olarak yapan bir Almanın yanında işe girer. Zamanla Alman Muradın yalvarmalarına dayanamaz onu Yerköy ofisine kadrolu hizmetli olarak işe aldırır.
-Yerköy’de bir müddet çalışan Murat bu zaman zarfında evlenmiş, bir gecekondu yapmış, bir de oğlan çocuğu olmuştur ki değme keyfine gitsin.
-Her şey insanoğlunun dilediği şekilde gitmiyor. Nihayeti ofis bir devlet kuruluşudur. Muradın tayini Kayseri’ye çıkınca gitmek istemez. Müdüre rica da bulunup yalvarır, fakat onun; “baban zenginse tarlasına, yok fakirse Kayseri’ye” cevabıyla ister istemez yedi yıl görev yapacağı Kayseri ofisinin yolunu tutar.
-Günlerin yılları kovaladığı yedi yılın sonunda “burada yediğin, içtiğin, hatıraların sende kalsın, şimdi yolun Kırşehir, hadi hayırlı görevler” diyerek onu yolcu ederler.
-Kırşehir-Kayseri’ye göre havası, suyu, yaşamı adet ve töresi kendisine daha yakındı. Hem doğup büyüdüğü Yerköy’le Kırşehir’in arasında ne fark vardı ki.
-Kırşehir ofisinde günleri diğer arkadaşlarıyla çalışmakla, sakalaşmakla, bazen Kır Fuat’ın mizahi dolu hikayelerini dinlemekle, sonradan Ankara’dan Kırşehir’e tayinle gelen Karacaörenli Topal Assiyenin Esedin Fuat’dan daha baskın gelen yalan ve şakalarıyla geçti.
-Dürüstlüğü, güvenilirliği, arkadaş canlılığı dolayısıyla çevresinde sevilip-sayılmış, aynı zamanda esnafında kolay kolay boş çevirmediği müşterilerinden biri olmuştur.
-Acımasız zaman su gibi akıp geçerken çocukları büyümüş, iş sahibi olmuş, devletin çeşitli kademelerine yerleşmişti. Haliyle de Murat yuvadan uçan kuş misali görev süresini doldurarak emekli olmuştu.
-Önceleri emeklilik ona pek yaramamış, kendisini bir boşlukta bulmuştu. Sanki göreve gidecekmiş gibi sabah erken kalkıyor, gerçekle karşılaşınca da hayal kırıklığına uğruyordu. Bazen hanımını yanına alarak değişik şehirlerde görev yapan oğullarının yanına sırasıyla giderek kendisini yeni yaşamına alıştırıyordu.
-Bunlardan birinde İstanbul’da görev yapan oğlunun yanına gittiğinde sağı-solu gezerken yolu Eminönüne uğradı. Oralar Türkiye’nin ticari yönden kalbinin attığı, satışların toptan satıldığı bir yerdi. Orada çorap satan yaşlı sakallı eli yüzü nurlu(!) biriyle tanıştı. Adama emekliliğin zor yanlarını anlatınca onun “ben sana çorap vereyim hem gez, hem bunları sat” diyen avutucu sözleriyle karşılaştı. Öyle de oldu. Parasını peşin olarak ödediği çoraplar …… adlı anbarla verilen adrese gönderilmişti bile. On gün sonra Kırşehir’e dönen Murat satacağı kadar çorapları çantasına doldururken bir de ne görsün, çorapların kimi yırtık, kimi dikişli, bazılarının renleri ayrı ayrı, kimi küçük, kimi büyük, öfkeyle “Allah cezasını versin çorapçı” derken itimadın bilmem kaçıncı darbesini yiyordu.
-Uzun süre bu aldatılmışlığın tesirini üzerinden atamadı. Bir gün Cacabey parkında ezan beklerken yanına tesbih satan bir adam oturdu. Beri öte derken ondan uzun pazarlıklar sonucu adını önceden duyduğu piyasası pahalı olan KEHRİBAR bir tesbih satın aldı. Bütün öfkesini çekerek ondan çıkardığı tesbihin aslında naylon olduğunu bu işten anlayan birinden öğrendiğinde şok oldu. İnsanlar ne zevk alıyorlardı saf ve temiz kişileri kandırmaktan. Paraya, pula ihtiyacı olmadığı halde sırf sağlığı için boş durmayayım diye tesbih alıp satmaya karar verdi.
-Hilesiz, hurdasız, yalansız, dolansız tesbih ticareti yaptığı için çokça yanılsa da aradan geçen zaman içerisinde mesleği iyice kavramış ve böylece de dürüstlüğünün de mükafatını almış, tesbih alacakların aradığı bir esnaf olarak isim yapmıştır. Sağlam ve kaliteli tesbih sattığı için adı ‘SAĞLAMCIYA’ çıkmış, ‘gel sağlamcı git sağlamcı’ olmuştur.
-Sağlamcı Muradın oğullarından birisi Bursa Gemlik’te öğretmenlik yaparken sonradan o okula müdür tayin edilmişti. Oğlunu, torununu, gelinini göresi gelmişti. “Hem bu vesileyle onları ziyaret eder, hem de Silivri’de mahkeme olan ‘bölücü başı’ Abdullah Öcalan’ın mahkemesine gidenlere iskelede tesbih satarım” düşüncesiyle hanımıyla yola çıktı. Hem geziyor hem vakit geçiriyor eve eli boş gitmiyor küçük torunuhu da harçlıksız koymuyordu. Bir gün iskelede oturup denizi seyrederken yanına bir adam oturdu. Selamdı, hoş beşti derken adama kim olduğunu sorunca oda ‘ben Almancıyım ya sen kimsin” sorusuna “ben SAĞLAMCI MURAT; tesbihçiyim” dedi.
Adam sağlamcı Murat’ın elindeki tesbihleri incelerken “daha iyisi var mı” deyince oda “var ama tanesi yüz lira acaba sen alır mısın” dedi. Cebini koynunu karıştıran adam “para yanımda yok evde vereyim” diyerek bir tesbih beğendi. Adam önde Murat arkada uzun bir yürüyüşten sonra bir çıkmaz sokağa girdiler. Bir eve girip az sonra dönen adam “abi kayınlarım da istiyor” diye üç tesbih daha aldıktan sonra güya evden para alıp geldi. Adamın yanında iki yüz dolar vardı. “Abi benim sana hakkım geçti, sende TL var mı” deyince Sağlamcı Murat “cebimde olan bu kadar” deyip tüm harçlığını adama verdikten sonra helalleşerek ayrıldılar. Cebinde TL kalmayan Sağlamcı Murat “şimdi torun harçlık ister” düşüncesiyle bir döviz bürosuna uğradı. Oradakilerin “amca bunlar sahte” demesiyle soluğu sarrafta alsada neticeyi değiştiremedi. Aklı dank ederken ‘Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olduğunun’ farkına varmıştı. Eve döndüğünde beti benzi kül gibi geçmişti. Soranlara hiçbir şey demeden yerine oturacaktı ki torununun gözlerinin içine bakarak her günkünden istediğinin ancak o zaman farkına vardı. Dedesinin harçlıktan yana hiç oralı olmadığını anlayan çocuk “daha ne duruyorsun dede harçlığımı versene” diye çıkıştı.
-O zaman Sağlamcı Murat o küçücük beş ya da altı yaşındaki torununa olanları olduğu gibi anlattı. Biraz soluk aldıktan sonra “anlayacağın dedeni soydular yavrum” dedi.
O gözleri pırıl pırıl parlayan torun “Sağlamcı soyulur mu dede” diye sorunca Murat ağa “Sağlamcı da insan yavrum” diyerek onu kucağına aldı.
-Soyadı ‘şaşmaz’ ya yinede doğruluktan şaşmaz o…

++++++++++++++++++++++++++++++++

İBİLİ DANAYI KAÇA SATTIN?
“Atmış beşe kaka kodum”

-İnsanlar doğuşta yaratıcının bütün güzelliklerini ve özentisini üzerinde taşıyarak dünyaya gelir.
-Bünye ve zeka olarak eşit doğanların yetişme şartlarından dolayı kimileri zeki, kimileri saf, kimileri de uyanık olarak gelişimlerini tamamlarlar.
-Saf ya da tahsili, bilgisi başkalarına göre zayıf olanların ‘kendilerini uyanık sanan’ bazı kişilerce onların bu zaaflarından faydalanmaya kalkması kadar dünya da başka bir ayıp var mı bilemem.
-Kırklı yılların birinde Kasım ayına kadar sanki gökyüzü muhanet olmuştu da yere bir damla olsun yağmur tanesi düşmemişti. Tohumunu kuruya eken çiftçilerin gözleri her gün gökyüzüne ümitle bakıyordu. Aralık ayında nasıl olduysa gökten birkaç yağmur damlası düşmüş Ocak ayında da kuru ayazla beraber ekinleri örtmeyecek kadar bir sefer kar yağmış bu da rüzgarla toz olup havaya uçmuştu.
-Orta Anadolu’nun her köyünde olduğu gibi Karacaören’de de ahaliyi kıtlık korkusu sarmıştı.Baharın gelmesiyle gökyüzünü kara bulutlar kaplamasına rağmen yağmur vicdana gelip bir türlü yağmıyordu.
-Köyde yapılan yağmur dualarında semaya kalkan eller boş kalmış haliyle yağış olmadığından dolayı ekinler, otlar sararmış, kavak, söğüt gibi ağaçlarla beraber kuruyup gitmişti.
-Köyde her evde olduğu gibi Emine bacının evinde de kış katığı neredeyse bitmek üzereydi.
-Baharın gelmesiyle beraber bahçeye ekilen domates, patates, fasulye gibi sebzeler yeterli su alamadığından ‘maşalasında’ geçmişti (kurumuştu.)
-Emine bacıyı kara bir düşünce almıştı. Üzüntüden aynı açılıp yüzü gülmüyor, “bir kalbur horantaya (aile efradı) ne yedirir, ne içiririm” derdine düşmüştü.
-Eve geçim lazımdı, koca bir ev olmuşlardı, iyi-kötü çeşitli ihtiyaçları oluyordu. Düşünürken birden aklına ahırdaki dana geldi. Ona hiç kıyamazdı ama “mal canın yongası” derler “cana geleceğine mala gelsin” diyerek onu satmaya karar verdi.
-Sabah erken kalkan İbili eşeğinin semerini vurduktan sonra danayı kendisi gibi hayvan pazarına satmaya gidenlerin hayvanlarına katarak Daşlıgedikten şehrin yolunu tuttular. Kervansaray dağlarının şehir tarafına laflaya laflaya bazen eşek üstünde bazen de yaya olarak hayvanları yaya yaya (otlayarak) geldiklerinde güneş arkalarından bir minare boyu kadar yükselmişti.
-Güneş yükseldikçe havada ısınmaya başlamıştı. Birden nasıl oldu, neden oldu hem otlamakta hem de yürütmekte olan o masum hayvanlar kuyruklarını diktikleri gibi delicesine sağa sola bir şeyden korkarcasına pirem-pirem dağılıp kaçışıyorlardı. Meğerse hayvanları halk arasında “buvelek” denilen sinekler tutmuştu (ısırmıştı.)
-İbili’nin de danası bu hengabe de kaybolmuştu. Uzun aramalardan sonra kan-ter ve telaş içerisinde kaldığı bir anda danasını Kındam Mahallesi’nin kenarında bir ağacın gölgesinde kuyruğunu sağa sola sallarken bulduğunda o an neşesine diyecek yoktu. Ama köylülerini kaybetmenin hüznü daha ağır bastı.
İbili Kındam da edindiği bir yuları dananın boynuna geçirdikten sonra eşeğine binip kendi önde, yuları elinde olan dana arkada hayvan pazarının yolunu tuttu.
O gün hayvan pazarı çok kalabalıktı. Pazar girişinde ‘iri yarı pala bıyıklı’ bir adam “hemşerim danayı satacaksan ben onu şu fiyata alırım” diyerek değerinin iki katını verdi. Aslında bu adam satıcıya sabah tuzak kurup akşama kadar onun verdiği paranın fazlasına hayvanını satamayanlara akşam dönüşte verdiğinin dört de birini verip naçar kalana tepik vuran cinsten birisiydi.
-İbili adama pek aldırış etmeden yoluna devam etti. Onun derdi hem danayı adamın verdiğinden fazlaya satmak hem de kaybettiği köylülerini pazarda bulmaktı. Bunun için pazarın altını üstüne getirmesine rağmen ne köylülerinden birine rastlayabildi ne de adamın verdiği paranın fazlasını veren bir alacıyı bulabildi.
Vakit ilerliyor, kafasından geçenlerin hiç birisi gerçekleşmiyor, pazarın ortamı da adeta başını döndürüyor, aynı zamanda üstüne bir ezginlik çöküyordu. Sersemlemişti. Ne yapacağını şaşırmış bir haldeyken “İrbaam; İrbaam; Tertibim” diye kendisine hiçte yabancı gelmeyen sese doğru başını çevirdiğinde gördüğü kişiyi hemen tanımıştı. Bu askerlik yaparken acemi birliğinde tanıştığı arkadaşlarının “fırfır” dedikleri Necati’ydi.
-Hoş, beş, hal, hatır derken Necati İbili’yi pazarın kenarında bulunan bir ağacın gölgesine götürdü. Orada Necati’nin üç-dört kadar daha arkadaşı bulunuyordu. Adamlar ortaya diktikleri rakıdan, şaraptan arada sırada atıyor, sırasıyla da pazarda olup biteni tetkik ediyorlardı.
Necati İbili’yi arkadaşlarına tanıştırdıktan sonra eline aldığı kadehi İbili her ne kadar “ben onu asla kullanmam” dese de ‘yemin billah edip’ içmeğe zorluyordu. “Arkadaş hatırına çiğ et yenir” diyen İbili tiksinerek de olsa on dakika arayla bilmeden iki duble ‘göölemeyi’ mideye arkadaş zoruyla hatıra indirmiş oldu.
-Aslında bu kişiler İbili’nin Pazar girişinde rastladığı ‘kelepirci alınıcının’ adamlarıydı. Aradan bir müddet geçtikten sonra İbili’nin ayakları yerden kesilmiş, kafası zoklamaya, başı dönmeye, dili peltekleşmeye başlamıştı. Böyle bir şey yaşamında ilk defa başına geliyordu.
Necati İbili’nin bu durumunu fark ettikten sonra onun danasına müşteri oldu. Diğer meyacıların da (Necati’nin arkadaşları) araya girmesiyle pazarlık başladı. Ne verilen fiyatı, ne de danasına kendisi ne istedi, aklı karışan İbili bunları düşünecek halde değildi. Adeta Pazar üstüne üstüne yıkılıyor, danaya verilen paranın azını çok, çoğunu az zannediyordu.
Danayı nasıl teslim ettiğini, oradan nasıl ayrıldığını hatırlamıyor, sadece Necati’nin “sıkı sahip ol” dediği atmış beş lirayı cebinde eliyle tutuyordu. Rast geldiği bir çeşmede elini-yüzünü iyice yıkadıktan sonra kendisini biraz toparlar gibi oldu.
Anasının salık verdiği ısmarıçları eşeğin heybesine doldurduktan sonra yola düştüğünde baş dönmesi devam ediyor, “acaba benim eşek ayağını bir yere mi vurdu da topallıyor” diye iç geçiriyordu. Yol aldıkça dağın temiz havası onu kendisine getiriyor, beynin de doksan, seksen beş, atmış beş gibi rakamlar oluşuyordu.
Köye geldiğinde hayatın kapısında anası ile hanımı kendisini karşıladı. Hanımı onun eşekten inmesine, heybesini kaldırmasına yardım ederken üstüne çavan ‘ne idiği belirsiz’ bir kokudan dolayı da burnunu tutuyordu. İbili’nin elleri ateş gibi yanarken yüzü de kulaklarına kadar kızarıyordu. Bu durum anası Emine’nin gözünden kaçmadı. “Gel bakalım yanıma İrbaam, ne ettin, ne yaptın, danayı kaça sattın oğul anlat bakalım?..”
İbili sendeleyerek anasının yanına vardığında aradan bunca zaman geçmesine rağmen daha kendisini henüz toparlayamamış, beyninde danaya verilen paranın azlarını çok, çoklarını da az bilmesi halen devam etmekteydi.
-İbili bundan biraz cesaret alarak büyük bir vakar içerisinde “Ana; danaya (o tıkalı burnundan doğan yarım ses tonuyla) doksan verdiler vermedim, seksen beş verdiler vermedim, atmış beşe kaka kodum” deyip olduğu yere yığılırken “iyi halt etmişsin İrbaam”diyen anasının sesini duymamıştı bile.
-Aradan bunca yıl geçmesine rağmen Karacaören’de insanlar halen alış-verişlerin de “aman İbili’nin dana sattığına dönmesin” derlerde, İbili’nin bir arkadaş hatırına onun kalleşçe tuzağına nasıl düştüğünü bilmezler. Uyanıklara saf olmayalım.
++++++++++++++++++++++++++++++

NEDİR BU TELAŞIN EMMİ?
“Allah’la anamın arasında kaldım!”

-“Yazın güneşte beynin kaynasın ki kışında kazanın kaynasın” demiş her şey için doğru söz eden atalarımız.
-Çalışarak geçim temin etmek dünya da yaşayan tüm canlılar için geçerlidir. Boşuna dememişler; “çalışmayana ekmek, aş yok” diye. Tabi ki her işin onca zorlukları olacaktır. Zahmetli işin ekmeği de tatlı olur, aşı da. Var mı alın teri dökerek kazanılanın dengince bir değer.
-Bereketli bir hasat mevsiminin ardından köylü bir yıl önce nadasa bırakılan tarlalarını sürüp ekime hazırlamıştı. İbili ekim yapmadan önce gübre niyetine ahırdaki pekleşmiş hayvan pisliğini (mayıs) kazıyarak kağnıya yükleyip ekeceği tarlalara götürüp onları saçtıktan sonra ekmek için tarlanın tavını beklemeğe başladı.
-O yıl oğlu Mehmet Astsubay okulunu kazanmış Ankara’ya okumaya gitmişti. Küçük oğlu Çavuş’ta henüz ilkokula yeni başlamıştı. İbili’nin ekimde, dikimde kendisine yardım edecek kimsesi olmadığından bu işleri emmi uşaklarıyla her yıl olduğu gibi bu yılda imece (ödünç) usulüyle yapacaktı.
-Toprağın ekim için tavını beklerken biryandan bozulan bağların üzümlerini pekmez kaynatırken bir yandan da bulgurun buğdayını hanımının ve anasının yardımıyla eliyordu. Zaten bu işlerden önce ahırdaki ineklerin, öküzlerin yemlerini ayırmış, hatta unu bile Boztepe’de Zeki’nin değirmeninde öğüttürmüş, neredeyse kışlık hazırlıkları tamamlamıştı.
-Kış mevsimi fazla beklemeden kapıya o soğuk yüzlü azametiyle hemen dayandı. Uzun süren kış dönemi içerisinde İbili vaktinin çoğunu bazen köy odalarında, bazen de emmioglu Güdüğreşidin Hasan’ın kahvesinde sigaranın birini yakıp diğerini söndürerek geçirdi.
-Nisan ayı gelmesiyle ölü toprağa su serpilircesine uyuyan doğa cana gelmiş, çevrenin yeşilliği gün ve gün koyulaşmış, yağmurdu, güneşti derken ekinlerin boyu neredeyse “tavuk teleği” kadar uzamıştı.
-O yıl azotlu gübre yeni çıkmış, methiyesi dilden dile dolaşırken ta Emine bacının kulağına kadar gelmişti. İbili anasıyla kağnıya binerek Boztepe Kooperatifi’nin yolunu tuttu. Birazı peşin birazı da taksitle ödemeye alıp kağnıya yüklediği gibi azotlu gübreyi eve getirmesi bir olmuştu.
Gübreyi eve atan İbili’nin keyfine diyecek yoktu. Güzden saçtığı hayvan pisliğinin tarlalarına iyi kötü bir faydası olmuştu. Şimdi de onun üstüne yaz gübresini de saçtı mı değme sen tarladaki berekete… Bunları düşündükçe İbili’nin gözleri neşe üstüne neşe saçıyor, etrafındakilerle şimdi daha başka şakalaşıyordu.
-Havaların yağışlı gitmesinden dolayı tarlalar çamur olsa da doğan güneşin sıcaklığıyla az sonra kuruyor, gübre saçmak için tetikte bekleyen köylüler bu fırsatı değerlendirip hemen tarlanın yolunu tutuyorlardı.
İşin farkında olan Emine bacı akşam yemekten sonra “İbraam artık hazırlıklara başla elden geri kalmayalım oğlum” dedi.
-Diri sabahı diri eden İbili erkencecik kalkıp öküzlerin yemini, suyunu hazırladıktan sonra hanımı Sariye’nin pişirdiği tarhana çorbasını ‘nereye gittiğini’ bilmeden aceleyle içti üstüne bir sigara yakıp hemen hazırlıklara başladı. O yıl Boztepe tarafındaki tarlalar nadasa bırakılmış Horla yolu ile Dalakçı köyü arasındaki tarlalara tohum ekilmişti. Şöyle bir düşündü. Şartlar el verirse akşama kadar Ağaçlı’da on, Tokdemir’de sekiz, Kaya’nın burnunda da yedi dönüm tarlaya gübre atabilirdi. Köylülerinden takriben her dönüm için yedi-sekiz kilo gübre atıldığını duymuştu. Ona göre hesabını yapıp ayırdığı gübreleri kağnıya yükledikten sonra öküzleri kağnıya koşup onlara “deeh” diyerek Ağaçalı’daki tarlanın yolunu tuttu.
Öküzler kış boyu ahırda yatmaktan dolayı hamlamış olduklarından çok ağır yürüyorlardı. Arada sırada onlara ‘cemek’le dürterek tarlaya geçte olsa ulaştı.
Hava güneşli olsa da  Ağan Dağı’nın üstünde kara kara bulutlar bir birine eklenerek Dalgara Dağlarına doğru  çogaldıkça çogalıyodu.Önce anasının verdiği dizliği aceleyle beline doladı. İçerisine taşıyabileceği kadar gübreyi doldurduktan sonra besmele çekip bir eliyle çıkının ağzından tutarken diğer eliyle gübreyi tarlaya saçmaya başlamıştı ki yağmur damlalarının yüzüne damladığının ancak o zaman farkına varabildi.Buna pek aldırış etmese de yağmur biraz şiddetini artırmış fakat İbili’de tarlayı bitirmişti. Tokdemir’e hareket edecekti ki geri bundan vazgeçip “ıslanır hasta olurum” diye köyün yolunu tuttu. Öküzler havaya pek aldırış etmiyorlar agır agır yürüyorlardı. Eve geldiğinde üstü başı ıslanmış adeta ‘fıçırığı’ çıkmıştı. Hanımının yaktığı sobada urbasını kurutuyordu ki anasının “hadi İbraam; daha ne duruyon, güneş doğdu, koş öküzleri de doğru tarlaya “ diyen sesiyle pencereden dışarıya baktığında gerçeği gördüğü gibi yarı ıslak, yarı kuru urbasına aldırış etmeden giyinip öküzleri kağnıya koşup tekrar Tokdemir’in yolunu tuttu. Tarlaya daha varmadan yine yağmur başladı ki bu kez ‘bardaktan boşanır’ gibiydi. Tekrar kağnının yönünü köye çevirdi. Daha eve henüz yeni gelmişti ki güneş doğdu. Kapıda onu bekleyen anasının “haydi oğlum tarlaya” diyen gürlemesiyle birdaha tarlaya öküzleri koşturdu. Bu hemen hemen üç gün devam etti.
-Yine yağmurla tarladan döndüğü günün birinde onun bu gidiş-gelişlerini kahvesinde günlerdir ‘pür dikkat’ izleyen emmi oğlu Hasan birden kağnının önüne geçerek selam verdikten sonra “günlerdir seni merakla izliyorum emmi, nedir bu telaşın Allah aşkına?”
Yağan yağmura hiç aldırış etmeyen İbili öfkesini anlatacak birini bulmuşçasına sevinerek “vallahi yeğenim, anamla Allah’ın arasında kaldım, anam diyor tarla, Allah veriyor yağmur, eve gelince doğan güneş,vallahi bende şaşırdım kaldım” derken ağlamamak için kendini zor tutuyordu.

+++++++++++++++++++++++++

BUGÜN NİYE HERİFLENMİYON?
“Dün avradıma güvendim”

-Yiğitlik gücüyün yettiği herkesi dövmek, ona eziyet etmek demek değildir. Yiğitliğin şanında güçsüze yardım vardır. Korumak ve sahiplenmek vardır. Bazen güç ve cesaretin durduğu durumlar vardır. Bunu iyi düşünmek gerekir.
-Türkiye’nin her köyünde olduğu gibi Karacaören’de de yaşamış öyle nüktedan kişiler var ki saymakla bitiremezsiniz. Zaten bu bizim mayamızda vardır. Şu yaşıma kadar bunların çoğunun yaşamına şahit olmuşumdur.
-İbili Emmi (amca)’nin öz geçmişiyle başlayıp üç dört kadar öykü tefrikasını yazdığım da kısmet olur okursanız onun Nasrettin Hoca’dan kalır bir yanı olmadığını göreceksiniz.
-Asıl adı İbrahim olmasına rağmen lakapçı köylüleri ona kısaca İbili adıyla hitap eder olmuşlardır.
-Babası İbişoğullardan Ali Osman’dır. Katıldığı Osmanlı-Rus harbinde en son köylülerince Bakü’de görülmüş, ondan sonra da kendisinden bir daha haber alınamamıştır.
-Genç yaşta dul kalan Emine oğlu İbrahime hem analık, hem babalık yaparak kol kanat germiş, akrabalarının desteğiyle onu büyütmüştür.
İbili askerden geldikten sonra babadan kalma tarlalarına çocuğu olamayan amcası Hacı Nuru’nun ölmesiyle payına düşen tarlalarının da ilave edilmesiyle bunları ekip-biçmek suretiyle geçimini temin eder olmuştur.
Efendi, kendi halinde, konu komşusuyla döğüşü, çekişi olmayan az konuşup çok dinleyen bir yapıya sahipti. Hayatta tek sıkıntı çektiği sinüzit hastalığından dolayı burun deliklerinin yeterli nefes alıp vermemesinden genizden konuşması idi. Bir de içimine hiç ara vermediği sigara onun bu rahatsızlığının tetikleyicisi idi.
-Konuşmakta zorlansa da ne dediği zor anlaşılsa da lafını sözünü dinletir, dinlenir, yerine göre lafını cuk oturturdu.
-Anasını bir baba gibi bildiğinden onu daim sever, sayar, bir dediğini iki etmez, onun sözünden “el ne derse desin” çıkmazdı.
Havaların ısınmasıyla köylüler elde tırpan yavaş yavaş sıcaklar çökmeden serinlikte tarlalarını biçmeye gidiyorlardı. İbilinin tarlası da yol kenarında olduğu için haliyle yolun dar olmasından dolayı bu gidiş gelişlerde köylülerce ekinleri çiğneniyordu.
İbili çalışmayı pek sevmesede anasının ısrarlarıyla sabahtan evden çıkıyor yol kenarındaki ekinleri ağırdan ağırdan tırpanla biçiyordu. İşlerin aksak gittiğini fark eden anası gelinine “hadi kızım Sariye; sende kocanla tarlaya gitde hem ona can şenliği ol yalnızlık çekmesin, hem de işleneni yığın yap emi kızım…” diye tenbihledi.
Mustafa Çavuş’un Halil fakir bir babanın dört oğlundan birisiydi. İri kıyım, babayiğit mi babayiğit bir yapıya sahipti. Soya çeker derler ya o da öyle biriydi. Her fakir köylü genç gibi bazen kerpiç kesme, ırgat durma (çiftçi), bağ belleme, amelelik gibi işlerde çalışarak geçimini temin ediyordu. “Öyle boş atıp boş laf ebeliği yapanlardan” değildi. Fakirdi ama her şeyin fakiri olunmaz ya, fakirse de gönüllerin zenginiydi ya sen ona bak.
-O yıl köy muhtarı onu ve bir arkadaşını belirli bir ücret karşılığı parası ‘köy boccasın’dan karşılanmak üzere ‘kır bekçisi’ yapmıştı.
Tarlaları altlarına verilen atlarla bazen ayrı ayrı bazen de beraber arkadaşıyla geziyorlar, yayılmak için giren hayvanları tespit edip önlerine kattıkları gibi sahibine ceza yazması için muhtarın kapısına getiriyorlardı.
O gün Halil yalnız olarak kır bekçiliği yapıyordu. Ulu yol denen mevkide bir karı koca ve ekinlerin içinde otlayan bir eşek gözüne ilişince atına bir kamçı vurarak hızla o tarafa doğru yöneldi.
İbili sanki çok çalışmış gibi arada bir sigara molası veriyor dinlenirken hanımı da onun biçtiği sapları toplayarak yığın yapıyor, bazen de ekinlerin içinde yayılan boz eşeklerini getirip tarlanın işlenen kısmına bırakıyordu.
Bu birkaç sefer tekrar edince “İbraam şu eşeğin zikkesini getirseydin şuraya çakar hayvan da elin ekinine yayılmaya gitmezdi…”
-İbilinin sigara molası bittikten sonra karı koca tekrar çalışmaya başladıklarında başıboş eşek tekrar komşu ekine girmiş karnını doyuruyordu. Aradan bir müddet geçtikten sonra kır bekçisi Halil eşeğin yuları bir elinde diğerinde de atın yularını tutarak çalışanların yanına gelince önce selam verip “kolay gelsin” komşular dediğinde sesin geldiği yöne başlarını çeviren bizimkiler önce suçluluklarından dolayı utansalar da selamı alıp ‘sağol’ demeyi ihmal etmediler. İbili ile Halil iyi bir arkadaş idiler. Bu yüzden İbili eşeğin ekinde yayılmasını (otlamasını) pek nazarı itibara almamış olsa da bunun tersi Halil ne de olsa parayla tutulmuş bir kır bekçisiydi, onun için önce görev gelirdi. Biraz düşünen Halil “Ula İbili; eşeğin elin ekininde yayılmasın, sonra bana laf-söz gelir, onu ya bir yere bağla, ya da hanımın yularından tutsun, sen ekinini tırpanla” dedi.
-Eşeğini bağlayacak zikke (yere çakılan demir kazık) veya bir ağaç olmadığına göre demek akşama kadar hanımı Sariye onu tutacaktı öylemi. Bunları düşününce içinden Halil’e çok kızdı. Demek bunca yıllık severek kaçırdığı hanımı eşeği ayakta tutacak o da tırpan sallayacaktı. Bunları düşündükçe kan beynine fırladı. “Ula dürzü Halil; git işine, patladın mı, şurda akşama ne kaldı ki” derken eli tütün tabakasına gitti. İbili durdukça içerliyor, içerledikçe de Halil’in üstüne üstüne gidiyor, önce hakaretlere varan sözleri sonradan küfüre dönüşmüştü bile.
Halil görmüş-geçirmiş birisiydi. Hanımının yanında erkeğine el kaldırmak, onu bir vuruşta yere sermek o erkeğin “bir ömür boyu hanımının yanında küçük düşmesi” demekti. Bunları bilen Halil ‘estağfurullah-tövbe’ getirip duyduğu küfürleri içine atarak ‘hiçbir şey olmamış gibi hızla oradan uzaklaştı.’
Ertesi günü İbili hanımı Sariyesiz tarlaya ekin biçmeye geldi. Bir iki tırpan sallamıştı ki aniden omzuna değen birkaç deynek darbesiyle kendisini yüzükoyun yerde buldu. Halil o gün sabaha kadar öfkeden uyumamıştı.
“Sabah ola hayır ola, ula dürzü ben seni bir yerde yalnız düşürüp bu ettikleriyin ahını senden almam mı” diye diri sabahı diri etmiş, aradığı fırsat da hemen ertesi günü eline geçmişti.
-“Neydi lan dünkü havan, haydi o gün yanında hanımın vardı ses etmedim, gel bakalım bugün neye güveneceksin…”
-“Bugün niye heriflenmiyon…”
-“Ula gardaşlık otur hele şuraya,” cebinden tabakayı ortaya atarken “işte ben de ona güvenip sana kafa tuttum ya,” sigaradan bir nefes çektikten sonra “ama ben işi biraz ileri götürdüm herhal, kusura kalma…”
Olanlara ikisi birden kahkahalarla görüştüler.
Çünkü “arkadaşın kılıcı arkadaşı kesmez, onun vurduğu yerden gül bitermiş” derler atalarımız….
++++++++++++++++++++++++

OĞLUM NAMAZ KIL
“Koynuna avrat; kucağına çocuk!”

-İnsanoğlu yaptığı işi sevmeli, zevk almalı, işin tadı kendisine o zaman başka gelir. Ona dayatmakla “sen şu işi yap” dersen başarı hanesine kocaman bir sıfır yazmalısın.
-Kılçık Duran babası gibi şakacı, nükteden biri olmasa da dayısı gibi şık giyinen, eli bol, toplumda sözü geçen, arkadaş canlısı birisiydi.
-Askerden daha yeni teskere almış, oranın ortamını bir türlü üstünden atamamıştı. Havaların soğuk olduğu günlerde köyün kahvesinde vakit geçiriyordu. Lafın birini bırakıp öbürüne başlarken arkadaşlarını bazen güldürüyor, bazen da düşündürüyordu!
-Güneş vicdana gelip ısısını salarsa köyün içinde arkadaşlarıyla tur atıyor, bazen de güneyin burnunu veya kaya bağları, yayla bağları, kum bağları gibi adlarla anılan bağlarda geziyorlar, bu arada nişanlı olanlar da bağ bekleyen nişanlısına ayna tutup işaretleşiyordu.
-Kılçık Duran’ın babası fakirdi. Oğluna harçlık verememenin ezikliği içindeydi. İki oğlu Ankara’da işe girmişler onların gönderdiği üç beş lira harçlığa tarladan çıkan birkaç kile buğdayın parasını ekleyip kıt kanaat geçiniyordu. Bu durumları bilen Kılçık Duran çalışmayı pek sevmese de arada-sırada köyde kerpiç kesme, amelelik gibi günü birlik işlerde çalışıp harçlığını çıkarıyordu.
Boş kaldığı günün birinde yanına aldığı birkaç arkadaşıyla köyün içinde biraz dolaşmışlar “birkaç salkım üzüm bari yiyelim” diye kum bağlarının yolunu tutmuşlardı. Mevsim sonbahar’dı. Ağaçlar yapraklarını tek tük dökerken bağlarında ‘bozum’ zamanı yaklaşıyordu.
Vakit akşamüzeriydi. Gündüz bağ bekleyen kızlar ortalığın kararmasını beklemeden köyün yolunu tutmuşlardı. Kiminin elinde su testisi, kiminin başında içi üzüm salkımları dolu kalbur vardı.
Kılçık Duran yanındaki arkadaşlarına laf yetirirken keskin gözlerine birden karşıdan gelen uzun boylu, iri ceylan gözlü bir huri kız takıldı. Bir an göz göze geldiler. Sanki ikisinde o an nutku durdu. Öylece bakıştılar.
Kılçık Duran’ın babası hacdan geleli bir yıl kadar olmuştu. Hac arkadaşlarının oğulları beş vakit olmasada Cuma namazlarını gerek içinden gelerek veya baba baskısıyla kılıyorlar, bu da adamın zoruna gidiyor arkadaşlarının yanında kendini “iki paralık, sözü geçmeyen biri olarak” görüyor, bunu oğluna diyememenin ezikliğini yaşıyordu.
İmam köyde gezerken rastladığı (!) Duran’a hal-hatırdan sonra vaaz niteliğinde ‘dini’ telkinlerde bulundu. Namazın önemini anlattıktan sonra “senin gibi gençleri de camide görmek isterim” dedi.
Duran; abdest, namaz şurda dursun karşılaştıkları o günden beri hep köyler güzeli Suna’yı düşünüyor, onun hayaliyle yatıp kalkıyordu. Sanki köye ‘bağ bekçisi’ durmuştu. Sabah erken evden çıkıyor, akşama kadar Suna’sına ayna tutuyor, onunda karşılık vermesiyle “aşk murada” erdi biliyordu.
Suna’nın bağ beklemeye gitmediği günün birinde çeşme başında buluştular. Kimse görmesin diye bir yandan da sağı solu da kolaçan ediyorlardı. Görüşmeleri kısa olduğu için Suna utanarak “baban gil düğür gelsinler” diye bildi.
Kılçık Duran kendince işi garantiye almış, artık Suna’ya kılçık gibi sarılmış, onu bırakması mümkünmüydü. Durumu utandığından babasına değil de anası Sarı Emine’ye anlatmakta bir sakınca görmedi. Akşam yemekten sonra babası abdestden, namazdan, camiden lafı açmış, Duran’ın aklı nerde, o neler sayıyor. Lafı Duran’ın dışarı çıkmasıyla havada kaldı.
Sarı Emine herif “sen ne diyorsun, oğlan ne düşünüyor, durum böyleyken böyle…”
Ertesi akşam yanlarına aldıkları birkaç akrabayla Suna gilin evinin yolunu tuttular. Hoş, beş, hal, hatır derken asıl mesele ortaya atıldığında kız babası ilerde kızının rahat edineceği düşüncesiyle “kızının ağırlığınca ‘iş olmasın yolundan giderek’ başlık parası” istedi. Ben haddim olmayarak bu durumdan etkilenip öykü için aşağıdaki şiirde bir şeyler dile getirmeye çalıştım…

Köyden bir dilbere ben aşık oldum
Kara sevda imiş, çekenler anlar
Aşk denen çileyi yanımda buldum
Günlerce korunda yananlar anlar
Tahtından-tacından olanlar anlar

Kalbim Suna diye küt küt atıyor
Baban başlık diyor güç mü yetiyor
Kaçalım diyorum hepten korkuyor
Halden fakirliği bilenler anlar
Aşkı teller ile çalanlar anlar

-Duran’ın babası Yorgun Ali ve akrabaları kör pişman evin yolunu tuttuklarında fakirliğin verdiği eziklikle biçare kaldılar. O gece Duran’a sabah ‘düşüncelerinden dolayı’ bir türlü olmak bilmedi. Ertesi günü köyde biçare dolaşırken ‘babasından öğütlü’ imam tekrar yolunu çevirip camiye diğer gençler gibi gelmesini salık verdi. Az düşünen Duran “hocam benim zeynim nerde, sen ne diyorsun. Babama söyle bir daha Suna gile düğür gitsinler, camiyi düşünürüm” dedi.
Bir hafta sonra Yorgun Ali’nin aldığı cevap yine aynıydı. Suna’nın babası “Nuh diyor Peygamber” demiyordu. Yatağa başını her koyuşunda Kılçık Duran Sunasını bir başkasının kollarında hayal ediyor, hışımla yataktan fırladığı bir oluyordu. Ailesi Suna’yı artık bağ beklemeye göndermiyor, neredeyse çeşmeye dahi başka kızları olsa göndermeyeceklerdi.
Her şeyi göze alan Duran Suna’yı çeşmeye iki elinde testisiyle suya giderken çevirip “ben sensiz yapamam, kaçalım, başka çaremiz yok” derken sevdiği kızın çaresizlikten gözlerinden akan yaşı görmemişti bile.
Aradan on gün geçtikten sonra Suna bir arkadaşıyla Duran’a “bende her kız gibi anlı şanlı düğünle gelin olmak isterdim, ama olmadı, falan gün şu saatte gelip beni kaçırsın” diye haber saldı.
Yorgun Ali imamdan bir fayda gelmeyeceğini anlayınca oğluyla cami için yüz yüze konuşmak gereği duymak zorunda kaldı. “Oğlum bak, emsallerin her gün camide, ben babalarından utanıyorum” lafın gerisini “baba; sen cami, namaz diye tutturdun, Allah koysun koynuma karıyı, alsın benden rekat rekat namazı, of be ne rahatladım…” diyen oğlunun lafıyla getiremedi…
İki aşık kararlaştırılan günde buluşarak kaçmışlar yakın bir köyde gelin olan Duran’ın bacısının evinde soluğu almışlardı. Bir hafta sonra araya giren iki ailenin büyüklerinin ısrarlarıyla kız evi ister-istemez duruma razı gelmiş, sevenlerin evlenmelerine müsaade edilmişti.
Aradan iki yıl geçmiş olmasına rağmen Duran’ı camide gören olmamıştı. “Olmayacak duaya amin” denir mi misali bütün ısrarlara rağmen adam ‘inadım inat’ dercesine camiye gitmiyordu. Evliliklerinden onca zaman geçmesine rağmen Duran’la Suna’nın bir türlü çocukları olmuyor bu da ailesinde “acaba çocuklardan biri kısır mı” şüphesi doğuruyordu.
Bir gün babası; oğlum karı dedin Allah sevdiğini koynuna koydu, ben namaz kıl dedim alnın daha henüz secdeye değmedi… Utanmayı bir tarafa bırakan Kılçık Duran; baba baba, Allah versin kucağıma bir çocuğu, alsın benden fazla fazla namazı…” deyip babasını kestirip attı.
Allah zamanla Duran’ın kucağına beş çocuk koymayı nasip etti. Sabır nelere kadim değil ki…
O her şeyin ilacıdır. Tabiî ki bilene…
++

İYİ Kİ ANASI SEN DEĞİLSİN!
Niye ki herif?

Bir elin beş parmağının boylarının bir birinin ölçüsünde olmadığı gibi herkesin kendine has çeşit çeşit huyları vardır. Kimisi az konuşur çok dinler, kimisi çok konuşur az dinler susmayı bilmez.
Kimi kişiler toplumda konuşurken ister istemez yalana gerek duyar, karşısındakileri buna inandırmak için akla hayale gelmedik küfürlere ihtiyaç duyarlar.
Bazıları da doğru konuştuğu halde farkında olarak ya da olmayarak belki de ağız alışkanlığından olsa gerek küfürsüz konuşamaz.
İster yalan at, istersen doğruyu konuş, karşındaki dinleyeni sen kendine inandırmak zorunda değilsin. Dinleyen ister inansın, isterse inanmasın ola ki inandığını kabul edelim, inandırmak için “küfürü yalana kelepçe” edip konuşmanın ahengini niye bozalım ki.

xxx
Kıvırcık Ali fakir mi fakir bir ailenin dört oğlunun en küçüğü idi. Askerden geldikten sonra babası onu evermişti. Diğer oğulları başka şehirlerde iş bulup köyden göçmesiyle “ilerde bize kim bakacak” diye Ali’nin evini ayırmamıştı.
Kıvırcık Ali’nin hanım tarafından bir akrabasının araya girmesiyle zamanla Ali’ye şehirde bir iş bulunmuştu. Kendisi gibi köyde oturup şehirde çalışan üç dört arkadaşıyla beraber bir araba kiralamışlar onunla sabah şehre işe gidiyorlar, akşam da köye dönüyorlardı.
Bazen şehirden köye dönerken mola verdikleri bir çeşme başında “gelin efkar dağıtalım” diye kurdukları “çilingir sofrasında” içki içtikleri oluyordu. Muhabbet esnasında Kıvırcık Ali konuşurken arkadaşlarını kendisine inandırmak için genelde hep anasını kastederek küfürlü konuşuyordu.
Aslında yalanı dolanı olmayan, buna gerek de görmeyen iyi niyetli, arkadaş çevresince sevilen bir kişi olmasına rağmen bu küfürlü konuşmayı farkında olmadan kendisine huy etmişti.
Aradan birkaç yıl geçtikten sonra biraz ağabeylerinin katkısı biraz da kendi birikimiyle bir otomobil almış, bununla hem işe gidiyor, hem de belirli bir ücret karşılığı şehirde çalışan arkadaşlarını taşıyordu. İyi kötü durumunu da parasal yönden biraz düzeltmişti. Artık arada sırada içtiği içkinin müptelası olmuş, neredeyse onu günlük alır duruma gelmişti. Kıvırcık Ali’nin akşamları iş dönüşü evine sarhoş gelmesi, onca ikazlara rağmen bu huyundan vazgeçmemesi hanımıyla arasına bir kara kedi gibi girmiş, evdeki huzursuzluk komşularına kadar sirayet etmişti.
Bazen parası olmadığı zamanlarda canı içki istediği zaman önceden bildiği çeşme başları veya piknik alanlarını arabasıyla tek-tek gezerek bir tanıdık arıyor, eğer böyle birine rastlarsa “falanı arıyordum, acaba buralarda gördünüz mü?” diye bahanelere sığınıyor onlardan da “buyurmaz mısın gel otur sende birkaç duble at” teklifleri bekliyordu.
Arkadaş canlısı iyi huylu biriydi, elindekini kuruşuna kadar onlara harcar, yedirir, içirir bundan da bir karşılık beklemezdi. Fakat ağzının küfürbaz oluşu zamanla çevresinin boşalmasına neden olmuştu.
Laf gezer Şakir gençliğinde iyi tırpan sallayan, eli iyi kazma, kürek tutan biriydi. Bazan çalışmak için geldiği şehirdeki amele pazarında onu tanıyanlar hemen çalıştırmak için kolundan tuttukları gibi götürürlerken diğer ameleler ona kıskançlıkla bakarlardı.
Her yiğidin yoğurt yerken bir kusuru olur. Şakir’in de tek kusuru çenesiydi. Çalışırken gözünü budaktan esirgemez çenesi de o biçim çalışır, kulağını ona veren diğer ameleler de işine haliyle sıkı sarılmadıklarından dolayı işverenden azar işitirlerdi.
Askerliğinin sonlarına doğru çıkan Güney-Kuzey Kore savaşlarına NATO’ya bağlı olan Türkiye’nin katılmasıyla o da dahil olmuş, askerden geldikten sonra Almanya’ya işçi gidinceye kadar da gittiği her yerde kahramanlıklarını (!) bire bin katarak anlatmış, yalanlarıyla gününü gün etmişti.
Zamanla yaşlanmış artık ister istemez kabuğuna çekilmek zorunda kalmıştı. Oğlunun birisi Almanya da işçi olarak çalışırken diğer oğlu da şehirde işe girmişti. Laf gezer Şakir arada sırada hanımıyla şehre gelir bir hafta veya on gün kadar oğlunun evinde misafir kalırdı. Onun her hangi maddi bir sıkıntısı yoktu. Tek eksiği şehirde ‘laf torbasını’ doldurup köye gittiğinde bunları köylüye ballandıra ballandıra anlatmaktı. Bunun için laf toplama yerleri olan parklar, adliye önleri, hastane bahçeleri gibi en ideal muhitleri seçerdi.
Köyde ne olupbittiyse testisinden bunları dinleyenlere anlatırken boşalan yerlere de şehirdeki duyduklarını doldururdu. Köye döndüğünde de duyduklarını caminin gölgesinde sırtını duvara yaslamış ezan bekleyen cemaate veya duvar diplerinde ağaç gölgelerinde oturan eli boşlara bire bin katarak arada da konu üzerinde bilgiçlik taslayarak ağzı ayrıla ayrıla anlatırdı.
Daha bununla da yetinmez hanımını yanına alarak akşamları ev misafirliklerine gider, dinledikleri radyodan ajans bittikten sonra “ee anlat bakalım Şakirağa, şehirde ne var, ne yok, haberler sende” diyen ev sahibinin lafı açışıyla anlattıkça anlatır, anlattıkça da bundan büyük zevk alırdı.
Böyle misafirlik dönüşlerinden birisinde kulağına gecenin karanlığını yaran bağırtılı, arada küfürlü sesler geliyordu. Gecenin bir hayli ilerlemiş vakti olduğu için biraz irkilir gibi olsa da yaklaştıkça sesleri tanır gibi olduğundan biraz toparlanır gibi oldu. Kıvırcık Ali kafayı yine bulmuş, arkadaşlarına bir şeyler anlatıyor, anlattıkça da anamı şu etsin, bu etsin falan etsin, filan etsin diyerek küfürleri ard arda sıralıyordu. Diğer arkadaşları da” etme, yapma, küfre ne gerek var, biz sana inandık” diye arada onu ikaz ediyorlardı. Lafgezer Şakir duyulan küfürlerden dolayı hanımından utanmış, bunları ona duyurmamak için başka yol arayışına girse de geçecek başka yol olmadığını sonradan akıl edince ister-istemez oradan geçmek zorunda kalırken bir yandan da kendi kendine karanlıkta bıyık altından gülmeyi ihmal etmiyordu.
Eve varınca hanımı öfkeden kocasına çıkışırcasına “terbiyesiz eşek; insan anasına böyle küfür eder mi herif” diye hayıflanırken “sabah olsunda ben onu anasına şikayet edeyim de sen bak da gör hele …..”diyordu.
Bir sigara yakan Şakir “niye bana suçlu benmişim gibi bağırıyorsun hanım, iyi ki sen onun anası değilsin bari….” dedi.
“Niye ki herif?” diye hanımı şaşkın şaşkın sordu.
“Sırtın sudan çıkmazdı da ondan” deyince ikisi gülüştüler….
“ilahi deli başına taş düşsün herif…”

++++++++++++++++++++++++++++++++++++++

 

POŞETTE NELERİN VAR MEHMET ALİİİ?

Pöönür… Havle… Zeytun!

“Dünya kalıcıdır batacak değil, üstünde yaşayan canlılar yalan, çok alametler taşır öyle boş değil, bulmaya çalışta sende oyalan” diye bir şiirimin ilk dörtlüğüyle öyküme başlarken şiirde anlatılanlarla belki bir kaçınızın tenkidini almış olabilirim. Fakat bu benim şahsi görüşümdür.
-Şöyle bir geriye dönüp bakıyorum da iki dedem, iki ebem, üç amcam, anam, babam daha henüz kırkında kaybettiğim gencecik bacım.
-Köyümden, komşumdan, akrabamdan, arkadaşlarımdan adını hatırladığım-hatırlayamadığım ne çok kişiler…
-Atmışını bir-iki yaş geçtiğim şu günlerde bakıyorum da tanıdıklarımdan gidenler yaşayanlardan daha çok gibime geliyor. Bugün sıra kimde yarın sıra kime gelecek bunu bilsek zaten gününden evvel çatlar ölürüz.

xxx

-İri yarı, gafası büyük, şapkası küçük, o yaba gibi kocaman elleriyle tuttuğunu koparan, geçimini omuz emeği kerpiç kesme, amelelik, sıva yapma gibi işlerle temin eden Goca Halil (İriliğinden dolayı köylüsünün ‘göbül’ dediği) ile hanımı Güllü iki oğlan çocuklarından sonra dört gözle kız beklerlerken bir oğulları daha olmuştu.
-Kız çocuğu beklerken ona göre çocuk giysileri hazırlayan Güllü bacı bunun şokunu uzun süre üstünden atamamış, adını Mehmet Ali koydukları oğlunu adeta bir kız çocuğu gibi büyütmüş, o uzun sarı saçlarını hiç kesmemiş hatta küpe takmak için kulaklarını delerken çocuğun acı ile başını öte yana çevirmesiyle kulağının birisi yırtılmıştı.
-Mehmet Ali büyüdükçe akranlarına göre biraz daha uzun olan boyuyla dikkat çekiyor, anası “küçük bestiğim” diye sevdiği oğlunun “göz değer” diye döşüne iğde, mavi boncuk gibi ‘nazar önleyici’ hocaya okuttuğu takılar takıyordu. Okula gidiş gelişlerinde o boz önlüğüyle ta uzaklardan seçiliyordu.
Askerden geldikten sonra akrabalarından köyün güzel mi güzel, huyu-suyu yerinde bir kızıyla everdiler. Aradan birkaç yıl sonra hanımı hastane de işe girince göçü şehre taşıdılar. Hanımı işte çalışırken Mehmet Ali’de onun eve getirdiği ekmeğe gözünü dikmemiş, şehirde hızarcılık yapan birkaç köylüsüne özenerek o da bir seyyar hızar makinesi almış evin geçimine katkıda bulunmuştu.
-Boş zamanlarında sıkıntı vermemeye özen göstererek daha çok kuru temizleme (elbise) işi yapan Halilbaam Kaya ile Çadırcı Gürselin dükkanında vakit geçirirdi.
Kimsenin “işinde aşında” gözü olmayan “etlisine-sütlüsüne” karışmayan, şaka götürür, alçak gönüllü, kolay kolay küsüp kızmayan bir yapıya sahipti. Tip olarak o yıllarda Türkiye’de top koşturan Tülüpan adlı bir futbolcuya çok benzediği için Kaya onun adını “Tülüpan” kısaca “Tülo” koymuştu. Ayrıca köylüleri de ona “jimnastik” derlerdi.
-Kaya hasta bir Kırşehirspor taraftarı olduğundan iç saha ve deplasman maçlarını kaçırmaz, arada bir de Mehmet Ali’yi maçlara götürürdü. Bu gidiş gelişler zamanla onu hasta bir Kırşehirspor taraftarı yapmıştı.
-Maçlar genelde Pazar günleri olduğu için arada sırada Göbülün Mehmet Ali maçlara yanında bulundurduğu hızar motoruyla gider onu çalıştırarak “şimdi seni şurda dilim dilim doğrarım” diye kendisiyle dalga geçen Galip Kaya’nın başına dikilir ona onun mimikleriyle ona şaka yapardı.
Kırşehirspor’un ikinci ligde oynadığı yıllardan birinde düşme potasında bulunuyordu. Rakip Diyarbakırspor’du. O takımda önce bizde futbol koşturan Suat adlı bir futbolcu oynuyordu. Şehirde şöyle bir söylenti hakimdi “güya Diyarbakırspor’un düşme sorunu olmadığından Suat maçı berabere bağlamış” deniliyordu. Eğer o maçta berabere kalınırsa liğin son maçı olması münasebetiyle averaj usulüne göre İskenderun düşecek biz ligde kalacaktık.
-Ama ne mümkün ki maçın sonlarına doğru orta sahanın açık tribünün taç çizgisi kenarından kaleye yapılan bir orta ‘kalecininde gözünü güneş almasıyla’ gidip gol olmuş, maçta bu şekilde sona erince Kırşehirspor ligden düşmüştü.
-Saha içinde büyük olaylar olmuş, kızgın taraftarlar bunu saha dışına taşıyarak Diyarbakır futbolcularının bulunduğu otobüsü taş yağmuruna tutmuşlardı.
Maçtan sonra Göbülün Mehmet Ali yanına aldığı otuz kırk kadar fanatik taraftarla otobüsün geçeceği Ankara-Kayseri yolunun Kervansaray oteli karşısındaki yolun kenarına düşen dereye arazi olmuşlardı. Mehmet Ali tam otobüs geçerken elindeki şemsiyeyi (ateş edin anlamında) yere doğru indirdiğinde saklananlar taşları otobüse yağdırmışlardı. Gerek olay yerine gelen polisler, gerek otobüsten inenler beraberce bunlara bir araba sopa çekmişler, bu da fanatiklere pahalıya mal olmuştu.
Göbülün Mehmet Ali çadırcı Gürselin haddinden fazla toto oynayıp para harcamasına bir arkadaş olarak çok kızar, iyi niyetinden dolayı da ondan çok azar işittiği olurdu. Bunlardan birisinde Gürsel ona bir tokat attığı gibi saat kulesi karşısında bulunan dükkanının önüne çizgiyle bir hat çizmiş “eğer burayı bir santim geçersen seni çiğ yerim” demesine bile aldırış etmemiş, yapısı gereği ona küsmemişti.
Hiçbir kötü alışkanlığı kendisine huy etmemiş sadece nalet sigaradan vazgeçmemişti. Onu aslında kahreden tek şey diğer iki ağabeyi gibi onunda bir çocuğunun olmamasıydı. “Ocağım kör kalacak, mezarıma kim su dökecek” diye hiçbir kimseye şikayeti duyulmamış, derdi içinde kalmıştı.
Eviyle işi arasında mekik dokurken eli hiç paketsiz olmazdı. Muhakkak eve boş gitmeyecek, bir çöp dahi olsa yanında götürecekti. Sanki bu ona bir yasaydı.
Eline aldığı poşeti köylüsü ve tanıdığı kişilere gözünün ucuyla (konuşurken) arada sırada gösterirken onlardan da “pakettekiler neyin nesi” diye ısrarla sormalarını beklerdi. Zamanla bu huyuna alışan tanıdıkları paketi işaretleyen gözlere bakmazlar konuyu başka başka şeylere çekerler onu gocundururlardı.
-Günün birinde akşama doğru Kaya bir köylüsüyle sağdan soldan laflarken Mehmet Ali’nin gelmesiyle lafı yarım bıraktılar. Mehmet Ali selam verdikten sonra gözüyle poşet ve içindeki paketleri işaretlerken bir yandan da hal-hatır sormayı ihmal etmiyordu. Kaya lafı Mehmet Ali’nin ağzından aldığı anda arkasını hiç getirmiyor, uzattıkça uzatıyordu. Mehmet Ali’nin çabaladığını gören diğer köylüsü daha fazla dayanamayıp “o ne hemşerim, yine ne aldın sattın, poşetteki paketlerde nelerin var?” demesiyle yarım saattir bu soruyu bekleyen Memmetali’nin “şu büyük paket pöönür, (peynir), öbürü zeytun (zeytin), şu da havle (helva)” dediğinde gözlerinden evine bir şeyler almanın sevinç mutluluğu okunuyordu. 17 Mart 2014  de kanser onu da elliyedi yaşında genç ölenler  kervanına kattı. Allah rahmet eylesin Göbülün Mehmet Ali’ye…
Ölümüne olan duygularımı aşağıdaki dizeler de dile getirdim.

Dünyamız dönmeye devam ediyor
Sen ölünce duracakmı sandın
Sırası gelenler hemen gidiyor
Acın dünyayı yakacakmı sandın
Ahrette evlat olacakmı sandın
Acelen niyeki yer kalmazmıydı
Kara toprak insana doymazmıydı
Varmayınca mahşer kurulmazmıydı
Yaşarsam dünya dolacakmı sandın
Yasın bizleri boğacakmı sandın

 

++++++++++++++++++++++++++++++++

TORUNUMA İŞ VEKİLİM
Ben ne için adayım?

-Cumhuriyet ilan edilip demokrasiye geçildikten sonra ülkemiz yasa gereği "atanmışlar ve seçilmişler" tarafından günümüze dek yönetilmiştir.
-Atatürk'ün kurmuş olduğu CHP 1946 yılına kadar tek parti olarak ayakta kalmış, bu partiden ayrılanların kurduğu Demokrat Parti ve zamanla ondan da ayrılanların kurduğu partilerle çok partili siyasete geçilmiştir.
-1946 seçimlerinde "açık oy gizli tasnif" (sayım) uygulanmış, Demokrat Partililer "seçimi kazandık ama sayımda kaybettik" iddiasında bulunarak CHP'ye karşı kin ve düşmanlık beslemeye başlamışlar, 1950'de yapılan seçimlerde tek başına iktidara gelmişlerdir.
-Seçmen zamanla birbirine düşman gözüyle bakmış DP’nin kurduğu ‘Vatan Cephesiyle’ iki ayrı cepheye ayrılmış, İsmet İnönü ve Adnan Menderes zıtlaşmaları 1960 ihtilalını getirmiştir.
-Kapatılan DP'nin yerine Adalet Partisi kurulmuş, yapılan seçimlerde tek başına iktidar olmuş, senaryo yine aynen devam etmiş, İnönü-Demirel, Demirel-Ecevit zıtlaşmaları MC koalisyonları. muhtıralar derken anarşik olayları doğurmuş binlerce vatan evladı kardeş kavgalarıyla ölüp yok olmuşlardır.
-1980 ihtilalından bir kaç yıl sonra demokrasiye geçilmiş, Turgut Özal'ın partisi Anavatan tek başına iktidar olmuş, Özal'ın Cumhurbaşkanı oluşuyla ANAP oy kaybetmiş, 2000 yılına kadar kurulan pek çok koalisyon hükümetleri başarılı olamamış ülkeyi geriye götürmüşlerdir.
-Atanmışlar devlet dairesi memurlarıdır. Onlar önlerindeki yasaya göre hareket ederler, seçilme kagıları olmadığı için misafirine çay söylemese bile kimse onlara bir şey diyemez, kusura kalmaz.
-Oda ve dernek başkanları odaya-derneğe kayıtlı olan üyelerin kullandığı oylarla seçilip onların haklarını yasal yollardan aramayı, yürütmeyi yeğlerler.
-Halkın oylarıyla seçilen muhtarlar partili olabilir. Ama adları partinin oy pusulasında olmaz kendi başlarına seçime girerler, seçilirler.
-Seçime giren belediye encümeni ile il encümeni üyeleri, belediye başkanları. milletvekilleri seçmenine kendisi ve partisi adına oy için onca vaatlerde bulunurlar. Seçime katılan adayların buna çok dikkat etmesi gerekir bol keseden vaatler sallaması ilerde başına çorap örebilir. "Gayseriye deniz getirecaam" derken "suyu nereden bulacaksın?" diyenler çıkacaktır.
-Seçim de oy için babana, anana, yakınına güvenmeyeceksin ki zamanında şehrimizde belediye başkanlığına adaylığını koyup ta bir oy çıkan Gayserili Ali Ağanın durumuna düşmeyesin.
-Seçime katılan aday ve partililerin bir birine saygı ve sevgiyi esirgemezken seçilmek için haysiyet, onur ve şereflerini rencide edip ayaklar altına almamaya gayret göstermeleri gerekir. Zaten demokrasinin gereği de budur.
-Oy çok kutsaldır. Parti din değildir. Genel seçimler de şehrini en iyi temsil edecek, 'iş bitirir' kişiye oyunu kullanırken, yerel seçimlerde şehrini, ilçeni, kasabanı emanet edeceğin belediye başkanı (şehri-emin) adayının çalışkan, dürüst ve işi bilen biri olmasına çok dikkat edeceksin.
-Beleş Turan geçimini serbest meslekle temin eden varlıklı bir ailenin oğludur.
Hiç ihtiyacı olmadığı halde tek sermayesi yalan, dolan ve düşürdüğü anda talandır.
Bunlara neden gerek duyduğu, niçin tenezzül ettiği, varsa soyunda böyle birisi kime çektiği pek bilinmese de kendini yakinen tanıyanlar ona 'beleş' lakabını koymada pek gecikmemişlerdir.
Oturduğu lokanta veya içkili bir yerde bonkerliği elden bırakmaz, her gördüğünü masasına buyur eder, aradan bir müddet geçtikten sonra bir bahaneyle onlardan "hemen geliyorum" diyerek müsaade alıp kaytarır, gelmeyince de hesabı ister istemez masadakiler öderdi.
-İş yerine bir iki varlıklı müşteri gelirse onlara çaktırmadan işyeri telefonuyla cep telefonunu arar "kardeşim niçin ısrar ediyorsun, (hayali bir arsayı kastederek) şu fiyattan aşağı olmaz" diyerek, telefonu kapatıp zenginlik havası atmaya tenezzül ederdi. Sanki eline ne geçecekse....
-Her nasıl etti, nasıl başardı bilinmez genel seçimlerin birinde yeni kurulan bir partinin birinci sıradan milletvekili adayı olmuş, adeta kendisini mecliste gibi hissederek aradığı fırsatın eline geçmesiyle iş-aş vaatlerine başlamıştı bile...
-Seçim çalışmalarında yanında kim olursa "aman üstüme fazla para almamışım, sonra sana öderim" diyerek daha henüz huyunu suyunu bilmeyen kişileri söğüşlemeye başlamıştı bile.
-Seçimlere on gün kala "parasını sonra öderim" diye kiraladığı aracı parti posteriyle süsleyerek içine doldurduğu bir kaç partili kadın ve çocuklarla sabahtan akşama kadar mahalle, kasaba, köy gezerek seçim turları atıyor, aracın benzinini de yalanlarla kandırdığı petrolcülerden temin ediyordu.
-Bu gezilerden birisinde kendini çok iyi tanıyan, 'o an yürüyüşte olan' iki arkadaşını görünce aracı durdurup "bininde kalabalığımız olsun" diye yanına aldı.
-Partiye uyarlanan müziğin eşliğinde araçta bulunanlar ritim yaparak tura devam ederlerken Dinekbağı Mahallesinde Hızırağa Mezarlığına yaklaştıklarında bir yaşlı teyzenin el kol hareketiyle şoför aracı durdurdu.
-Kadın koşuşturduğu için ter içinde kalmıştı. Kendisini biraz toparladıktan sonra "oğul bu hangi partinin arabası? Vekil adayınız hangisi" diye sorular soruyordu.
-Beleş Turan büyük bir vakar takınarak bir milletvekili edasıyla "falan partinin arabası, adayı da benim, adım Turan, buyur anneciğim!.."
-Kadın sanki başına "devlet kuşu konmuşçasına veya gökte ararken yerde bulmuşçasına" gözlerinde umut ışıkları yanarken "oğul; torunum askerden geldi, iki yıldır işsiz. Allah seni gönderdi, yavrum seni sana, seni Allah'a!..
-Bu durumlara yapı gereği hazır cevap Turan bir işi bitirici vekil edasıyla "sen tasalanma anneciğim, sen torunuyun adresini, adını, varsa telefonunu benim seçim bürosuna getir. ANNECİĞİM BİZ NE İÇİN BU YOLLARA DÜŞTÜK" diyerek kadına nutuk salladığında araca bindirdiği iki arkadaşı gülmemek için ellerini ısırırken bunu araçtakilerine belli etmemeye çalışıyorlardı.
- O yıl seçime katılan bir bağımsız aday Beleş Turan'ı ciddi bir aday yerine koymuş onu üç beş lirayla saf dışı etmenin yollarını arıyordu. Bütün ikazlara rağmen cep telefonuyla Beleş Turan'a ulaştığında kendisinden "Mucur'da miting verdiğini, rahatsız edilmemesini, seçimi kazanacağı iddiasında olduğunu kulaklarıyla duydu.
Paranın açmayacağı kilit yoktu. İkinci aramada Beleş Turan yarım saat sonra gelerek bağımsız adaya yaşlı teyzenin ümitlerini pazarlıklar sonucu altı milyara (o zaman ki para) satmış güya milletvekilliğinden(!) feragat etmişti.
Nice seçimlere...
+++++++++++++++++++++++++++++++++++++++

DÜĞÜNDE BÖYLE OYNANIR MI?
Celepçi zeynime etti!

Geçimini çiftçilik ve hayvancılıktan başka bir şeyle temin etmenin yolu yok muydu(?) bu onların kaderi miydi(?) fakir-fukara, bahtsız köylünün….
Bundan kırk-elli sene evelki çiftçilikle şimdiki çiftçilik aynı kefeye konur mu? Bugünkü çiftçiliğe teknoloji her türlü kolaylığı sağlamış, en modern traktörler, biçerdöğerler, araç ve gereçlerle tarlalar beş on günde ekiliyor, beş on günde de biçilip hasat tamamlanmış oluyor.
Tarlalar önceleri karasabanla veya pulluklarla ekilip tırpanlarla biçilirken harman yerinde dövenle sürülürken at-öküz veya eşeklerden faydalanılıyor, haliyle de verim ve iş kaybı oluyordu.
Tınaslar yabayla savrulacağı zaman eğer rüzgar esmez ise vay çiftçinin haline. Üstelik bir de yağmur yağıp üzerine çil düştü mü çık işin içinden çıkabilirsen.
Eskiden köylere sürüler halinde öküzler gelir, “celepçi” denen sahipleri bunları köylüye para olmadığı için “güze ödemeye” senet karşılığı satış yaparlar, ödeme günü gelinceye kadar bir daha da köye uğramazdı.
Bunun yanında harman kalktıktan sonra işi bitip te öküzleri besleyecek durum da olmayanlar bunları ucuz fiyata satarlar, alan da fakir olduğu için aç kalan öküzler baharı görmeden ölürler ki bu da ayrı bir sorun olurdu.
Dalakçılı Topal Halil’de köylülerine özenerek beş-on dönüm tarlasını ekip biçmek için Celepçi’den bir çift öküz alıp ahırına çektiğinde neşesine diyecek yoktu. Onları iştahla tımar ediyor, suluyor, besliyor ama ilerde başına örülecek çoraptan habersiz yaşamına devam ediyordu. Gün oldu, devran döndü, öküzlerin borç ödeme günü yaklaştıkça içini bir korku bir telaş aldı ki yatak yorgan diken oldu da batanları gövdesinden çıkaran olmadı.
Tarladan çıkan mahsule baktı. Bir daha bir daha baktı. Bunla ne yapacaktı. Öküzlere, ineğe, danaya, eşeğe yem mi ayırsın(?) unluk, bulgurluk, tekrar tarlaya ekilecek tohumluk için kime gitsin ne yapsın? Bir sigara sarıp içip efkar dağıtayım dedi tabakadaki tütün dersen oda kalmamıştı…
Öfkeyle bir sağa bir sola havlunun içinde olta atıp dolaşırken kapıda Celepçinin sıfatı belirmez mi? Nerden geldi(?)nasıl geldi(?) bilinmez, gövdesini bir hareket sardı ki eli ayağı fırın gibi yanarken yüzünden akan terlerden gözleri açışmış göremiyor, sanki kör oluyordu.
Birer ayran içtikten sonra Celepçi cebinde taşıdığı eski senedi çıkarıp yırtarken yenisini fazlasıyla yazıp Topal Halil’e imzalatmıştı bile.
Halil o yıl Celepçiyi atlattı. Başka yıllarda da üstüne kat kat ekleterek atlattı. Üst üste üç yıl atlattı. Ama yine o gün gelip yaklaşıyordu.
Mahsulünü kaldırıp cebi paralanan köylü düğün dernek hazırlığına başlıyordu. O yıllarda düğünler şimdi ki gibi üç saatliğine kiralanan düğün salonlarında yapılanlardan değildi. Düğün yapacak kimse önce etliğini alır, sonra da düğün çalacak aptalların kaporasını ödeyip ayarlar, üç gün sürecek düğünün eksiğini, gediğini tekrar tekrar gözden geçirirdi ki o gün herhangi bir aksaklık olup ele-güne karşı rezil olmasınlar…
Karacaören’de hatırı sayılır, kalabalığı çok olan bir düğün sahibinin çevre köylere saldığı okuyuntu (düğün davetiyesi) Dalakçı’da Topal Halil ve birkaç kişiye de ulaşmıştı.
Topal Halil ve davetliler gündüz yapılan kelle atımı törenine katıldılar. Karacaören sokaklarında akşama değin dolaşıp gezdikten sonra kurulan düğün sofralarını herhangi birinde yerlerini aldılar. O yıllarda şimdiki gibi düğünlerde masa sandalye olmadığından, akşamları da güz soğuğu düştüğünden dolayı odalarda kurulan yer sofralarında yenilir içilir eğlenilirdi.
Düğün Celepçiye olan borcundan dolayı morali bozuk olan Topal Halil’e adeta bir ilaç gibi gelmişti. Kendilerine tahsis edilen oda köyün yüksek bir konağındaydı.
Sofrada kuşun sütü eksikti. Güzelce karınları doyurduktan sonra ortaya düğün sahibinin ikramı olan içki ve mezesi kondu. Sakinin “şerefinize arkadaşlar” sesiyle bardaklar havada tokuştuktan sonra ard arda kadehler mideyi buldu.
Abdallar oda oda dolaşıp içenleri eğlendirmişler, sonra onların yanına gelmişler, “iyi muhabbetler arkadaşlar” deyip selam verip kendilerine ayrılan yerlere oturmuşlardı.
Önce ince sazla çalmaya başladılar, arkasından birkaç türkü, devamında bir bozlak havası çalarken köçek sıranın kendisine geldiğini bildiğinden ağır ağır hazırlığa başlamıştı bile.
Meret şişede durduğu gibi durmuyordu. Kimi ortada oynayan köçeğe para atarken kimisi de köçeğe eşlik ederek oynuyordu. Genelde bu kişiler köçeğe atacak parası olmayan gariban köy delikanlılarıydı.
Düğün sahibinin ortaya diktiği büyük rakı biterken adete uyan köyün gençleri yanında getirdiği rakı şişesini sırayla bittikçe ortaya dikiyorlardı.
Vakit epey ilerlemiş odadaki sigara dumanından göz gözü neredeyse görmüyordu.
Hafif çakır keyif olanlar yanında getirdikleri tabancaları tavana ateşlerlerken haliyle “hezenler deliniyor”, evin toprak ortülü damından sofraya tozlar üğünüyordu. (Dökülüyordu.)
Köçek bir yandan oynuyor, bir yandan da yerlere atılan paraları toparlayıp çalgıcılardan birinin kucağına atıyordu. Aradan geçen zaman içerisinde yorulmuş terin suyun içerisinde kalmıştı. Müsaade isteyerek dinlenmek için yerine otururken saki eline içki bardağını vermişti bile.
Köçeğin oturduğunu görenler “biraz da biz biz oynayalım, ustalar siz çalmaya devam edin” diyerek oyuna durduklarında, arkadaşları da kendilerine alkışlarla tempo tutuyorlardı.
Ustalar oyun havası çalarken sofrada bulunup kendine güvenenlerde sırayla oyuna duruyorlardı.
Topal Halil her türlü oyun havasına vücudunu uydurup kendinden geçer, adeta köçeklere taş çıkarırcasına oyun oynardı. Bunu bilen arkadaşları onu zor da olsa oyuna kaldırmayı başardılar. Halil arkadaşlarını kırmamış oyuna durmuştu ama eski Halil nerde? Şimdiki Halil nerde? Oyun oynamıyor adeta arkadaşlarıyla dalga geçercesine yapmacık hareketlerde bulunuyordu.
Sanki Halil orda değil de yerine onun maskotu gelmişti. O oynuyordu…
Sofrada bulunan kendisini çok iyi tanıyan bir Karacaörenli arkadaşı biraz sitemle biraz da öfke ile “o ne Halil (?) yoksa bizleri mi beğenmedin de dalga geçercesine oynuyorsun?...
Halil’de işin farkındaydı ama o günlerdir kafasını kemiren “Celepçi”nin derdindeydi. Ondan başka düşündüğü bir şey yoktu ki…
Çalgıcılara durun işareti yaptıktan sonra “arkadaşlar sizleri sevip saymasam burada işim ne benim (?) benim günlerdir aklım “Celepçi” denen o dürzüde, sizin de aklınız oynaşta,  yoksa ben oynamayı bilmiyom mu?” CELEPÇİ ZEYNİMİN ORTASINA ETTİ.
Öykünün konusuna uygun önceden yazdığım HEZENLER DELİSİN adlı şiirimden iki kıta sunuyorum.

Ağustos sıcağında köy düğünündeyiz
Hafif çakır keyif ama çok neşeliyiz
Bir konakta ağırladılar birlik beraberiz
İçelim arkadaşlar hezenler delisin

Muhabbetiniz şen olsun arkadaşlar
Kalksın kadehler içelim arkadaşlar
Gelinle damadın şerefine arkadaşlar
Susmasın silahlar hezenler delinsin

+++++++++++++++++++++++++++++++++

BENİM BULGUR SATILIR
Şoo gadın asker anası!

İstek ve arzuları bir türlü bitmek bilmeyen içimizdeki kör nefis kursağımızdan midemize neler düşürmenin hayalindedir. Bunu içinizde bir bileniniz var mı acaba?
İnsanoğlu günde üç öğün yemek yeme ihtiyacında olduğu için bunu çeşitli yiyeceklerden temin etme yoluna gitmiştir. Üretken insanlar doğanın kendisine bahşettiği meyve ve sebzelerden elde edilen çeşitli yiyecekleri hayvansal ya da bitkisel yağlarla pişirerek karnını doyurmuştur.
Bereketli yurdumuzun her köşesinde üretilen ürünler o ilin adıyla anılıp bilinmiştir. Kırşehir köyleri içinde misal olarak Özbağ yeşil fasulye ve pekmeziyle, Mucur Aydoğmuş bireyleriyle, patlıcanıyla, Cemele biberiyle, patatesiyle, Kaman köyleri ceviziyle, kürt aşiret köyleri de tereyağıyla, peyniriyle (aklıma gelenler) anılır olmuşlardır.
Yemeklerin baş tacı olan bulgur pilavının yanında kuru soğanla yemedik kaç kişiyi, ya da mutfağında bunu pişirmeyen kaç ev kadınını bana sayabilirsiniz?
Hal böyle olunca bulgura büyük bir talep olmakta bu yüzdün çiftçi de şartlar ne olursa olsun kendisini buğday ekmeye zorunlu kılmaktadır.
Bulgurun ana maddesi buğdaydır ama ülkemizde adını saymakla bitiremediğimiz çeşidi olmasına rağmen şahman buğdayın yeri başkadır. Bu türün tane renginin kırmızı olması, bunun yanında iri ve sertliği bulgur için aranan niteliktedir. Diğer buğday tanelerinin renginin beyaz, kendisininde yumuşak olması bundan üretilen bulgurun pilav yemeğinde hemen dağılıp lapalaşması (şişmesi) insanları şahman buğdayından elde edilen bulgura yöneltmeştir.
Şahman buğdayın diğer buğdaylara göre az verim vermesinden mi, yoksa fabrikaların yeteri kadar almayışından mı, her nedense çiftçi beyaz buğday ekmekte, bundan dolayı da bulgur yapıp satanlar sıkıntı çekmektedir.
Yıllardır geçimlerini çiftçilik ve hayvancılıkla temin eden Karacaören köyü halkı işin bilincinde olduğundan şahman buğdayı ekmekte, toprağının da şahman buğdayına elverişli olmasından dolayı piyasanın aradığı randımanda ürün yetiştirmektedir.
Kırşehir buğday pazarına bulgurluk almaya gelenler ile bulgur pazarından bulgur alacaklar özellikle bu köyün ürünlerini tercih etmekte, bulgurluk buğday ve bulgur satan kişilerde ticaret için ister-istemez elindeki ürüne “Karacaören’in” diye yemin billah edip yalan söylemeyi tercih etmektedirler. Bu yüzden köy halkı işini benimsemiş ek gelir olarak bulgur yapmayı yeğlemiştir.
Yıllardır geçimini baba mesleği olan canlı hayvan alım-satımıyla (çelikçilik) temin eden Apoon Nahat yazın bu işlerin az olmasından dolayı o yıl mahsülünü kaldırınca bulgur yapıp satmaya heves etmişti. Satabileceği kadar ayırdığı şahman buğdayı at arabasına yükleyerek hanımı ve yanına aldığı birkaç köylü kadınla yayla çeşmesine vardıktan sonra yükü boşaltıp bunları yanında getirdikleri çınaar ve kuşgözü (gözer) denen kalburlarla eledi. Boşa gitmesin diye elek altına dökülen buğdayları toplayarak tekrar eledi.
Yayla çeşmesinin kornasından bilek gibi sular akıyordu. İş güzar kadınlar çeşmenin havutununu bir güzel temizledikten sonra buğdayları üşenmeden yıkayarak bir insanın kaldırabileceği ağırlıkta şeker torbalarına doldurup işlerini bitirdikten sonra akşama yakın tekrar arabaya yükleyerek evin yolunu tuttular.
Ertesi günü sabah çok erken kalkarak babadan kalma pekmez ocağının içini önceden temin ettikleri çalı odunlarıyla doldurup yaktıktan sonra ocağın üstündeki koskoca şire leğenine kovalarla su taşıyarak doldurup ısınmasını beklemeye koyuldular.
Yıllar önce ocaklarda pekmez ya da bulgur kaynatmak için yakacağa gereksinim vardı. Dağdan kestikleri yabani ağaçları kağnılarla köye getirirlerdi. Bazen de Dalakçı, Boztepe ya da Özbağ’a köylerinin dağlarına kaçak odun kesimine giderler ya da bunun tersi o köyler bir birine giderler bu yüzden de köyler arası kavgaların ardı arkası kesilmezdi. Buna örnek olarak önceden öyküsünü mizahi bir şekilde yazdığım Dalgara Savaşlarını(!) verebilirim.
Dışarısı öğle vaktine geldiğinde komşu imece kadınlarında yardımıyla buğday kaynatma işi tamamlanmıştı. Elde edilen yumuşak buğday (hedik) bir yandan kurutulmak için önceden yere serilen çadırların üstüne taşınıp serilirken hedik yemek için komşu çocukları bir biriyle yarışa giriyordu.
Ocağın közüne kömülen patatesler ile közün üzerine döşenen domates, biber ve patlıcanlar aradan geçen zaman içerisinde pişmiş adeta yorgunluktan acıkanların imdadına Hızır gibi yetişmişti. Kadınların alt-üst ederek karıştırdığı hedik yaz gününün çokur sıcağında bir-iki gün içinde kurumuştu. Sergiye toplanan serçe kuşları da ordan payını alsalarda kuruyan hedik taneleri ayıklanmak için evin balkonuna taşınmıştı bile….
Apoon Nahadin yapılan bunca işlerden dolayı gözlerinin içi gülüyordu. Bir de köyden beş-altı babayiğit genç ayarlayıp ta kuruyan hediği ‘Mezerin başındaki soku taşında’ döğdürdü mü keyfine diyecek olmazdı. Bunun içinde kendisinden küçük kardeşi İsmete iş düşüyordu.
Köy gençlerinin gündüz bağda, bahçede, harmanda çalışmalarından dolayı hedik döğme işi akşamları yapılırdı. O yıllarda köyde elektrik olmadığı için çevreyi aydınlatmaya genelde lüks denen aydınlatıcıdan yararlanılırdı. Gerek önceden ayarlanan gençler, gerekse lüksün ışığını görenler, ya da tokmak sesi duyanlar “Mezerin başı” denen köyün yüksekçe bir yerindeki meydan da bulunan soku taşının etrafında toplanırlardı.
Sinema ve eğlence yeri olmayan köylük yerde gençler boş zamanlarında gündüz aşşık, geceleri ay gördüm oynadıkları bu meydan da bulgur zamanı da soku döğerek vaktin nasıl geçtiğini bilmezlerdi.
Gençlerin ahenk içerisinde belirli bir ritimle el, kol, bel ve ayak hareketleri, tokmakla soku taşına vurduklarında “zonk-zonk” diye çıkardıkları sesleri, lüksün ışığındaki gölgeye düşen hareketleri görülmeye ve duyulmaya değerdi. Gençler sokuya tokmak sallarken bir başkası da sokuya”buğday tanelerinin kepeği ayırt olsun” diye durmadan su dökerdi. Bu arada evin kadını da boş durmaz yemek hazırlama telaşına girerdi. Eğer imkanı var ise pişirdiği bulgur pilavının yanına horoz kesip pişirmeyi ihmal etmez, yoksa elde olanıyla gençlerin karnını doyururdu.
Böylelikle soku işini de halleden, ertesi günüde yine erkencecik uykudan kalkarak yorgunluk atan Apoon Nahat bir sigara yaktıktan sonra hanımına “ben az sokağa çıkıyorum siz dövülenleri serin de kurusun” dedi.
Aslında onun sokağa çıkıp gezmeyi bahane etmesi işin cilvesiydi. Onun asıl derdi Maacir Omar’ın evine gidip bulgur çekme sırası almaktı.
Kuruyan hedik çok önceleri “bulgurtaşı” denen ortası büyükçe delik, çevirme kolu olan grimsi tırtıllı yuvarlak bir taşın aynı ebatta altta kalan bir taşın üstünde döndürülürken bir yandan da üstteki taşın orta yerindeki boşluğuna hedik taneleri konurdu. İki taşın arasında ezilen taneler bulgur olarak çıkardı.
Bunun çok meşakkali ve yorucu bir iş olduğunu fark eden ve kafası zenaat işine zehir gibi çalışan Maacir Omar köye seyyar bulgur çekme makinası getirmekte gecikmez oğlu Şahin ve Muradın da yardımıyla bu işten iyi de para kazanır.
Aradan bir müddet sonra köyde un değirmeni çalıştıran Kara Salinin oğlu Mustafa iş yerine ek olarak daha randımanlı çalışan bulgur çekme makinası kurmak suretiyle köylüsünü sıkıntılardan kurtarmış olur.
Bir hafta sonra Maacir Omar’ın oğlu Şahin kuruyan dövülmüş hediği çekip gittikten sonra kadınlar çıkan ürünü rüzgarlı bir havada kepeği gitsin diye savurduktan sonra bir daha ayıkladılar.
Bir gün sonra Apoon Nahat ayıklanmış ürünü ağır ağır elerken kalburda kalan ‘bulgur’, kalbur altına dökülenler ‘düğ’ olarak ayırt olmuştu. Artık bulguru pazara götürüp satmanın zamanı gelmişti.
Kaman’ın Başköy köyünde bakkalcılık yapan Selahattin bakkaliye ihtiyaçlarını (matak) genelde Ankara’dan temin eder oraya gidemediği zaman ise Kırşehir’deki toptancılardan alırdı. Şehre geldiğin de saat kulesi karşısında kazaklık ip satan Asker arkadaşı Karacaören’li Hasan’ın yanına uğrar bir iki hasbihal ederlerdi.
Selahattin Ağa iki evliydi. Hanımlarından birisi “Hazır Kırşehir’e gitmişken biraz Karacaören bulguru getirsinde dükkanda satalım” diye salk vermişti.
Selahattin durumu Hasan’a anlatınca o da kendisine “şimdi herkes sana ben Karacaören’liyim der, uyanık ol, aman sakın kanma” deyip az düşündükten sonra akrabası olan Nahat aklına gelir. Nahat’den bulgur almasını salık verirken onun aslını, neslini, lakabını ve boyunun uzunluğuna kadar her şeyini tarif ederken bir ikaz daha yapar. “Ben Karacaören’liyim, adım Nahat diyen olursa kanma, kimin Nahatsın diye sor,  Nahat’den bol ne var, adam eğer ben Apoon Nahadim derse onun bulgurunu al…”
O gün Pazar çok kalabalıktır. Pazara torbalar dolusu köylüler bulgur getirmiştir. Selahattin pazarda bir oyanı, bir bu yanı gezerken kime sorsa Hasan’ın dediği gibi “ben Karacaören’liyim, adım Nahat” cevabını alıyorsa da kimse ben Apoon Nahadin diyemiyordu.
Selahattin pazarı alt-üst gezerken önünde bulgur torbaları bulunan bir adamın Hasan’ın tarifine uyan bir kişiye benzediğini fark eder. Adam bir yandan sigarasından çekiştirirken bir yandan da müşterilerle ilgilenmektedir.
Selahattin adamın başının biraz boşaldığını fırsat bilerek yanına yaklaşıp selam verdikten sonra daha nereli olduğunu, bulguru kaça sattığını sormadan adam onun alıcı olduğunu hemen anlamıştı. “Hemşerim benim bulgurum nasıl olsa satılır, sen iyisi mi şoo yolun kenarında oturan kadının yanına git, zavallı kadın hem fakir, hem asger anasıymış sen bulguru ondan al hem hayır işlemiş olursun” dedi.
Aslında karşıda bulgur satan kadın “Uyanık tüccar” geçinen adamın karısı olduğu gibi üstelik Karacaören’li değillerdi. Duyduklarına hüzünlenen Selahattin Ağa fiyat falan sormadan kadının bulgurunu tam alacaktı ki birden karşıdan gelen o uzun boylu, yıllarca kendisine inek, dana sattığı Karacaören’liyi görünce tanıdı. Bu Nahat’den başkası değildi.
O an kendisini kandırmaya çalışan adamın yüzüne gözüne tükürmeyi akıl ettiyse de buna terbiyesi müsaade etmedi….
Hoş beşten sonra “yahu Nahat Ağa, kusura kalma sana kimin Nahat derlerdi?...
“Apoon Nahat, Apoooon Nahat, adımı iyi belle de unutma emi….”

+++++++++++++++++++

PİYASADA ARABALARIM ÇALIŞIR!
Zenginlik böyle saklanır mı?

-Tüm canlılar gibi insanlar da doğanın kanununa uyup doğar, büyür ve en sonunda da ölürler.
-Yaşamları boyunca kimi kişiler varlıklı ya da bunun tersi fakir olarak “hayatın zorlukları” ile mücadele verirler.
-Şuanda ne durumda isek bu bizlere tapulu değildir. Atalar “gün ola hayır ola, sabaha ne olacağı belli mi olur. Bir bakarsın nereden nasıl gelmiş bilinmez, ya malından ya canından olursun…” demişler.
-Dünya malı dünyalıktır. “Mal sahibi mülk sahibi hani nerde bunun ilk sahibi(?)…” diyenlerde zamanla ölüp yok olmuştur.
-İyi gününle övünme, kötü gününe yerinme, “Allah kösengiyi dibine kadar yakacak değil ya çıkmadık candan ümit kesilmez…”
Ramazan tuttuğunu un eden, iri-kıyım, uzun boylu, babayiğit bir gençti. Babası onu askere gitmeden önce evermişti. Köylük yerde yaptıkları çiftlik ve hayvancılık karın doyurmuyordu. İşin farkında olan Ramazan babasının karşı çıkmasına rağmen aklına uyduğu birkaç arkadaşının peşine düşüp çoban durmak için Konya’nun yolunu tutar.
Konya’nın Çumra ilçesinin bir köyün de bir ağanın koyunlarını gütmek için önce çeltek, (yardımcı çoban) sonra da aradan geçen süre içerisinde ‘baş çoban’ olarak elde deynek dağ bayır dolaşır.
Ramazan aslında bu işleri yapacak birisi olmadığının kendisi de farkında ama elinden bir şey gelmediğinden mecburen çobanlığa katlanır.
Konya’dan iki yıl içerisinde biriktirdiği üç-beş lirayla köyüne döner. “Hazıra dağ dayanmaz”ın farkında olduğundan bu parayla ne işler çevrilir(?) köyde kimler ne iş yapar (?) bunları tek tek araştırır.
Gerek büyükbaş, gerekse küçükbaş hayvandan iyi anladığından dolayı bunların alım ve satımını (çelikçilik) yapmaya karar verir.
Bazen yalnız olarak, bazen da yanına ortakçı alarak işini ilerletir. Yıllar sonra gerek ticari dürüstlüğü, gerekse borcuna olan sadıklığıyla “Tosunburunlu Ramazan” diye adından söz ettirmeye başlar.
Hatta namı öyle duyulur ki diğer meslektaşları gittiği köylerde onun akrabası olduğunu beyan ederek “ticari kredi” elde etmenin kolaylığına tenezzül ederler.
-Ramazan yorgun-argın alış-verişten köyüne döndüğünde yatak, yastık adeta ona diken olup batmakta, “köydeki tarla-tapan ilerde kimi doyuracak (?) çocukların sonu ne olacak (?)” diye yatakta bir beri bir öte dönmekte, bazen diri sabahı uykusuz getirmektedir.
Ramazan “beden gücü ile değil akıl gücüyle iş gören, para kazanan” bir yapıya sahiptir.
Bin bir zahmetle köy köy toparlayıp şehirdeki hayvan pazarında ya da kasaba sattığı havanların parasını bazen alamamakta bu yüzden de sıkıntı çekmektedir. Günlerdir yastığa kafasını koyduğunda aklında yer eden bir kasap dükkanı açma hevesi onun beynini tırmalamakta, “şehre göçersem hem alım-satıma orda devam ederim, hem de kasap dükkanını çalıştırırım” diye hayaller kurmaktadır.
Bu vesile ile oğulları Mustafa, Muhittin ve Erdem’i de okutarak hayatlarını kurtarmak hevesindedir.
Bir Pazar günü Kırşehir hayvan pazarına erkencecik gelmiş, eldeki hayvanları da kısa bir pazarlık sonucunda bir adama ‘azına-çoğuna’ bakmadan satmıştı. Köyüne dönerken yolu Aşıkpaşa Mahallesi’nden geçtiği için orada derici Hacı Ömer’in ‘kiralıktır, yazan evi gözüne ilişir.
Atmışlı yılların ortalarıydı göçü şehre getirdiğinde, ev oturulacak gibi değilse de olsun, şimdilik onlara yeterdi. Nasıl olsa ilerde daha iyisine taşınırlar veya olmazsa biraz sıkışıp bir ev satın alabilirdi.
-Ramazan eskisi gibi yine hayvan alım-satımına devam ediyordu. Bunun yanında bir arkadaşının tavsiyesine uyarak fabrikalardan toptan küspe, kepek alıp besicilik yapanlara satarak geçimlerine katkı da bulunuyordu.
Bu arada büyük oğlu Mustafa’yı koltuk, imalatı yapan bir esnafın yanına çırak olarak vermiş, oğlu Muhittin kale ortaokulunda eğitime başlarken diğer oğlu Erdem’inde ilkokula kaydını yaptırmıştı. Ramazan bir yandan alım-satımla uğraşırken bir yandan da kasap açmak için boş dükkan arama telaşındaydı.
Mahalleye yeni taşındıkları için daha kimseleri tanımıyorlardı. Hanımı evde ev işleriyle uğraşırken kendisi de boş zamanlarında kapıya çıkıyor nerde iki adam görürse selam verip onlarla şurdan-burdan konuşma bahanesiyle tanışıyor, zamanla hoşuna giden birisi olursa ahbap oluyordu. Akşamları da arada sırada “hoş geldine” evlerine komşulardan misafir geldiği oluyordu. Bir akşam evde otururlarken kapıları döğülmüştü. Gelenler evlerinin az ilerisinde oturan hafif kırmızı benizli, orta boylu, zayıf bir adam ile hanımıydı. Hoş beşten sonra sağdan soldan konuşmaya başladılar. Ramazan babasının yanında “ayıp olur diye” konuşmayı değil, susmayı tercih ediyordu. Misafirle daha çok babası hasbihal ediyor, ancak kendisine bir soru sorulursa o zaman cevap veriyordu.
Gelen misafir ne için şehre göçtüklerinden, ne iş yaptıklarına kadar her şeyi sorarak yeni komşuları hakkında bilgiler edinmeye çalışırken bir yandan da “aman şu komşu şöyle, bu komşu böyle” diye de aklı sıra onları ikaz ediyordu.
Vakit bayağı ilerlemişti. Adam kalkmak için hanımına işaret ettiğinde o zamana kadar suskun suskun konuşulanları dinleyen Ramazan birden babasının orda oturduğunu unutarak “komşu siz ne iş tutar, ne ile geçinirsiniz (?)” diye sorduğunda babasıyla göz göze gelip utandı. Bir kusur etmişcesine başını yere eğdi. Belki bu soruyu babası adama soracaktı. Yaptığından utandı, kızardı…
Adam ortamın sessizliğini “PİYASADA ÜÇ DÖRT ARABAM ÇALIŞIR” diyerek bozduktan sonra “iyi geceler, siz de bize gelin komşular, bekleriz…” Biraz yutkunduktan sonra “Bak şunu demeyi unuttum, sekiz-on ton kadarda hurda teneke sahibiyim!” deyip yürüdü…
Adam gittikten sonra evde büyük bir şaşkınlık havası hakim oldu. Bu nasıl bir işti. Adam “piyasada üç-dört arabam çalışır” diyordu. Ama giyimleri kuşamları hiç de öyle göstermiyordu. Demek ki onlar görmüş geçirmiş, zenginliğin bir emanet olduğunu bilen kişilerdi. Başkaları gibi zenginlikleriyle öğünmüyorlar, ona göre yaşam tarzı çizmiyordu. Bu ne vakardı!...
Demek ki “kaplumbağanın toprağı biter” diye az az yemesinde ‘bir keramet’ vardı!..
Ramazan ve ailesi kendi aralarında bu konuyu enine boyuna uzun uzun tartıştılar. Yaşamlarını bu komşu ailenin davranışlarına göre ayarlamaya karar verdiler.
Ramazan günün birin de bir yakınından …. adlı kasap dükkanının ‘devren satıldığını’ öğrenir. Pazarlık yapmaya giderken yolu çarşı camisinin önünden geçer. Tesadüf bu ya orada birkaç gün önce evlerine misafir gelen karı-kocayı bir iki adet dört tekerlekli itme arabayla müşteri beklerken görür ve şok olur.
Adam evlerinde “piyasada üç-dört arabamız çalışır” dediğinde meğer bu arabaları kastetmiş de onlar “kendisine arabamız nedir (?)” diye sormamışlar haliyle bunları kamyon zannederek komşularının zengin aile olduğu kanısına varmışlardı.
Ramazan onlara selam verip “hayırlı işler” diyerek oradan ayrılırken‘hiçbir şeyin farkına varmamış gibi davranarak yoluna devam etti… Durumu yanlış anlamanın üstünde durmaya pek değmezdi. Nasıl olsa herkesin bir şekilde karnı doyuyordu ya…

++++++++++++++++++++++++++++

TARLANA BOSTAN EKMEM YA!
Lafı kim götürecek?

Köylü o yıl şimdiye kadar görülmedik sert ve soğuk bir kış mevsimi yaşamıştı. Günlerce yağan karla beraber her taraf beyaz bir örtüye bürünmüş, köy halkı damlarda biriken karı kürümekten, çığır (yol) açmaktan ahizer (yılgınlık) olmuştu.
Çocuklar okula gitmekte çok zorlanırken komşu komşuya zorunlu olmadıkça gidememişti. Neyse ki aradan geçen zaman zarfında baharın habercisi ‘cemre’ önce suya, sonra havaya, en sonda toprağa düşmüştü de karlar erimiş, o çileli günler artık geride kalmıştı.
Mart ayının gelmesiyle önce badem ağaçları, sonra sırayla diğer ağaçlar yattıkları uzun kış uykusundan uyanıp çiçeklerini açarken adeta ölü toprağa ‘can suyu’ serpilmiş gibi tabiat yeniden doğuyordu.
Suya doyan toprak güneşi görmesiyle canlanmış, tava gelmiş, üstünden buharlar çıkarken “beni belleyip alt-üst et, havalandır” diye dile geliyordu.
Baharın gelmesiyle kimi köylü bağını budarken kimileri de bahçesini belleyerek sebze ekimi için hazırlarken haliyle yorulup terliyor, hararetleniyordu. Ağan dağındaki damlacıkta (mağara) biriken karı getirip pekmezle karıştırarak yemenin hayalini kuruyordu.
Bağ ve bahçe işlerini bitiren köylüler Nisan ayı ortalarına doğru bostan ekecek yer ayarlamak ve ekmek telaşına giriyordu.
Yıllardır tarlalar köylülerce bir yıl ekilirken diğer yıl ‘nadasa’ (dinlenmeye) bırakılırdı. O sene tarlaların Boztepe tarafına düşen bölümü arpa, buğday ekilirken Dalakçı tarafına düşen bölümü nadasa bırakılmıştı.
Karacaören arazisi verimli topraklardan oluştuğu için bol mahsul vermesine rağmen kumsal olmadığından bostan (kavun karpuz) ekmeğe pek elverişli değildi. Bundan dolayı köylü Dalakçılı Tilkinin İsmeyile ait olan yüz dönümlük tarlanın ekebileceği kadarını belirli bir ücret karşılığı kiralayıp, bostanını ekerdi.
Tarla Dalakçı’dan Karacaören’e daha yakın olduğu gibi At kuyusu denen bir çeşmenin yanı başında olması (bölgenin adı da At kuyusu geçer) oraya bostan ekenin, sonradan bostan bekleyen kızların su ihtiyacını karşılaması, toprağının da kumsal olması tercih edilmesinin en önemli nedenlerindendi.
Almanya’ya işçi akımına kadar bostan ekimi devam etmiş sonradan üşengeç (iş görmeyi sevmeyen) kadınların “aman canım, ne gerek var, nasıl olsa Almanya bizim için ekiyor” demeleriyle ekim son bulsa da şimdi imkanı olan köylü kendi tarlasına traktörle bir iki çizgi çektirip bostan ekmektedir.
Hakkının oğlu Durgun Ali kimsenin etlisine, sütlüsüne karışmayan, darda kalanın daim yardımına koşan, sessiz, sakin bir kişiydi. Kimseyle hırı-gürü olmayan, çiftçilik ve hayvancılıkla kıt-kanaat geçinen “buna da şükür” diyen, komşu ve köylülerince sevilen birisiydi.
Oğullarından ikisini everip evlerini ayırmış, iki oğlu da başka şehirlerde işe girmiş, bir kızını da gelin etmiş anlayacağınız hanımı Güldaneyle ‘bir edi bir büdü’ kalmışlardı ama köyde kalan çocukları ve onlardan doğan torunları onları hiç yalnız bırakmıyordu.
İş görürken hiç acele etmez, kimseden de bir akıl almaz, kendi işini kendi aklıyla severek yaptığı ve ağır çalıştığı için köylüleri onu suyun durgununa benzeterek lakabını Durgun Ali koymuşlardı.
Hanımı Güldane kocası Durgun Ali’nin aksine işlerin bir an önce bitmesine bakar “sona kalan dona kalır” hesabı ‘babasının nasihatı’olduğu için aklından hiç çıkarmazdı.
Komşuları her gün Tilkinin oğlunun tarlasını tutmak için sabah erkencecik yola çıkarken kocasının hiç oralı olmamasına içerliyor ama gel gör ki bunu ona demeye bir türlü cesaret edemiyordu. Her gün rüyasında tarla kiralayıp bostan ektiklerim görüyordu.
Koskoca ev olmuşlardı, çocukların evlerini ayırdıkları halde onlar her gün baba evinde yeyip içiyorlardı. Kışın kıtlığında bir kalbur horanta ne yeyip ne içeceklerdi.
Bostana kavun, karpuz, mısır, devranbel, (ayçiçeği) bunların arasına nohut ekilirse fena mı olurdu. Yarın olgunlaştıklarında kavunun, karpuzun tadı bir başka olurken bunun yanında küplere kuracağı kelek turşusunun ‘yemede yanında yat’ misali yemeklerin yanında duruşu bile insanın iştahını artırmazmıydı?.. Torunlarına gönderemezmiydi?..
Bütün bunları gün boyu işin-aşın arasında düşünen Güldane kadın bütün cesaretini toplayarak “herif sen hiç oralı değilsin, şu elindeki bitmez işleri bırakta bir an evvel gidip şu bostan yerini tutalım, yetti gayri senin umursamazlığın” deyi verdi.
Ertesi günü hanımı boz eşeğin üstünde kendisi yaya öğle ezanına yakın bir vakit Atkuyusu çeşmesinde su içip el ve yüzlerini yıkadıktan sonra tarlada soluğu aldılar. (vardılar.)
Kimi köylü kiraladığı kısma tohum atarken kimi de bostan gözesi açma telaşındaydılar.
Köylüler önceden tarladan beğendiği iyi yerleri ayarlamış, parası olan o an, olmayanda sonradan ödemeye söz vermiş, haliyle aradan geçen zaman içerisinde tarlanın iyi yerleri tutulurken seçile seçile taşlı, kumlu kısmı kalmış o da neredeyse bitmek üzeredir.
Tilkinin oğlu (Dumanın İsmeil) bindiği kır atın üzerinde bir oyana, bir bu yana atının yularını çevirirken sırtındaki mavzeri, belindeki ‘Nagat’ tabancası ile sağ elindeki kamçısı onu olduğundan daha heybetli gösterirken ‘havasından’ adeta yanına varılmıyordu.
Arazi kavgasından dolayı katıldığı Dalgara savaşların da(!) “vur İsmeil emmi vur, at da vur” diyen bir köylüsünün Karacaörenlilere olan sevgisinden dolayı gazına gelmeyip “haydi bir,iki Karacaörenliyi vurdun, amma akşam dağa gidecek dalım (kaçacak) eve gidecam” (hapise değil) demesi halen dillerde söylenir.
Koskoca tarlanın hemen bostan yeri tutulmasına şaşıran, aynı zamanda da kötü yerin kendisine kalmasına içerleyen Durgun Ali’ye o an öyle cesaret gelir ki bir anda kendisini ‘Bursalı Yörük Ali Efe’ zannederek hanımının da yanında olmasının verdiği cesaretle ortada dört dolaşan Dumanın İsmeyilin atının geminden tutması bir olur.
İyi huylu, kimseyle itişip kalkışmayan kocasının birden bire böyle celallenmesine hanımı Güldane çok şaşırmış adeta nutku durmuştu (akıl tutması)
Durgun Ali’nin eli gemi tutarken atın birden bire ürküp öbür tarafa dönmesiyle dengesi bozulsa da yere yıkılmamış, bir anlık şaşkınlığını attıktan sonra “ula dürzü, bunca yıllık ahbabız, bana niye tarlanın iyi yerini ayırmadın” diyerek sert çıkışması Tilkinin oğlunun bayağı zoruna gitmişti.
İsmail ağa çok temkinli, düşünceli, hassas birisiydi. Durgun Ali kendisine beklenmedik bir şekilde sert çıkışmış bu yüzden de kamçıyı hak etmiş olsa da bir erkeğe hanımının yanında el kaldırmak yiğitliğin şanına yakışmazdı.
Biraz öfkesini yendikten sonra “ula Durgun, şu kamçıyı şimdi kafana geçirmeden atın gemini bırak, körmü erken gelip tarlanın iyi yerinden tutaydın…” diye bağırdı.
Öfkeyle tabakadan bir tütün sarıp dumanını içine çeken Tilkinin oğlu “tarlayı tutuyon mu(?), tutmuyon mu(?) hemen cevap ver yoksa sırada bekleyen öbür köylüne vereceğim…”
O anda Durgun Ali’nin yüzü suvak gibi bembeyaz kesilmiş ne diyeceğini bilememişti. İster istemez hakkına razı olup kira bedelini ödedikten sonra adama bir şeyler diyecek gibi olsa da dili tutulmuşçasına konuşamadı. Öfkeyle hanımının eşeğe binmesine yardımcı oldu.
Karı-koca yol boyunca bir biriyle hiç konuşmadılar. Arada sırada iyi yürümesi için Durgun Ali eşeğe elindeki deynekle vuruyor, ortalıktaki sessizliği de değneğin sesi bozuyordu. Yarım saat kadar süren sıkıcı bir yolculuktan sonra evin önüne geldiklerinde ikindi ezanı henüz bitmişti. Etrafta kimsecikler gözükmüyor, ‘sanki in-cin’ top oynuyordu.
Durgun Ali hanımının eşekten inmesine yardımcı olurken oraya kadar hiç konuşmayan Güldane kadın “sende hiç erkeklik yok mu(?) bak kocaman adamsın, elin adamı sana neler saydı da sen ağzını açıp çıt diyemedin, yazık sana çok yazık…” diye çıkıştı.
Hanımını sakin sakin dinleyen Durgun ali “orda atının gemini tuttum ya, ula dürzü dedim ya…”
Hanımının tatmin olmadığını anlayınca “aha ben de ona neler diyecaam” diyerek Dalakçı köyüne dönüp gök gürültüsünü andıran o gür ve tiz sesiyle “TARLAN BAŞINI YESİN DÜRZÜÜ diye bağırınca o anda küllükte eşinen birkaç horozla tavuk ürkerek oradan kaçıştılar.
Bu duruma çok gülen Güldane kadın “herif goca köyde şu küllükte eşinen dört tavuktan gayri seni kim duydu ki Tilkinin oğlu Dalakçı’dan duyacak, tavuklar mı laf götürecek, beni güldürme bari…”
Yaptığını babayiğitliğine sayan Durgun Ali kendisine yakışan durgunlukla “LAF YERİNİ BULUR GÜLDAANEM!..” diyerek bıyık altından güldü.
Beraberce hayatın (avlu) kapısından eve girdiler.

++++++++++++++++++++++++++

BEN PAKET UMUYOM!
Herif sen erdin mi?

Günler haftaları, haftalar ayları kovalarken yazın sıcak günleri geride kalmış, yerlerde yaprakların gazelleri uçuşurken insanlar da kış giyeceklerine bürünmeye başlamışlardı bile.
Sonbahar’ın yüzünü göstermesiyle köylüler kış hazırlıklarına yiyecek, giyecek, yakacak tedarikiyle başlarlar. Bağından, bahçesinden, tarlasından, bostanından elde ettiği ürünleri dedelerinden, ninelerinden evvelden beri görüp bildikleri şekillerde değerlendirirler.
Bağların bozumuyla üzümler kaynatılarak pekmez yapılıp küplere doldurulur, evin sofasına (kiler) tuluklarda peynir, küplerde turşu, yağ, arıstağa sızgıtlar asılırken düğ, bulgur, yarma, un, yufka ekmek tereyağ, salça gibi adını sayamadığımız yiyecekler yerli yerince konulurdu.
Eskiden köylük yerin kar yağınca şehirle ulaşım irtibatı kesileceği için bu hazırlıkları yapması zaruri ihtiyaçtı. Üzümler ve kavunlar hevenk yapılıp samanlığın arıstağında yerini alırken karpuzlarda samanın veya sapın üstüne serilirdi.
O yıl çok bereketli geçmiş yemliğin Memmet her yıla oranla bu yıl biraz daha fazla mahsul almıştı. O küçük gözleri adeta yatağına sığmıyor sevinçten fır fır dönüyordu. Diğer köylülerin aksine bağını, bostanını daha erken bozmuş, az ama verimli tarlasını oğullarının da yardımıyla erken biçip erken harmandan kalkmış, yeni tohumu tarlaya ekmişti bile.
Artık eskisi gibi gözleri iyi görmüyor, ayakları onu taşımak için desteğe ihtiyaç duyuyor, bırakamadığı pis, nalet sigaradan dolayı da ciğerleri öksürüğe boğuluyordu.
Babasını kıt sat hatırlıyordu. En son gördüğünde askerden köye bir kaç günlüğüne kaçak gelmişti. Giderken kendisinden küçük iki erkek kardeşine, sonra kendisine daha sonra da anasına sarılıp ayrıldığını bir daha da babasından haber  alamadıklarını emmi dayı ve akrabalarının yardımıyla büyüdüklerini anlatırdı.
Yemliğin Memmet zamanla köyün güzel kızlarından Zarife’yle görücü usulüyle evlenmiş çoluk çocuğa karışmıştı. Zarife “erini eve den” tutumlu bir kadındı. “O bu eve gelin geleli evin beti bereketi artdı” diye kaynanası komşularına övünürdü.
Zarife kadın bir gün önceden tandırı, unu, ekmek edecek kadınları ayarlamış, ertesi gün de ikindiye kadar beraber ekmek (yufka) yapmışlardı.
Vakit ikindiyi geçtiğinde işi biten kadınlar evlerine gitmiş, tandır boşalmıştı. Zarife kadın bir gün önceden hazırladığı keşkafı tandıra üzlüğüyle koyduktan sonra diğer işlerini bitirmek için kızı Fadimeyle oradan ayrıldı.
Akşam ezanı okunduğunda Yemliğin Memmet oğlu Dursun’la beraber ahırdı, samanlıktı, inekti, danaydı derken işleri bitirmişler yorgun argın tandırda kurulan sofrada soluğu almışlardı.
Zarife kadın keşkafı üzlükten kuşaneye (yemek tepsisi) döktüğünde ortalığı yemeğin buharı kaplarken mis gibi kokusuda etrafa yayılıyordu.
Aradan bir müddet sonra yemeğini yiyen çocukları sofradan sağa sola dağılmış Memmet ağa ile Zarife tandırda başbaşa kalmışlardı.
Zarife kadın iniliye tısılıya yaşlılığın verdiği hareket kısıtlığı ile tandırın içini bir güzel külünden temizledikten sonra tandıra bir iki kürek kadar kenarda duran közlü külü salıp içine bir kaç patates gömüp kocasını tandıra ayağını uzatması için çağırırken kendisi de yavaş yavaş tandıra ayaklarını uzattı.
Yemliğin Memmedin üşüyen ayakları tandırdan gelen sıcaklıkla kendine gelmiş, haliyle vücudu da gevşemiş, sigaranın birini yakarken diğerini de sarmayı ihmal etmiyordu.
Çenesi de açıldıkça açılmış, lafın birini koyup diğerine başlıyor, gelmişten geçmişten konuştukça konuşuyordu.
Vakit bir hayli ilerlemiş gaz lambasındaki gaz artık dibine doğru çekiliyordu. Kızı Fadime bir tepsi içerisinde iki bardağa doldurduğu ekşi pekmez şurubuyla tandırdan içeri girip yanlarına geldiğinin farkında bile değillerdi. “Buyurun şunu içinde yatın” dediğinde karı koca daldıkları hayal aleminden irkilerek uzatılan tepsiye el attılar.
Fadime kız baharın başlarında köyden akrabalarının oğlu olan Eşref’le nişanlanmıştı. O gün Eşref nişanlıya geleceğini haber salmıştı. Eşref’te aksi gibi bula bula bugünü bulmuştu. Her gün erkencecik yatan anası babası o gün tandırın rehafetinden bir an olsun yatağı düşünmüyorlardı.
Fadime tandırdan çıkıp beş on dakika oyalandıktan(!) sonra tekrar oraya dönüp tepsi ve bardakları alırken ana ve babasına kızmanın verdiği tedirginlikle “haydi daha ne duruyorsunuz, yatınsana, bu saate kadar kaldığınız baki değil, gecenin bir vakti olmuş daha siz birbirinize doymadınız mı” deyi verdi.
Yemliğin Memmet şimdi yaşlandıysa da zamanında “gençlik onun başında duman” değilmiydi. Kızının bu tedirginliğinden meseleyi kavramış ama “gıcıklık olsun” diye “gızım biz yatmıyoruz, sen git odana çekil yat” derken bıyık altından gülüyordu.
“Şüphe gerçeği doğrur” misali kızından huylandı ya bir çıtırtı da duysa kulağını pür dikkat o yöne dikiyordu. O anda tandırın pınarasından üstlerine ufacık bir taş parçası düştü. Zaten deminden beri arada sırada oradan kulağına fısıltılı sesler geliyordu da o bunu dışarda esen rüzgarın sesi zannediyordu.
Sigarasından son nefesi çektikten sonra bir diğerini saracaktı ki o an tütünün bittiğini boş tabakadan anlayınca sesini damdakilerine duyuracak şekilde “bak gördün mü Zarife tütünümde bitmiş” dedi.
Akşam yemekten sonra oğlu Mustafa’yla damadı Eşiref kahvede buluşmuşlar, birer bardak çay içtikten sonra da köyün içinde biraz dolaşmışlar fakat havanın soğuk olmasından dolayı üşümüşler beraberce hem nişanlıyı görmek, hem de laflamak için eve gelmişlerdi. Kapıda onları karşılayan Fadime daha ana ve babasının henüz yatmadığını söyleyince onlarda dama çıkarak pınaradan olanları yerinde izlemek (yatıp yatmadıklarını) amacındaydılar.
Gece ilerledikçe dışarıya sis ve pus çökmüş göz-gözü görmezken hem kırağı, hem soğuk onlar da ısınmak için sigaranın birini yakıp birini söndürüyorlardı.
Babasının sigarasının bittiğini duyan Mustafa bacadan aşağı bir sigara attı. Kucağına düşen sigarayı eline alan Yemliğin Memmet hiç bir şey olmamış gibi gayet sakin bir vaziyet de tandırın közüyle yakarken yan gözüyle de hınımı Zarife’ye bakmayı ihmal etmiyordu.
Zarife’nin gördüğü manzara karşısında nutku durmuş (dili tutulmuş) kocasına aval aval bakıyordu.
Memmet Ağa durumdan haliyle memnun sigaradan bulmuşa dönmüşcesine dumanını içine çektikçe çekiyordu. Kendine az buçuk gelen Zarife kadın “bunca yıllak kocasının acaba kendisinin bilmediği olağanüstü özellikleri vardı da niçin farkına varamamışım” veisine kapıldı.
Birden gözleri faltaşı gibi açılan şaşkın kadın hayret dolu bakışlarla kocasını süzerken “yoksa sen erenlere mi karıştın Memmedim(?)” deyip kocasının ellerini öpmeye başladı.
O an Memmet Ağa kendi kendine bir keyf dalgasına kapıldı ki adeta hangır hangır gülmeye başlamıştı fakat tutan öksürük nöbeti onu bu zevkinden mahrum bıraktı.
Güccük boccadan bir fırt su çekip öksürüğü geçirdikten sonra yukarıya duyuracak ses tonuyla “Zarife’m bu nedir ki bir sigara ne oluyormuş daha ben paket umuyom!...” dedi.
Mustafa’yla Eşiref aşağıdan gelen mesajı almışlar almasına da değil bir paket sigarayı bulmak aradan geçen süre içerisinde içe içe bir teki dahi kalmamıştı.
Boş paketi pınaranın külüyle doldurup ağzını yapıştırdıktan sonra aşağı attılar.
Paketi daha Memmet Ağanın açtığı avucuna gelmeden havada gören Zarife kadın olduğu yere yığılıp kaldığında paket kocasının avucuna gelmişti bile.
Az sonra Zarife’nin gözlerini açtığını farkeden Memmet Ağa büyük bir iştahla sigara paketini açtığında şok olma sırasının kendine geleceğini nereden bile bilirdi ki. “VAAA PAKETDEN KÜL ÇIKTI ZARİFEM” diye bildi.

+++++++++++++++++++++++++++

CAMİYE BÖYLE GELİNMEZ
Sarhoşun Namazı...

Altmışlı yılların sonlarına doğru eline valizini alan gerek işçi bulma kurumu kanalıyla, gerekse turist olarak Almanya'nın yolunu tutmuştu.
Bunlardan birisi de köyünde 'pörtlek' (gözlerinden dolayı) diye anılan iri kıyım, elleri yaba gibi, tuttuğunu un eden kara yağız bir delikanlı olan Çot Hasan'ın oğlu Ahmet'ti.
Pörtlek Ahmet Almanya'ya gittiğinde okutup öğretmen olarak görmek istediği oğlu Şeker Erdal ortaokulun henüz ikinci sınıfında okuyordu. Erdal iki arkadaşıyla kiraladıkları bir oda da yatıp kalkıyor, beraber yiyip, beraber geziyorlardı. O yıl ikisi de orta üçe takanaksız geçti.
Ertesi yıl Erdal babası olmadığı için meydanı biraz boş bulup derslerini aksatsa da yine de okulu bitirip diplomasını aldı.
O yıl girdiği öğretmen okulu sınavları ve buna benzer başka okulun yatılı sınavlarını kazanamayınca mecburen liseye kaydını yaptırdı. Edindiği arkadaş ortamı ve babasının da olmayışından dolayı doğan serbestlikten iki yıl üst üste sınıfta kalınca okulundan belge alıp, yani “kaldırım mühendisi” olarak köyüne döndü.
Yetmişli yıllarda köyden şehre göç akımı vardı. Erdal'ın babası da bu akıma biraz da hanımının baskısıyla katılmak zorunda kaldı.
Pörtlek Ahmet boşta gezen oğlunu Almanya'ya götürmeyi akıl etse de oradaki gerek Almanların Türklere olan baskısı, gerekse doğru dürüst “para biriktireceğiz” diye hayımdaki rezil yaşamın ve yiyip içmemenin verdiği rahatsızlıktan dolayı bu fikrinden vazgeçmişti.
Aradan bir iki yıl geçtikten sonra Erdal'ın askerlik kağıdı çıkmış, dört ay acemi eğitiminden sonra dağıtımda kendisini ikinci Kıbrıs barış harekatının içinde bulmuştu. Askerden geldikten sonra aylak aylak gezmek, baba parası yemek, onun eline bakmak zoruna gidiyordu. Sağda-solda ayak işlerine baksa da babadan para geldiğinden dolayı pek oralı olmuyordu. Bir kaç seferinde lokantalarda garson durmuş hatta 'şef garson' bile olmuş olsa da bu işler onu tatmin etmiyordu.
Babası Almanya'dan izine geldiğinde onu evine bağlansın diye 'görücü usulüyle' Özbağ kasabasından bir akrabasının helal süt emmiş, evine, eşine sadık, terbiyeli, güzel mi güzel bir kız olan Gülsüm'le evermişti.
Erdal bir iken iki olmuş, zamanla da başka çocukları dünyaya gelmiş, baba parası yemek zoruna gider olmuştu.
Çarşı da boş gezerken dükkan çalıştıran kendi köylülerini gördükçe onlara heves ediyor “ah benim de böyle bir işyerim olsa da kimsenin boyunduruğu altına girmeden çalışsam” diye iç geçiriyordu.
Babası Almanya'dan izine geldiğinde durumu ona açık açık anlatınca babası da “öyleyse sen bilirsin, nasıl istiyorsan öyle olsun” diyerek kendisine destek çıktı.
Bir gün çarşıda gezerken bir dükkanın camında 'devren satılık' levhasının gözüne çarpmasıyla dükkandan içeri dalması bir oldu.
Dükkanı çalıştıran gencin babası da Almanya'da işçi imiş, oğlunu da oraya götürecekmiş, muamelelere başlamışlar bu yüzden de dükkanı devredeceklermiş.
Uzun pazarlıklardan sonra Erdal dükkanı devralmış, sahibi de “Almanya'ya gidinceye kadar sana yardımcı olup her şeyi öğretirim” sözü vermişti.
Aradan yıllar geçmiş, Erdal ticareti zamanla kavramış, efendi, iyi niyetli bir genç oluşundan dolayı dükkan koşulları ve müşteriler tarafından sevilip sayılan biriydi artık.
Parası olmayan müşteriyi boş çevirmiyor, tanısın, tanımasın herkesin hal hatırını soruyor tabiri caizse herkes ona “şeker gibi adam” diyordu.
Büyüklere saygı, küçüklere sevgi de kusur etmediğinden dolayı zamanla adı Şeker Erdal'a çıkmıştı.
İşyeri Cacabey Camii'ne yakın bir yerde olduğu için camiye gidip gelenler kendisine “hadi sen ne duruyorsun” dercesine selam veriyorlardı!..
Şeker Erdal Allah'ına, dinine ve onun yüce kitabına, namazına, niyazına bağlıydı. Ama işyerini kapatıp vakit namazlarına gitmiyordu.
Fakat Cuma günleri gelince kara kazanca pek itibar etmez dükkanını kapatıp camiye namaza koşardı.
Ramazan ayı geldiğinde de hiç aksatmadan teravi namazını kılmaya camiye koşardı. Camiden çıktıktan sonra da arkadaşlarıyla beraber bir çay ocağında toplanıp lakırdı yaparlardı.
Bir kaç kez gerek Müftülük Camii, gerekse Cacabey Cami'inde ayakkabısını çaldırıp eve terlikle geldiğinde her ne kadar kızgınlıkla “bir daha namaza gitmem” derse de yine de şeytanın sözüne pek uymazdı.
Bir gün işyerinin önünde Arap harfleri yazılı olan bir kağıdı içinde ne yazılı olduğunu okumasını bilmediği için 'kutsal'dır diye nereye koyacağını şaşırır, oradan geçmekte olan bir imama bunu okuttuğunda yazının Osmanlıca olduğunu öğrenmiş olur.
Heves bu ya gidip bir sahaftan Kur’an-ı Kerim yazmasını ve okutmasını öğreten bir alfabe alıp işyerinde kendi kendine “aman bu sağcı dükkancıymış” demesinler diye saklı gizli öğrenir.
Pazar günleri işyerleri kapalı olduğundan arkadaşlarıyla gittiği piknikte genelde bira içip tadını kaçırmadan (sarhoş olmadan) eve güle oynaya dönerlerdi.
Ara sıra da Orhan Gencebay'ın arabesk müziğinin nağmelerine kapılıp efkardan dükkanda da akşama doğru bir kaç bira içtiği olurdu.
Seksenli yılların ortalarında Şeker Erdal gelen Ramazan ayıyla birlikte her yıl olduğu gibi o yıl da orucunu tutup ibadetini yapmış, fakat oruç ayı bittiği halde aradan iki ay daha geçmesine rağmen vakit namazı ibadetine devam etmişti.
O yıllarda Cacabey Camii’nin imamı Nuri Hoca, müezzini de Özbağlı Halibam hoca idi. Halibam hoca da Allah vergisi bir ses vardı ki Cıncıklı Minare'nin hoparlöründen çıkan ezan sesi insana sanki göğün yükseklerinden 'manevi bir yaratıktan' geliyor hissi veriyordu.
Şeker Erdal camiye ne zaman gitmemeye niyetlense Halibaam hocanın sesine koşuyor böyle olunca da bira içmiyor parası da cebinde kalıyordu.
Şeker Erdal eniştesi Kadir'le diğer eniştelerine oranla daha sıkı fıkı olduğu gibi 'kayın-enişte değil' aynı zamanda iki arkadaş gibiydiler. Kadir ağabeyi Mahmut gibi iyi bir fotoğrafçı idi. Ama Kırşehir'de bu işi yapanların çokluğundan dolayı Yozgat Şefaat'liye dükkan açmıştı.
Arada sırada gerek memleket hasreti, gerek eş-dost ziyareti yapmak için 'malzeme satın alma bahanesiyle Kırşehir'e gelir, bir kaç gün akrabalarının yanında kalır, kaynı Şeker Erdal'ı görmeden gitmezdi.
Bu gelişlerinden birinde öğleden önce Erdal'ın dükkanında Pazar günü buluştuklarında Kadir'in elindeki içi bira şişeleri dolu bulunan poşet Erdal'ın dikkatini çeker.
Erdal ikindinleyin A…. firmasıyla Şefaat’liye gidecek eniştesinin 'yolda içeceği zihnine kapıldığı' bira şişelerinin kapağının eniştesi tarafından açılmasını, masaya konmasını hayret dolu gözlerle seyrediyordu.
Sekizer bira içtiklerinde saat kulesi karşısından kalkan A…..s, şirketinin minibüsüyle eniştesini yolcu eden Erdal tam evinin yolunu tutmuştu ki birden Halibaam hocanın ikindi namazına çağıran ezan sesiyle irkildi.
Bir an cami ve bira arasında kaldıysa da az tereddütten sonra caminin çeşmesinde abdestini alıp namaza yetişerek niyetlenip karışık vaziyette (hizasız, safsız) sünneti kılıp bekledi.
O gün Nuri hoca izinli olduğu için namazı Halibaam hoca kıldırıyor, cemaatten birisi de müezzinlik yapıyordu. Duadan sonra müezzinin gamet getirmesiyle (iç ezan) herkes safa geçip imama uyup namazın farzına niyetlenmeyi bekliyorlardı.
Erdal cemaate ağzım kokmasın diye araya on kişilik mesafe boşluğu bırakarak safa durdu.
O an cemaati safı sık tutması için ikaz eden Halibaam hocanın Şeker Erdal'ın durumunu fark etmesiyle eliyle 'safa yanaş, safa yanaş' işaretleri yapması kimin umuruna ki. Hoca da ister istemez bu ısrarından vazgeçerek “Allahü Ekber” deyip namaza başladı.
Şeker Erdal, Fatiha ve zamlı sürelerini yeri geldikçe okuyarak sendelemeden aklı başında namazını rekat rekat eda ederek tamamlamıştı.
Tam kalkacaktı ki, o an tespih duası için yönünü cemaate dönen Halibam hoca gülerek ona oturması için işaretler yaptı. Erdal da ister istemez buna uymak zorunda kaldı.
Halibaam hoca ile Şeker Erdal hem yakın iki köylü, hem de Erdal'ın Özbağ'dan evli olması, haliyle ona enişte gelmesi, alışverişinde ahbap olmalarında rolü çok büyüktü.
Tespih duasından sonra cemaat dağılmış, hoca ile Erdal camide baş başa kalmıştı.
Halibaam hoca Erdal'ın içtiğini safa ara verip durmasından hemen anlamıştı, lafı hiç uzatmadan “sen böyle değildin, sana ne oldu, camiye bir daha böyle gelme” dedi.
Erdal; “Hocam özür dilerim, bu işte benim bir kusurum yok, tek suçlu senin sesin, aklım başımda, namazımı kıldım ya sen ona bak. Hocam bir daha olmaz.”
Tokalaşıp gülüşüp ayrıldılar.

++++++++++++++++++++

OYUMU SANA ATTIM EMMOĞLU
Belli; Belli!

27 Mayıs 1960 ihtilaliyle Demokrat Parti görevden uzaklaştırılmış Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime el koymuştu.
Bu vesile ile yönetimdeki bütün kadrolara asker kökenli ve CHP yanlısı kişiler atamayla iş başına getirilmiştir.
Öyle ki köylerde dahi Demokrat Parti görüşlü muhtarlar görevden azledilmiş, yerlerine atamayla o köyün ileri gelen CHP kökenli kişilerine muhtarlık görevi verilmişti.
Karacaören köyünde de muhtarlık yapan Rıza Duman görevinden alındığı gibi üstelik o günlerde izinde olan bir asker köylüsünün “Cemal Gürsel’e benim yanımda sövdü” diye iftira edip şikayetiyle cezaevini boylarken yerine Çavuşun Mustafa (Azzim Kağ) getirilmişti.
Çavuşun Mustafa göreve gelir gelmez edindiği CHP bayrağını damına asıp aylarca dalgalandırmış, Demokrat Parti’li köylülerinin de böylelikle düşmanlığını kazanmıştı.
Sivil idareye geçilince yapılan seçimlerde gerek askeriye, gerekse CHP korkusuyla bu parti mensubu muhtar adayı İreyize (Feramiz Avşar) köylü oy verip muhtar seçmişti.
1964 muhtarlık seçimlerine gelindiğinde bütün yurtta olduğu gibi Karacaören’de CHP’nin imajı silinmiş Adalet Partisi hükümet olmuş, artık onun borusu ötüyordu.
Hamidin Kadir otuz yaşlarında girişken bir delikanlıydı. Köyün kalabalık sülalerinden kendisine oy toplayacak muhtar azalarını ayarlayıp onlarla görüşerek fikirlerini aldıktan sonra muhtarlığa adaylığını koydu.
O dönemde yaşları otuz ile otuz beş arasında değişen köyün girişken civan gibi delikanlılarından muhtar azası adayları “er lakabıyla anılır” Güdüğireşidin Hasan Ali Çavuş’un Ali, Garamyalların Ali, İyibin Yağmur, Kürdün Mamo, Tayır Hocanın Cevcet’di. Bunlar Adalet Partisi görüşünü benimserken karşılarındaki aday da CHP görüşlü Kara Saliydi…
Yapılan seçimleri büyük bir oy farkıyla Hamidin Kadir ve ekibi kazanıp göreve başladılar.
İlk işleri dönemin Kırşehir Valisi olan Sedat Kırtatepe’nin huzuruna çıkmak oldu. Köyün dert ve sorunlarını dile getiren bu gençlere Vali çok iltifat gösterip adeta onlara hayran kaldı. Adam Karacaören’e gidip gelişlerinde köye adeta aşık olmuş akşam şehre dönmeyi canı istemez bir hal almıştı.
Onun görev süresince köyün Kervansaray dağından başlanarak yolu yopılmış, her mahalle başına altı yedi kadar çeşme, kafi gelmeyen eski okulun biraz ilerisine tekrar bir ilkokul ve selektor binası yapılıp hizmete sunulmuştur.
Aradan geçen süre içerisinde köye elektrik gelmesi için plan proje çizilmiş fakat muhtar Kadir’in görev süresi dolduğundan bu başka muhtara nasip olmuştur.
Görev sürelerinin dolmasına az bir zaman kala Hamidin Kadir; “Almanya’ya işçi olarak gideceğini, bir daha aday olmayacağını, içlerinde adaylığa talip olan varsa şimdiden meydana çıkmasını” arkadaşlarına ‘açık ve net’ olarak anlatır.
Güdüğireşidin Hasan fakir bir ailenin en küçük oğlu olup köyünde ilkokulu bitirmiş zamanla kendisini her yönüyle geliştirmiş uyanık ve zeki bir gençtir.
Şehirle köy arasında minübüsüyle yolcu taşımakta, aynı zamanda Adalet Partisi ilçe ve Ziraat Odası yönetiminde olması dolayısıyla her gün bir ayağı şehirdedir. Kadir’in muhtarlık yaptığı dönemde onun baş azası olması münasebetiyle iyi kötü daire çalışanlarını ve müdürlerini tanımış köyün yarım kalan işlerini tamamlamak ve daha mamur hale getirmek için aday olmayı kafasına koymuştu.
Köyün ileri gelenlerini bir araya toplayarak onlarla fikir alış-verişinde bulunduktan sonra aldığı onayla muhtar adaylığına soyunur.
Almanya’ya işçi akımının başlamasıyla köyün erkek nüfusu bir önceki seçime göre göze batar bir şekilde azalmış haliyle kendisine aza adayları bulmakta zorluk çekmektedir.
Sabahlara kadar yanan lüksün ışığında yapılan toplantı üstüne toplantılarla aza listelerini oluştururken aynı zamanda aza olmaya hevesli bazı kişileri ya küstürmekte, ya da listesine almayı düşündüğü aza adaylarını rakibi muhtar adayı Kara Salinin listesine alındığını öğrenmesiyle üzülmektedir.
İnce eleyip sık dokumayla aradan geçen zaman içerisinde bu işin üstesinden gelmeyi başarır. Şimdi asıl işin zor yanı olan seçmenden oy alma takdiğidir.
Karacaören gibi bir yerde muhtar adayı olmak, hele seçmenin oyunu toplamak öyle zor ve beceri isteyen bir iş ki köye muhtar değil milletvekili oluyorsun sanki. Işin içinde particilik var ya, bugün bile o köyde seçmen kardeşine oy vermez tuttuğu pertinin adayına yani ‘partiye’ oy verir.
Güdüğüireşidin Hasan arkadaşlarıyla ve yandaşlarıyla gece ev ev toplantılar yapmakta, gündüz de kapı kapı gezerek oy avcılığı taktikleri uygulamakta, bazen hem arkadaşı aynı zamanda rakibi Kara Saliyle karşılaştıklarında birbirlerine başarı dilemekte, incitmemeye gayret göstermektedirler. Seçmenden oy istemek ona boyun bükmek, “her evet ben oyumu sana vereceğim” diyene inanmak çok zor şey…
Kimi el üflayarak fakirliğini ima edip birşeyler demek isterken, kimisi de yıllar evvel yapılan bir kusuru öne sürerek “utanmadan bir de benden oy mu istersin” diyerek terslerken bir diğeri eğlenircesine “arkadaş ben oyumu falana söz verdim kusura bakma” demesine katlanmak sabır ve metanet ister.
Seçmen açık ve net olarak oy kullanacağı kişiye kendisini inandırsa da ne bileceksin ki onun sana oy verip vermediğini. Oy pusulasında isim yazsa kabul olmaz. Bunun yanında seçimler gizli oy açık tasnifle yapılmakta olduğundan kimin kime oy verdiğini nasıl bilinmez?..
Köylerden birinde seçimlerde kapısına oy için gelen bir muhtar adayına ………. “Oyum senin, azminden dönenin avradını falan falan edeyim” diye söz verdiğinde hanımı bu küfre içerleyince “benim azmime senin aklın ermez” ifadesiyle ettiği küfüre rağmen oyunun garanti olmadığını belirlemektedir.
Günler günleri kovalarken nihayet seçim günü kapıya geldi. Sabah yeni camide kurulan sandığa köylü yavaş yavaş oy kullanırken orada bulunanlar “aha şunun oyu bizim, aha şunun oyu rakibimizin” diye ellerindeki kağıda oy yazımına başlamışlardı bile.
Hasta olanlar evinden bir bir getirilirken okuması yazması olmayanlara da “oy kullanamaz onun yerine ben kullanabilirmiyim” diye yakınları sandık başkanına rica minnet yalvarıyorlardı. (bir oy bir oy)
Kaaler sülalesi bu seçimde “Hasan bize aza vermedi” diye kızıp akrabalığı bir yana bırakarak Kara Salinin safında yer almışlardı. Fakat Kaalerin Kemal bütün ikazlara ve tehditlere rağmen “Hasan’ın bana iyiliği çok, ben oyumu ona vereceğim” diye onlardan ayrı düşmüştü.
Vakit ikindiye yaklaşırken hararet daha çok artmış adeta köyde rakipler arasında oy savaşı başlamış bu yüzden ara sıra ufak tefek olaylar olsa da araya girenler tarafından ayırt ediliyordu.
Sığır çobanı Salinin hanımı Pakize fakirliği kendine dert etmeyen emmisi Etem gibi şakacı ve nuktedan bir ev kadınıydı. İşlerini bitiren köylü kadınları bir damın gölgesinde oturur onun güldüren hikayeleriyle vaktin nasıl geçtiğini bilmezlerdi.
Pakize kadın köyde bir ölü olursa hemen ölenin evine koşar, orda edilen ağıtları bir teyp gibi beynine nakşeder, işin komik kısımlarını adeta bir artist gibi rol yaparak laf götürüp getirmeyi huy edinmemiş arkadaş çevresine olanları canlandırarak anlatıp ortalığı gülüp geçirirdi. Köyde kel kafalı bir adam ölmüştü. Bacısı onun için “sırma saçlı kardeşim” diye ağıt yakıyordu. Pakize durumu hiç kaçırır mı, yanındaki arkadaşının kulağına eğilerek “Zade gurban oluyum sen hiç ölen bu falanın kafasında bir tel saç gördün mü(?) diye sorarken ikisi de gülmemek için adeta dişlerini kırarcasına sıkıyorlardı.
Güdüğireşidin Hasan seçim stresini atmak için Cinder Ali’nin kahvesinde biraz oturmuş, fakat içindeki “ne olacak” sıkıntısı onu orada fazla oturmasına müsade etmemiş kendi evinin arkasındaki yol ile camiye doğru ‘oy atımını’ izlemek için yürüdüğünde emmi kızı Pakizeyle bir komşusunu oy kullanmış evine dönerken birden karşısında görünüverir.  Pakize’nin yanındaki kadın Kara Salinin emmi kızıdır!
Yılların uyanık Hasın’ı birden her şeyi anlar “eyvah ki eyvah” diye iç geçirir fakat bunu karşısındakine belli etmez. Zaten yapı icabı sabırlı bir kişiydi.
O anda Pakize’nin yüzü bembeyaz kesilmiş, adeta ne yaptığını bilmeyen şaşkın bir kadın haline gelmiş, eli ayağı titremeye başlamış, ne ağlayacağını ne güleceğini bilmeyen bir hal almıştı…
Kendisini biraz toparladıktan sonra rol ustalığından medet umarak suçluluğun utangaçlığını bir yana bırakıp “vaa emmoğlu; maşallah herkes seni konuşuyor, bu köye anca sen muhtar olur, sen yönetirsin, vallahi Hasan kazansın diye her gün dualar ediyorum…”
Hasan ortalık biraz soğusun diye kızgınlığını Pakize’ye belli etmemeye çalışarak karşısındakine “yaptığından utansın” hesabıyla değerinden fazla itibar göstererek kocasının güttüğü ineğe, danaya, çocuklarına kadar tek tek hal ve hatırlarını sorar…
Pakize; Hasan’ın bir şeyi anlamadığına kanaat getirerek bu düşüncesinden aldığı cesaretle kendisini daha da güçlü kılarak “Allah yardımcın olsun EMMOĞLU OYUMU SANA ATTIM!...”
Hasan onun pişkinliğini gördükten sonra “bir oy için bir kadını kırmanın ne alemi var” düşüncesiyle “belli; emmim kızı belli!...” der ve yoluna devam eder.
Hasan seçimi oylar sayılırken lüküsün bir anlık sönmesiyle………adlı sandıkta görevli bir öğretmenin oylarını çalmasıyla (öyle bilindi) seçimi üç oyla kaybeder. Aradan bir müddet sonrada köyden şehre göçüp kaybedişi kazanca çevirip hiç olmazsa çocuklarının istikbalini kurtarır.

++++++++++++++++++++++++++++++
SEKSEN OLMAZSA GÖNÜL KORUM

ALLAH’IN İŞİ BELLİ Mİ OLUR!
Fakirin yalanı

Zarifenin İreşit Kırşehir’in fakir mi fakir……. Köyünde yaşayan, kimsenin azında, çoğunda olmayan, kendi halinde birisi idi. Yazın amelelik, kerpiç, kesme, bağ belleme gibi işlerle uğraşır, bazen da başka köylere ırgat durur veya baba mesleği çobanlıkla geçimini temin ederdi.
Hanımı Zekiye’de yerine göre parasıyla köylünün yaşlılarına veya hastalarına bakar, gün deliğe, çamaşıra, ‘temek’ kesmeye, (hayvan pisliğinden yapılan yapma, kerme) yufka ekmek yapmaya giderdi.
İkisi oğlan biri kız çocuklarının bu ve bu gibi işlerle geçimini temin etmekle günleri ardına bakmadan uçup giderdi. Büyük oğulları Ahmet çocuk olmasına rağmen fakir olmalarından dolayı isteklerinin karşılanmamasına çok içerler, bu yüzden dolayı da doyumsuz bir hırsa kapılır, baba ve anası onu ikna etmekte çok zorlanırlardı. Ahmet köy bakkalında satılan naylondan yapılma oyuncakları almaya parası olmadığı için bu ihtiyacını damların üstü kiremit olmayan köy evlerinin yağmur suyunun boşluğa akmasını sağlayan tenekeleri söker, (çörten) onlarla oyuncak araba yapar, bu yüzden de köylüler lakabını ‘çörten Ahmet’ koymuşlardı.
Çörten Ahmet’in üç kardeşiyle giydiği bir çift soğuk kuyu (cebaliş lastiği) ayakkabıları vardı. Ayak büyük küçük fark etmez onu kim giyerse diğerleri yaz kış yalın ayak gezer, bundan dolayı da üçünün de ayakları nasır bağlamıştı. Kışın herkesin ayağı soğuktan titrerken Çörten Ahmet yalın ayak buzda kayık kayardı.
Ahmet bu şartlar altında ilkokulu zar zor bitirdikten sonra babası diğer köy çocuklarına özenip “bari ben çektim, o çekmesin, okuyup ta adam olsun” diye onu Kale Orta Okuluna kaydettirdi.
Üç köy çocuğu ile şehirde bir ev tutup lisede okuyan akrabalarından birine de Ahmede göz kulak olmasını tembihleyip oğlunun bir ay yetecek ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra köyüne döndü.
Şehir hayatı köy hayatı gibi değildi. Gözü açılan Ahmet sinemanın birinden çıkıp diğerine koşuyor, sahipsizliğin ve içindeki fakirliğin ezilmişliğinden doğan hırsla kendini daha serbest görmek istiyor, haliyle de ulaşamadığı şeylerde edindiği arkadaşlarına ikna için yalana ihtiyaç duyuyor, derslerini de ihmal ediyordu. Ayda bir gelen babası durumdan haberi olmasa da lisede okuyan köylüsünü ziyaretinde meseleyi anlamış anlamasına ama oğlunun sınıfta kalmasını engelleyememişti.
Zarife’nin İreşit bulup buluşturup ertesi yıl Ahmedi tekrar okutmaya çalışsa da oğlu o gözeye hiç basmamış nihayetinde okuldan belge (iki yıl üst üste sınıfta kalana verilir) alıp köyüne dönmüştü.
Aradan geçen süre içerisinde Ahmet bazan babasına yardım etmiş, bazan kaytarmış, zamanla bıyıkları terlemiş iri yarı bir delikanlı olmuştu.
Köylerinde bir yakınları Ankara’da Radyo-telsiz, televizyon tamir kursuna gidiyordu. İzine geldiğinde Zarife’nin İraşitle karşılaşır. Hal hatırdan sonra Ahmet’i sorar o da ‘oğlunun bir kazmaya sap olmadığından’ bahseder.
Ahmedin de çocukluk arkadaşı olan Şuayip bu duruma çok içerler, “eğer İreşit emmi bütçen el verirse Ahmeti’de bir ay sonra açılacak kursa kayıt yaptıralım, hiç olmazsa bir sanat öğrenir açıkta bari kalmaz” deyip oradan müsade alıp ayrılır.
Bir ay sonra Zarife’nin İreşit oğlu Çörten Ahmet’le Ulus’taki modern çarşıda bulunan kursa köylüsü Şuayibinde aidatı “bunlar çok fakir yiyecek ekmeklerinin parasını buraya yatıracaklar” diye müdürü ikna edip düşürmesiyle kaydını yaptırmış olur.
-“Yedisinde ne ise yetmişinde de insan aynı olur” diyen atalarımız boş dememişler. Ahmet palavralarına kursta da devam ettiği gibi kursu zamanla ikinci plana itmiş, Şuayip’in ikazlarını da göz ardı etmiş, bir günde de “sana ne sen işine bak” diyerek onu azarlamış, arkadaşını da kendinden soğutmuştur.
Akşama kadar Ankara’nın altını üstüne getirip gezmekte, üstelik sonradan arkadaş edindiği bir otobüs muaviniyle de bazan ona yardım amacıyla başka şehirlere gidip gelmektedir.
Çörten Ahmet aradan geçen üç dört ay süre zarfında kursu-mursu bir tarafa bırakmış, otobüs mavinliğine başlamış, içinde yıllarca kendisini kemiren hırsının isteklerine yetişemez olduğu gibi ezeceğine ona hep ezilmiştir.
Anası Zekiye kadın hergün “oğlum da oğlum” diye ağıtlar yakmakta, “dümüksüz herif git de şu oğlanı bul-buşur, ölümü, sağ mı?”
Aslında kocası Şuayip’ten aylar sonra gelen mektupla her şeyi öğrenmiş ama Ankara’ya gidecek parası olmadığından işi oluruna bırakmıştı.
Mahsenli köylüleri terminalde çalıştıklarından hemşehrilerini gözetip kollarlardı. Zamanla onlar Çörten Ahmedi tanımışlar, hakkında malumat öğrenmişlerdi.
……..köyüne Ahmet’in babasına haber ilettikleri sırada Ahmedin köye askerlik pusulası gelmişti. Zarife’nin İreşit Ankara’ya gelip sorup soruşturduktan sonra oğlunu bulup zar-zor ikna ederek köyüne getirir. Bir müddet sonra da Çörten Ahmet Samsun’da Sıhhiye Acemi Er olarak asker olur. Dört ay eğitimden sonra da Konya’nın Höyük ilçesine dağıtımı çıkar.
Hüyük ilçesi Konya ile Isparta arasında yüksekçe bir yerde kurulmuş halkı genelde çiftçilikle geçinen dinine, vatanına, bayrağına bağlı bir yurt köşesidir. Ahmet Höyük’te askerliğe başlayalı biraz olgunlaşmış, hayatı daha yakından tanımış, görevine sadık bir asker olmuştur.
Hasta askerlerin listesini çıkartıp revire, daha önemli olanları ilçenin sağlık ocağına götürüp getirmekte, buraların el atamadığı hasta askerleri de Konya’daki asker hastanesine götürmektedir. Bu gidiş gelişlerinin birisinde orada çalışan bir hemşireyle göz göze gelir ki o an ciğerinden sanki bir parça düşmüş ateşinden sanırsın koca hastahane yanmıştır!..
Götürdüğü askerlerden birinin yarası biraz ağırdı. Ahmet durumu bölük komutanına bildirdi. Orada bir hafta refakatçi kalması gerekiyordu. Bir gün yaralı askeri sedyeye hemşireyle beraber bindirip filime götürdüler. Dönüşte de tekrar beraber getirip yaralıyı sedyeden indirip yatağına koyarlarken yanlışlıkla birbirinin bileklerini kavradılar. İşte ne olduysa o anda oldu.
İki çift gözün çakışmasıyla önce eller titredi, sonra kalpler yerinden fırlayacakmışçasına çarptı….
Aşk denilen şey buydu işte.
Bu gidiş gelişlerdeki buluşmalar zamanla büyük bir aşka dönüşmüş. Aysel hemşireyle asker Ahmet birbirine yanık iki sevdalı bülbül olmuş görüşemedikleri her an sanki onlara bir asır gibi geliyordu.
Ahmet köyüne izinli geldiğinde durumu ailesine anlatsa da onu kim dinler. Küçük kardeşi Mesut köyden bir kızı kaçırmış, biraz hapis yatmış, sonra kız tarafı razı gelince evlenmiş, haliyle elde avuçta beş kuruş kalmamıştı ki Ahmedi nasıl nişanlasınlar.
İzin dönüşü Ahmet’in morali çok bozuk olsa da bunu Aysel’e belli etmez. Yine eskiye dönerek fakirliğin, ezikliğin öfkesini yalanla çıkarma yoluna gitmiş, memleket de şuyumuz var, buyumuz var demeye başlamış, “babam nişanlanmamıza razı ama şehre göç ediyorlar, orda kardeşime iş kuracaklar, sonra buraya gelip ailenden seni isteyecekler” darken hırsından kıp kırmızı olduğunun farkında bile değildir.
Ahmet izine gittiğinde Aysel ailesine durumu açmış ama “oğlan henüz asker, daha işi gücü bile yok, hele şimdi bunun sırası değil” diye ters cevap almıştı.
Ahmedin askerliği bitmeye yüz tutmuştu. Son bir gayretle bölük komutanına durumu anlatıp beraberce Konya’ya nişan takmaya gitseler de, kız babasının “ben kızımı akrabamdan falanın oğluna ta onlar küçükken ‘beşik kertmesi’ yaptık, kusura bakmayın komutanım” deyip yol göstermesiyle bütün hayalleri suya düşmüştü.
Bir ay sonra da tezkeresini alan Ahmet vedalaşmak için önce Konya’ya, oradan da hastaneye sevdiğini görmek için uğrar. İki aşık tel tel dökülen göz yaşları arasında vedalaşırken bir yandan da yanlarında bulunan nişan yüzüklerini birbirinin parmaklarına takarak nişanlanmış olurlar.
Köy Ahmedin başına dar gelmekte, akşama kadar ağzında aşk türküleri dağ bayır dolaşmaktadır. Kara sevda herhalde bu olmalı… Ne yaptığını bilmeyen Ahmet kendini Konya’da hastane de nişanlısı Aysel’in kollarında bulur.
Hoş beşten sonra evlenmeye karar verip bindikleri otobüsle Kırşehir’e gelip resmi nikah yaparak köylerine gelirler.
Aysel köye gelince gördükleri gerçekler karşısında şok olsa da aşk galip gelir Ahmedin yalanlarını affeder.
Aysel’in anne ve babası sağı solu araştırsa da adres bilmedikleri için kızlarının Ahmet’le kaçtığına kanaat getirip durumu adli mercilere bildirmekten başka ellerinden bir şey gelmez.
Aile araya girenlerinde gayretleriyle gelinle Ahmede düğün günü belirleyip hazırlıklara başlarken oğullarına da “ayıp olur siz telefonla Aysel’in ailesini düğüne davet edin” diye talimat verirken çağrılan imama da dini nikâhlarını kıydırdılar.
Ahmet komşunun telefonundan Aysel’in anne ve babasını düğüne davet ederken onların altına serecek yatak ve yorganları olmadığı için “ben sizi düğüne davet ediyorum ama siz sakın yola çıkmayın Aksaray Kırşehir arası kar ve tipiden kapalı” yalanına başvurarak gelmelerini engellemeye çalışır. “Temmuz ayının içinde kar ve tipinin aslı ne, bu nasıl işimiş” diye veise kapılan Aysel’in babası o zamanki .….. adlı otobüs firmasını arayarak durumun öyle olmadığını anlayıp ertesi günü köye hanımıyla gelip misafir olur.
Hoş beşten sonra “Sahi Ahmet sen telefonda bana ne diyordun, ben sıcaktan terliyorum bu nasıl iş?”
Şaşkınlığı üzerinden atan hazır cevap Ahmet “baba ALLAH’IN İŞİ BELLİ Mİ OLUR o iki gün önceydi, bu günde böyle…”
++++++++++++++++++++
ENİŞTE MANTI!

Gözlemeciler…

Anadolu insanı çok eskilerden beri geçimini tarım ve hayvancılıktan temin ettiği için yiyeceğini de bunların getirisi olan besin ve ürünlerden yaparak yaşamını devam ettirmiştir.
Eskiden köyler şehirlere göre mahrumiyet yerleri olduğundan oradaki imkanların kendilerinden olmadığından (çarşı-pazar) elindeki ürettiği ürünlerden çeşitli şekillerde yaratıcılığını kullanan maharetli hanımların gayretiyle adı saymakla bitmeyen yöresel yiyecekler üretme gayreti içinde olmuşlardır.
Ateşte pişecek yiyecekler için çatma veya duvara bacalı ocaklar yaptıkları gibi, un ve unlu mamülleri pişirmeye de tandıra gereksinim duymuşlardır.
Tandır yapmak için tespit edilen havlunun içindeki bir yerde toprak enine ve boyuna takriben bir metre eşilir, buraya mahir ustaların özel toprağın çamurundan yaptıkları dışarda kurutulup iyice tavını alan tandır ocağı yerleştirilir, hava alıp iyi yanması için de dört beş metre uzunluğunda “külle” denen havalandırma yolu yapılırdı.
Yıllar önce külleye kıldan yapma futbol topunu kaçıran çocuğun birisi topu oradan çıkarması için ablasına külleyi göstererek “külle” diyemediğinden “bacı künye, bacı künye” diye çağırır. Olaya şahit olan lakap takma da maharetli birisi çocuğu her gördüğünde “bacı künye, bacı künye” diye çağırmasıyla şimdi rahmetli olan öğretmeni köylü halen bu lakapla tanır bilir.
Tandırdaki dumanın çıkması içinde “punara” dediğimiz baca yapılır. Bazıları bunun ustasını başka köyden getirir, güya köylüye “benim tandır sizin ki gibi tütmüyor” diye hava atardı.
Yufka ekmek yapacak olan evin hanımı tandırda yakacağı saçkıyı, (sap saman) oklavayı, pişirgeci, tahtayı, sacı hazırladıktan sonra önceden ‘öndüç’ (ödünç) taktığı komşu hanımlara bir kaç gün once haber eder, onlarda kararlaştıralan günde “tandırlık ya da tandırlı ev” denilen yerde toplanırlardı.
İki saat önceden mayalanmış hamur yuvarlak beziler haline getirilir, bunları sacda büyük gelmemesi için özenle aynı ölçüde olmasına gayret gösterilirdi.
Köyün birinde adamın biri hanımı öldüğünden dolayı oğluyla ekmek pişirmekteyken bezileri açan oğul bunların büyük olduğunu babasına sitem dolu sözle ifade ederse de onun “oğlum Refik, beziler büyük, öndüce verecek değiliz ya dil dil at, böl böl at” cevabıyla şaşkına döner.
Evin ihtiyacına göre iki tahtalık veya üç tahtalık ekmek edilirken tahta başındaki hanımlar ekmek tahtasında bezileri oklavayla açar, açılanı da pişiriciye oklavayla teslim eder, oda bunu özenle sacın üstüne yayarken tandıra da bir yandan ‘saçkı’ (yakacak) atmayı ihmal etmez. Sacın üstündeki ekmeği “pişirgeç” denen (iğde ağacından yapılan) deynek çubukla alt üst yapıp yakmadan pişirmeye özen gösteren kadın bir yandan da türkü söylemeyi ihmal etmezken diğer kadınlarda kendi aralarında hem şakalaşır hem de dedikodu yapmaktan geri kalmazlardı.
O yıllarda buğdaylar şimdi ki gibi ilaç görmediğinden dolayı doğal tadındaydı. Onun unundan yapılan ekmeğin kokusu köyün ta öbür ucuna yayılır, kokuyu alanlar yanlarına aldıkları yumurtayı, yağı, firek, (domates) soğan, bulursa patlıcan ekmek edilen evin yolunu tutarlardı.
İştahla yenilip tadına doyum olmayan, yedikçe insanın yiyesi geldiği şimdilerde adı değişen benim köyümde ise halen yumurtalı, yağlı, firek-soğan böreği diye anılan bu yiyecekler kimin iştahını kabartmazdı ki…
Yufka ekmek işini tamamlandıktan sonra tandıra üzlük (topraktan yapılma) içerisine kemikli et, kayısı kurusu, yarma, yağ su karışımı marmelat konur bunada benim köyümde ‘keşkef’ denen yemek türü atılırdı. Eğer ekmek edimi soğuk havalara dek gelirse tandırda ayak uzatarak oturup laflamanın muhabbeti başka olurdu.
Üretken hanımların yaptığı işler bir yufka ekmek yapımıyla biter mi. Benim köyümle anılan “yapıştırma” denen bir tür varki sorma gitsin. Hamur bezileri takriben on- on beş santim eninde ve boyunda üç dört yufka ekmek kalınlığında açıldıktan sonra yumurtanın sarısı ve beyazının barışımı yüzüne sürülüp tandıra yapıştırılır. Çıtır çıtır yenirken tadı damağımızdan gitmeyen bu yiyeceği yapan kadınlar kaldı mı bilmem…
Yapılışı ve malzemesi yapıştırmanın aynısı olan ondan daha kalın ve daha yumuşak, fosur fosur kabartmalı adı üstünde Bozlapa (Boztepe) çöreğini yapan o hünerli kadınları nerede bulmalı?..
Yine bunların yanında Karacaören’in boz ama çok lezzetli ‘bazlaması’, Horla köyünün ve kürt aşiret köylerinin yufkadan biraz daha kalın o ekşimsi tadıyla yiyene bir daha yediren bizim ‘Lavaç’ kürtlerinde “nan” dediği ekmeği tekrar yemek kısmet olur mu bilemem…
Köylerde olduğu gibi şimdilerde şehrimizin kenar mahallelerinde genelde köyünden göç edip gelen ve müstakil evlerde oturan kadınların ‘yufka ekmek’ geleneğinin yanında kış hazırlığına ekledikleri mantı ve erişte hamur işi çeşitleri vardır.
Mantı ve erişte hamurunda kullanılan marmelatın birbirinden pek farkı yoktur. Un, tuz, yumurta, su karışımıyla elde edilen hamur önce küçük beziler haline getirildikten sonra ekmek tahtasında oklavayla elli altmış santim eninde açılır. Açılan bu ekmek üç santim eninde uzununa kesildikten sonra küçük şeritler halinde kesilip işlem tamamlanmış olur.
Eriştenin mantıdan tek farkı sacda kavrulup gevretilmesidir. Erişte yağlı ya da şekerli olarak pişirilip yemeklerin yanında yardımcı yemek (aparat) olarak yenir.
Mantı yemeği etli, salçalı, sarımsağı bol yoğurtlu adlarla çeşitli şekillerde sofralarımız da yer alırken ilerleyen teknolojinin geleneklerimize vurduğu darbeden erişte, mantı, yufka ekmek, lavaç, çörek, börek, bazlama ve çığırtma da nasibini almıştır.
Maharetli hanımların yaptığı bu tür yiyecekler yerini makinalaşmaya bırakırken bu durumda iş görmeye üşenen bazı hazırcı hanımların işine yaramış yeni bir iş sektörününde doğmasına yol açmıştır.
İşini bilen bazı kişiler bu gibi hanımların ya da yapmak isteyip de apartman dairesinde oturmasından dolayı yapamayanların ihtiyaçlarını gidermek için işi ticarete dökme yoluna gitmişlerdir.
Şehrin muhtelif bölgelerin de “nasıl olsa masrafımı çıkarırım, hem de para kazanırım” zihniyetiyle fahiş fiyata dükkan kiralanarak adına “gözlemeci” denilen çeşitli isimlerde anılan iş yerleri açılmıştır.
İşler böyle olunca o mühit de eskiden beri işyeri çalıştırıp kirada oturan ‘asıl esnafların’ kiralarının da artmasına sebep olmuşlardır. Öyle bir zaman geldi ki her nereye baksan falan-filan gözlemeci tabelalarından başka tabela okunmaz olmuştur.
Araştırdığım kadarıyla şehrimize ilk gözlemeci dükkanını “oğlum boşta gezmesin, akşam evini bilsin, işi olunca mesuliyeti olur, kopuğun, kaçığın peşine takılmaz” diye Salih Çağlar adında biri oğluna açmıştır.
Aradan bir ay geçmesine rağmen işlerin iyi gitmediğini gören Salih’in arkadaşları bunun doğru dürüst meslek olmadığını, derhal işyerini kapatmasını, yapacaksa büyük şehirde yapmasını her gelişlerinde kendisine hatırlatırlar. Arkadaşlarının fazla ısrarına dayanamayan Salih Bey oğlununda rızasını alarak “zararın neresinden dönülürse kardır” hesabı işyerini kapatır. Oğluda girdiği imtihanda gardiyanlığı kazanıp iş güç sahibi olur.
Salih Bey’in açtığı günden bu yana meslekle ilgili on dükkan açılırken on beş dükkan kapanmak da olsada işini rayına oturtup mesleğinde isim olanları da gözardı etmememiz lazım.
Ünal Çarşısı Eski Ankara Caddesi cephesinde boşalan dükkanı hanımının ısrarlarına fazla dayanamayan emekli Erdal Yılmaz gözlemeci açmak için kiralar.
Kiraladığı işyerini belediye ve il sağlık kurulunun yasalarına uygun şekilde dizayn ederek donatmış, en lüks makinaları da alırken “kar edeceğim yerden masrafı esirgemem” diyerek paraya acımamıştır. Çağırdığı tabelacıya da işyerinde imal ettiği yiyecek maddelerini vitrinin camına sırasıyla yazdırmıştır.
İşleri iyi gittiğinden dolayı yüzü gülmekte, bastırdığı kartvizi de eşe dosta dağıtırken onlardan birisinin “bana erişte ve mantı lazım hani sende bunları göremiyorum” ifadesiyle karşılaşır.
Erdal Bey bunun üzerine komşusu bilgisayarcıya “erişte, mantı bulunur” diye bir kağıda yazdırıp camın görünecek bir yerine iliştirerek erişte-mantı satımına da başlamış olur. Terziyan köyünden berber Hacı yıllarca müftülük civarında mesleğini icra etmiş zamanla gözlerinin iyi görmediğine kanaat getirince sanatını bırakmış fakat evi o civarda olduğu için eviyle çarşı gidiş-gelişlerinde devamlı Eski Ankara Caddesini kullanır.
Gidiş gelişlerinin birinde vitrindeki kağıda yazılmış yazı gözüne farklı bir şekilde takılır. Ömrü anasının pişirdiği sonradan hanımının önüne sofrada koyduğu o güzelim “bol acılı, yerine göre etli, salçalı, bol samırsak ilaveli yoğurtlu mantının” acaba daha adını bilmediği bir çeşide de varmış da ben farkında değilmişim veisine kapılır.
Okuyup aldandığı yazının etkisinde kalmış bütün şaşkınlığı üstünde etrafına aval aval bakarken durumu anlatacak birini aramaktadır.
Ben saatler ileri alındığı günden itibaren eski saate göre bir müddet hareket ettiğimden dolayı dükkanımı komşulara nazaran biraz daha erken açmış ve dışarıya kucak kucak ip çıkarırken berber Hacı’nın şaşkınlığının farkına varmakta gecikmedim.
Hacı’yla ayak üstü selamlaşırken bana gözlemeciyi göstererek birşeyler dediğini fark ettim ama aramızın sekiz on metre oluşundan hem de sol kulağımın ağır duyuşundan ne dediğini pek anlamıyordum.
Hacı yanıma ağır ağır yaklaşırken bir yandan da “ula sağır tulla sen ömründe hiç ENİŞTE MANTISI duydum mu?.. Yedin mi?..” diye soruyordu.
Sabah sabah Berber Hacı da her halde sıyırmış (!) diye kendi kendime o an için hayıflanırken beni kolumdan çeken Hacı vitrindeki yazıyı gösterdi.
Meseleyi hemen anlamış hazır cevaplılığımdan istifade ederek “oğlum Hacı sen nasıl kör, ben nasıl sağır olduysam tabiki erişte de bizim gibi adama enişte olur” dediğimde kahkahalarımız oradan geçen ambulansın siren sesine karışıyordu…

++++++++++++++

04/08/2012

Müdür Mehmet, Goca Hoca'nın ezan sesiyle dalmış olduğu “kendisini hüzünlendiren geçim sıkıntısının verdiği yükten” birden silkindi. Baharın ortalarına gelindiği halde köyde ne bir dam yaptıran, ne de “şu duvarım yıkıldı gel de tamir et” diyen birisi daha kapısını çalmamıştı.

Köyde insanlar hayvancılık, çiftçilik gibi işlerle geçimini temin ederken o da öğrendiği, herkesin gıpta ile özendiği dam, duvar ustalığı ile rızkını temin ediyordu. Oğlu İsmail, baba mesleğine pek itibar etmemiş, biriktirdiği üç-beş lirayla ağabeyi Ziya gibi çerçilik yapmaya heves etmişti.
Oğullarının evlerini ayırdığında hanımı öldüğü için bekar kalan Müdür Mehmet oğlu İsmail'in yanında kalmış, “Ziya senin horantan kalabalık sen bana boş yere ısrar etme İsmail'in çocuğu yok ben onlara can şenliği olurum” demişti. Gelini Urguya onu bir baba gibi sever, sayar, kocasına diyemediği evin eksiğini gediğini kayın babasına demede bir sakınca görmezdi.

İkindi namazını kıldıktan sonra sabahleyin Urguya'nın siparişlerini almak için Hafız Mehmet’in dükkanına girip utana, sıkıla ihtiyaçlarını sıraladı. Hafız Mehmet komşusunun istediklerini ayrı ayrı kesekâğıdına koyarken hal, hatır sormayı ihmal etmiyordu. Oğlu Cuma'yı çağırıp, “Hadi oğlum şunları Urguya bacına teslim et biz Mehmet ağa ile hem laflayalım, hem de az sonra radyoda başlayacak haberleri dinleyelim” derdi...

Aradan üç-dört gün geçtiği halde kapılarını çalan hiç kimse olmayınca “Gelinim benim eşeğimi hazırla, iş başa düştü, şöyle köylere açılayım bakalım kısmette ne çıkar” deyip edevat torbası-nı eline aldı. İçinde kendisine lazım ola-cak olan şakülünü, ipini, küllüğünü, ke-serini, testeresini tek tek gözden geçirdi.

Urguya eşeğin semerini vurmuş, “Hadi baba eşek hazır, Allah işini rast getirsin, güle güle git, arkayı unutma” deyip elindeki bir bardak suyu onun arkasından yere döktü. Mehmet ağa uğradığı birkaç köyde kendisine uygun tatmin edici iş bulamadı. Kendisi Karacaören'de iş beklerken diğer köylerin işlerini başka ustalar kapmıştı bile. Ya kısmet deyip tekrar yollara düştü. Akşam vaktine yakın bir köye vardığında köylüler bir çeşme başında namaz için abdest alıyorlardı. Selam verip o da abdest almak için oturup kollarını sıvadığında omzuna samimi bir elin değdiğini fark etti. Adam o köyün zenginlerinden olup herkese kapısı açık, misafirperver, ustanın, amelenin, ırgatın hakkını fazlasıyla veren birisiydi. Mehmet ağa zamanında bu adamın yanında birkaç kez çalışmış, çok ekmeğini yemiş, “yüzüm kara çıkmasın” diye işine çok önem vermişti.

Akşam namazından sonra adam tuttuğu gibi Mehmet ağayı konağına götürüp misafir etti. Sağdan, soldan lafladıktan sonra adam, “Mehmet ağa nerelerdesin, kaç sefer sana haber saldım, ol görüp gelmedin” dedi. Çayından bir yudum içtikten sonra,
- “On gün önce buraya Dalakçılı olduklarını söyleyen iki usta geldi, bir bakışta onların usta olmadıklarını anladım.”

Çayından bir yudum daha höpürdettikten sonra, “Giden sene samanlık yaptırıyordum ustalar sizin gibi acemiydi, neredeyse traktörümü yakacaklardı, siz de bana kızgınlıkla biçerdöverimi yaktırmadan şu ahırın yapımını bırakın alın paranızı gidin diyerek onları kovdum, iyi ki geldin Mehmet ağa” deyip bir sigara yaktı.

Müdür Mehmet adamın ahırını, samanlığını bir ay gibi yorucu bir çalışmadan sonra tamamladığında aldığı paranın yanında kendisine ayrıca verilen bahşişin haddi hesabı yoktu. Köylü onun işini beğenmiş, “İlla bizim işlerimizi de yap” diye neredeyse onun karşısında el pençe durur olmuşlardı. Gündüz onun bunun işinde çalışıp yorgun düşen Mehmet ağayı zengin adam zorla alıp evine götürüyor, hiçbir ikramından geri koymuyordu. Günün birinde bir akşam vakti adamın akrabası olan iki kardeş karısı kadınlar, “Aman Mehmet ağa senin işini, gücünü pek beğendik, bizi kırmazsan sana ara duvarı çektireceğiz. Kocalarımız öldü, bizler artık yaşlandık, torunlar bir arada kaldığından havluda her gün dövüş çıkarıyorlar, elindeki işi bitirince bizi bu dertten kurtar sana duacı oluruz” diye yalvardılar. Adamın da Mehmet ağaya ricacı olmasıyla kem kümlese de işi kabul etmek zorunda kaldı. Üç gün sonra köyün muhtarı ve birkaç akrabanın bir araya gelmesiyle evleri arasındaki arsa ölçülüp kadınların rızası alındıktan sonra Müdür Mehmet ağa temel iplerini işaretlenen yere gerip amelelere “temeli eşin” işaretini verdi. Mehmet ağa işi bir an evvel bitirip köyüne dönmek için can atıyordu. Bir iki gün sonra duvar meydana çıkmaya başlamıştı. Kadınlar oturup ustanın amelenin çalışmalarını izliyorlar, gelinleri de sırayla ortaya koyacakları öğünleri (yemekleri) vaktinde yetiştirmeye çalışıyorlardı.

Eli boş köylü ahır, samanlık işlerini bitirdikten sonra oraya gelip ustanın, amelenin çalışmasını izliyorlar, amelenin çamur karışına, Mehmet ağanın külukle taşı kırıp duvarda dümdüz örmesine hayretle bakıyorlar, “Sen bu maharetleri hangi ustadan öğrendin” diye çalışanları oyalıyorlardı.

Duvarın boyu neredeyse bir buçuk-iki metreye yaklaşmış çelen vurma yüksekliğine gelmişti.

Nerde var, nerde yok ağzında bir kenger sakızı, elinde üç el tespih elinden yüzünden şer akan yaşlı bir kadın “kolay gelsin usta” gibi iyi temennilerde bulunmadan, “Vaa Sultan bacım benim gördüğüm kadarıyla duvar senin arsana fazladan girmiş” dedi. Mehmet ağa kafayı beri, öte çevirirken başka bir kadında,

- “Aboo, yok anam yok, ölçünde bakın duvar Ayşe teyzenin dediğinin tersi Fadime bacının arsasına daha çok girmiş…”

Oraya toplanan seyirci kalabalığı da sağdan soldan işe karışıp “vay doğru, vay yanlış” deyip hüküm yürütünce iki eltinin kafası karışmaya başladı. Bir birine önceleri yumuşak davranırken işi cebelleşmeye, sonra da ağız dalaşına getirdiler. Kalabalığında etkisiyle “kazı koz anlamalar” önce kakınç kakmayı, sonra da birbirinin ağzına gözüne artırmak suretiyle “ne bileyim neylerime” çıkarmaya başladılar. Biri diğerine “atmış sefer” derken öbürü de ondan geri kalacak değil ya “bende senin ağzının orta yerine tam yetmiş dokuz kere nebiyim neylerim…” lafı ağzında yarım kaldı. O anda işi gücü bir yana bırakan Müdür Mehmet ağa bir elinde kırmaya hazır taş, diğer bir elinde de külünk olduğu halde duvarın üstünde doğrulup, “Durun kadınlar, şu işi eğer seksen yapmazsanız size gönül korum” dediğinde ortalığı dövüşün kakıcın yerine gülüşmeler kaplamıştı.

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

+++++++++++++++++++++++++++++
ZİFT OLSUN, ZEHİR OLSUN

09/05/2012

Yetmişli yılların ortalarına kadar köyden şehre göç olmadığından dolayı çevre köyler içerisinde Karacaören nüfus fazlalığı yönünden Boztepe'den sonra ikinci sırada gelirdi.
Altmışlı yılların başlarında Almanya'nın işçi alımına başlamasıyla Karacaören de bu kervana katılmış, neredeyse on evden yedi tanesi “Almancı evi” olmuştu.

Almanya'da işçi olanların gönderdikleri paralarla ilk yıllarda köyde büyük inşaat başlamış, eski evler yıkılırken yerine yenileri yapılmıştı. Uzaktan bakıldığında köyün damları kiremitle örtüldüğü için adeta “gelincik çiçeğini” andırır renge bürünmüştü. Çiftçilerin kapısındaki atlar, öküzler, arabalar, pulluklar, mibzerler yerlerini zamanla traktöre, son sistem zirai aletlere bırakmıştı. Köye ulaşım artık Deli Muzaffer'in kamyonuyla değil, son model minibüslerle yapılıyordu. Düğünlerin tadı eskiye göre daha da tatlanmış para, pul gören abdallar sazı, davulu başka bir iştahla çalar olmuşlardı. Kayın masalarına oturan gençler oradaki alemi ustaların sazından sözünden çıkan türküleri artık teybe kaydediyorlar, sonra da bunları başka yerlerde dinleyerek keyif çatıyorlardı.

Almanya'ya gidenler kendi gençliklerinde çektikleri yoksulluğu, sıkıntıyı çocuklarına çektirmemek için onların ceplerini harçlıksız koymuyor, o günleri bir daha yaşamamak için Tanrı’ya dua ediyorlardı. Gençlerin cepleri para gördüğü gibi zamanla yaşam tarzları da değişiyordu. Ayaklarına giydikleri çarığın, soğuk kuyunun, (cebaliş lastiği) naylondan ayakkabıların yerlerini potinler, iskarpinler, ayakkabılar, analarının ördüğü yün çorapların yerlerini de triko çoraplar alıyordu. Patiskadan dikilen uzun donun, üste giyilen içliğin yerini atlet, külot alırken askılı pantolonların yerini İspanyol paçalı kalın kemerliler alıyordu. Beyaz kaputtan dikilen yakasız “göyneklerin” yerini uzun yakalı, dar belli, kolu manşetli gömlekler alıyordu. Şehirde okuyan öğrenciler gaz bulamadıkları için artık birbirine ödünce gitmiyor, çay, şeker sorunları olmuyor, kitap, defter, kalem kırtasiyeciden rica minnet veresiye alınmıyordu.

Öğrencilere köyden kamyonla gelirken yolda yarısı kırılan yufka ekmek yerini şehirdeki fırından parayla alınan somuna devrediyor, hal böyle olunca da öğrenciler daha iştahlı okuyordu! Rahatlık bazı Almancı çocuklarına biraz fazla gelmiş olacak ki “okuyamasam da nasıl olsa babam beni Almanya'ya götürecek” diye eğitimi birkaç yıl aksattılarsa da sonradan bunun boş hayal olduğunu anlayanlar “devlet kapısında insan daha itibarlı” diye tekrar tahsile devam ettiler.

Kaan'ın Irza oğlu Kütük’ü çok genç olmasına rağmen on dört veya on beş yaşında “gelin evde hizmet etsin” diye erken başını bağlayıp everdi.

Kütük neredeyse çocuk yaşta daha henüz yeni bıyıkları terlerken Nami adında bir oğlan çocuğu olmasıyla baba oldu. Eskiden köylerde bir baba çocuğuna babasının yanında ne sahip çıkabilir, ne de ona oğlum diye sarılıp öpüp okşayabilirdi. Gerek bundan ötürü, gerekse Kütük’ün genç yaşta baba oluşu, Nami'nin de babayı bir ağabey olarak “çocuk aklıyla görüşünden” veya anasının babasının böyle istemesinden midir her ne sebepse şu an neredeyse altmış yaşına gelen Nami babasına halen “abi” demektedir. Nami ilkokulu bitirdikten sonra her Karacaörenli gibi okuyup bir adam olması için babası (eskiden devlet işinde çalışanlara denirdi) Kale Ortaokulu’na kaydını yaptırır. Üç yıl sonra ortaokulu bitirdiğinde artık palazlanmış, ergenlik çağını geride bırakmış, gençliğe doğru adımlarını atarken o da akranları gibi düğünlerde Tombul Ismayıl'ın konağına kelle atmaya başlamıştı. Zamanında babası da iyi bir kelle atıcısı olduğundan onun yolunda gitmeye, kendini bu şekil kanıtlamaya özeniyordu. Artık arkadaş ortamlarına giriyor, kafasını sardığı gençlerle sıkı bir ahbaplık kuruyordu. Para, pul sorunu yoktu.

Nasıl olsa babası Kütük de diğer köylüler gibi Almancı olmuştu. Nami, iyi giyinmeyi, kızlara şık görünmeyi seviyor, tarak ve aynayı cepten eksik etmiyordu. Şehirde okurken bir iki arkadaşıyla beş, on lira toparlayıp “Akman” şarabını içerken her genç gibi onlarda mest oluyorlardı. O yıllarda pikaplar çok meşhurdu. Pikabın etrafına doluşan gençler plaktaki şarkının hüznüne kendini kaptırır, bazen dalgınlıkla sigara ateşini plağın üzerine düşürürlerdi. Aksi gibi pikabın iğnesi plaktaki o arızalı yere geldiğinde parça geri baştan çalmaya başlar, iğneyi az itekleyince de iğne bükülürdü.

Ortaokulu bitiren Nami'nin aklı, fikri Almanya'ya gitmekteydi. Bunun hayaliyle yatıp kalkıyor, konaklarındaki misafir odasında bir araya geldikleri arkadaşlarına hep bundan bahsediyordu.

O gün altı, yedi arkadaşıyla konakta bir araya gelmişler, hem eski günleri yad edecekler, hem de köy minibüslerinden birinin muaviniyle şehirden yetmişlik “büyük” rakı getirtmişler onu içeceklerdi. Ekmek tahtasının üstüne “çilingir sofrasını” kurmuşlar, hem içiyorlar, hem de pikaptan gelen o yıllarda tutulan şarkı ve türküleri dinliyorlardı. Rakının tadı şaraba göre biraz daha farklı, anasonun kokusu tiksindiriciydi.

Bir iki duble derken hayal alemleri genişlemiş, herkes kendi sevdasına düşmüş, ayrı ayrı konuşmaları “kimin ne dediği anlaşılmaz” duruma getirmişti.

O günlerde Nami'nin babası Almanya'dan izine gelmişti. Ola ki babam gelir de bizi böyle görürse azarlar diye Nami arada sırada pencereden dışarı bakıyordu. Konakları iki katlı olup odaya yatımına taştan merdivenle çıkılıyor, balkonda da iki pencere bulunuyordu. Kadehler birbirini izlerken rakı da yavaş yavaş şişenin dibine iniyordu. Nami, sakilik yaptığından kadehleri son kez ölçülü bir şekilde bardaklara doldurup kendi bardağına su ilave ettikten sonra ayağa kalktı. O sırada babası kahveden eve yeni gelmişti. Konaktaki sesleri merak etmiş, duyduklarından da meseleyi anlamış, “gençler belki birbiriyle dövüşür” diye konağın merdivenine uzanıp yatmış, onlara çaktırmadan dinliyordu. Ayağa kalkan Nami, “Arkadaşlar bu son kadehimi sizin için kaldırıyorum, belki bir daha görüşemeyiz, ŞEREFİNİZE ARKADAŞLAR” deyip bardağı tepesine diktiğinde “Zift olsun, zehir olsun daha olmazsa b…um olsun” diyen Goca Kütük’ün bağırtısıyla odadan pirem pirem olup kaçışmaları görülmeye değerdi.

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

++++++++++++++++++++++++++++
HATİCE HASTALIĞI

26/04/2012

Karacaören Kervansaray Dağları’yla Seyfe Gölü arasında düzlük mü düzlük bir arazide yerleşim yeri olarak çeşitli kavimlerce kullanılmış bir alandır. Bu arazinin içerisinde bulunan Güneyin Burnu, İn, Kızılağıl, Kayanın Burnu, Yayla, Ağaçlı Kozluca gibi adlarla anılan alanlarda halen mezar kalıntılarına rastlanmakta, dağlık kesimlerinde bulunan “Kaya Mezarlar” definecilerin hâlâ hayallerini süslemektedir. Türklerin Anadolu'ya geçişlerinden sonra Karacaören zamanla buraya göçen kabilelerle Türk yurdu olmuştur. Rivayete göre buralar öyle ormanlık bir yermiş ki Ağaçlı'dan, yaylaya atlarla gelin getirirlerken gelinin o zamanlarda giydiği gelinlik adeta koyunların yününün çalılarda takılıp kaldığı gibi parça parça olduğu dilden dile söylenir.

Bu ormanlarda sürüler halinde Karacalar barınır, köylü de bunların kılını örmek suretiyle değerlendirirmiş. Rivayete göre bundan ötürü köyün adı Karacaören olmuştur.

Karacaören'deki ekim alanlarının azlığı sebebiyle kırklı yıllardan sonra buranın insanları okumaya büyük önem vermişlerdir. Yüzlerce öğretmen, doktor, hâkim, mühendis yetiştirip devletin çeşitli kademelerinde görev yapmışlar ve yapıyorlardır. İş böyle olunca da altmışlı yıllarda köyden şehirlere ister istemez göç başlamış, halen de devam etmektedir.
Güdük İreşid'in Hasan askerden geldikten sonra köyünde çiftçilik, kahvecilik, çelikçilik (canlı hayvan alım-satımı) zahirecilik, taşımacılık gibi işlerle uğraşıp geçimini temin etmiştir. Yetmişli yılların hemen başında o da “köyden şehre göç” kervanına katılanlardan biridir.

Köyden zamanla şehre göçüp de orda barınamayanların tekrar köye dönmesi Hasan'ı “Bende mi onlar gibi olurum” korkusu sarmıştır. Göçünü taşıyan kamyon tam Kervansaray Dağı’nın tepesine geldiğinde Kırşehir aşağıda ışıl ışıl yanmakla adeta ayaklar altına serilen halı gibi durmaktadır. Ellerini semaya kaldırıp “Ey Kırşehir sana geliyorum, beni besleyeceksin, geriye dönüş yok, yarabbi beni mahcup etme” diye dua ettiğinde cesarete gelmiş dönüş korkusu o an kaybolmuştur. Kırşehir'de üç yıl pastane çalıştırdıktan sonra bir Kayserili orloncu esnafına verdiği ödünç parayı alamayınca alacağı karşılığında adamın orlon-yün dükkanındaki malını devir alarak saat kulesi karşısında bir dükkan kiralayıp oraya taşır.

O yıllarda örgü işini fazla bilen olmadığı için işleri iyi gitmese de zamanla açılmış, kendisine rakip bir sürü orlon-yün mağazaları açılsa da o mesleğinde tanınan bir kişi olmuştur. Yetmişli yıllarda esnafın toplumda bambaşka bir kariyeri vardı. İstanbul esnafı öyle kolay kolay herkese mal vermez, şehirde tanınmış esnafların kefilliği ile veresiye mal verirdi. Zamanla Hasan'da İstanbul esnafının güvendiği kişilerden biri haline gelmişti. Kendisine işinde yardım eden oğlu Erdoğan'a askerden geldikten sonra dükkanını devredip Yenice Mahallesi Kapıcı Camii karşısına iplik mağazası açmıştı. İşler çok iyi gidiyor, kendisi de ve bilhassa “orloncu Hasan” diye köylüsü kentlisi ve bilhassa kadınlar tarafın-dan bilinip tanınıyordu. Üç kızı üçte oğlu vardı.

Zamanla oğullarını everince eve sığmadıklarından evlerini ayırmıştı. Kendisi Kervansaray Mahallesi Benzinlik civarında müstakil bir evde oturuyordu. Ortanca oğlu Raşit'de askerden gelince ona da Ahi Çarşısı’nda bir iplik dükkanı açmış böylelikle “aile boyu orloncu” olmuşlardı.

Hanımı Kadriye ve kendisi aradan geçen yıllar içerisinde yaşlanmışlarsa da çocuklarına yük olmuyorlar, kendileri pişirip kendileri yiyordu. Yozgat Şefaatli'de fotoğrafçılık yapan kızı Hatice ile damadı Kadir'in işleri son zamanlarda iyi gitmediğinden onlara da Ahi Çarşısı’nda bir ip dükkanı açıp göçünü Kırşehir'e taşımıştı.

Kadriye bacı çocuklarını ne kadar sevse de onun nazarında kızı Hatice'nin yeri ve tadı bambaşkaydı. Onu haftada en az iki kere görmez ise rahat edemezdi.

Akşam dükkanı kapatıp yorgun argın dönen kocasına “hadi kalk gidelim de Hatice'ye diyeceklerim var, çocukları göresim geldi” veya “ona şunu diktireceğim, bunu yaptıracağım” gibi bir sürü bahanelerin arkasına sığınıp misafirliğe gitmelerini söylerdi. Adamın bir yerde gönlü olursa da bir yerde olmazdı. Her günde başka gidecek bir kapı yokmuş gibi hep oraya gitmek Hasan'ın zoruna gidiyorsa da bu hanımının hiçte umurunda değildi.

Bu gidiş-gelişleri duyduklarında oğullarının zoruna gidiyor “Acaba bizim hanımlar anamıza ters mi davranıyor da her gün Hatice'ye gidiyor” diye veise kapıldıkları oluyordu. Ev hastaneye yakın olduğundan Kadriye bacı kızına gitmek için hastalık bahanesine sığınıyor, “Şuradan dükkana giderken şuram ağrıyor, buram ağrıyor, beni doktora muayene ettir” bari diye arabanın önüne geçiyordu. Kocası, “Bıktım senin bu bitmez tükenmez hastalığından” diye bağırıp çağırsa da komşulara rezil olmaktan utandığı için hanımının isteğini geri çevirmiyordu.

Hasan onu muayene ettirdikten sonra alıp eve götürecek, “Hazır gelmişleyin beni şuradan Hatice'nin evine götür, şimdi ben evde yılınız ne yapacağım” diyen hanımının ricasıyla karşılaşıyordu. Bu ve bunun gibi bahanelerin arkasına sığınarak Kadriye bacının Hatice'ye gitmesi adamı canından bezdirmiş ama ne yapsın ki “aileye geçim şart” o da buna ister istemez boyun eğmek zorunda kalıyordu.

Yine bir gün Kadriye bacının içini Hatice'ye gitme hevesi sarmıştı. Kocası ne kadar itiraz etse de o illa hastanede muayene olacak sonrada kızına gidecekti. Dediğinde yalvar yakar kocasına yaptırır. Önce iç hastalıklarından randevu alırlar. Hastane o gün çok kalabalık olduğundan bir türlü kendilerine sıra gelmemekte, Orloncu Hasan'ın “Bu kadının yüzünden bugünde dükkanı yine geç açacağım” diye içi içini yemektedir. O sırada muayene olmak için sırasını bekleyen bir hanım tanıdığı Orloncu Hasan'a yaklaşmış, hal hatır sormuş, onun yanında duran Kadriye bacı da aynı anda dikkatini çekmişti.

“Hasan amca bu teyze senin neyin olur?” diye sordu. Benim hanımdır. Kızım… O mu hasta yoksa sen mi hastasın? Teyzen hasta yavrum… Neresi ağrıyor, hastalığı neymiş? Kızım teyzen  Hatice hastalığına yakalandı. Aldığı bu ilginç cevap karşısında kadın bir müddet şaşırmış ne diyeceğini bilememişti. Aradan biraz zaman geçtikten sonra, “Hasan amca bu hastalıkta yeni mi çıkmış, vallahi adını bu zamana kadar hiç duymamıştım” sözü olayı dinleyenlerin bir hayli dikkatini çekerken koridor kahkaha sesleriyle çınlıyordu.

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

++++++++++++++++++++++++++
BARİ BİR GAŞŞIĞINI YİSEYDİK Bağlar ve pekmez

21/04/2012

Bağ deyince her ne kadar Nevşehir akla gelse de Kırşehir ve çevre iller ondan geri kalmazdı. Bağın Karacaören'de önemli bir yeri vardı ki neredeyse bağı olmayan adama 'sünepe' (erincek) gözüyle bakılır “kız bile vermeye değmez” denirdi. Bir omca yetiştirmek bir evlat yetiştirmek kadar önemliydi. Hatta köyde karı koca beraber bağlarını bellerken karıktaki çubuğu sökerdin, sökmezdin derken adam çubuğu söktüğünde “Sanki baban diktirdi de sen söktün” diyen hanımına kızar. İç güveysi girdiği için kendi köyüne döner, bir daha da Karacaören'e gelmediği söylenir. Köylü bağından yazlık ve kışlık katığını temin ettiği gibi fazlasını da şehre getirip şaraphaneye satar, cebi harçlık görürdü. Şimdi o bağlar hazan olmuş adeta 'yüz karası' gibi dururken belki onu yetiştirenler de mezarında rahat uyumuyordur. Bunun nedeni erkeklerin 60'lı yıllarda Almanya'ya çalışmaya gitmesi, bir yerde herkesin şehirde iş bulup göç etmesidir.

Karacaören'de bağlık bölgeler “Kaya bağları, Kum bağları, Tepe bağları, Yayla bağları, Keklik kuyusu bağları, İğdeli bağlar, Kozluca bağları, Dere bağları, Cevizli bağlar, Yukarı bağlar” diye adlandırılırdı. Bu bölgelerde de göze batan bakımlı ve envai çeşit üzüm omcalarına sahip olan, sahiplerinin adıyla anılan meşhur bağlar vardı. Bunlar Nuhuru’nun, Püsküllü Memed’in, Hakkı’nın Memed’in, Çöllü’nün Memet Ali’nin, Çerçi’nin, Kaalerin Sali’nin, Kör Abbas’ın, Danacı Halil’in, Mulla Memed’in, İreyiz’in bağlarıydı. Bu bağlarda en göze batan üzümler erken alaca düşmesiyle Ebülgasım ve Drami (Nevşehir üzümü) önde gelirken bunları Parmakbaşı, Çavuş üzümü, Karaandere, Yedi veren, Kabuğu kalın, Kırmızı üzüm, Kötür (asmalardaki Turşu üzümü), Guş üzümü gibi çeşitler takip ederdi. Bağları budama işi başlı başına incelik isteyen bir sanattı. Öyle her adama ve onun bıçkısına omca teslim edilmez, bunu sanat edinenlere, önem gösterenlere itibar edilirdi. Bağlar budanırken çubukları da kucakta katlanarak deste yapılıp toplanırken çocuklar da bunlardan oyuncak araba yaparak birbirleriyle yarış tertip ederlerdi.

Bağlar toprağın tavı geçmeden (toprak sertelmeden) bellenirse belleyenlere bir çalışma kolaylığı verirdi. Bellemeler yevmiye usulü ya da gençlerin birbirine taktıkları “salma, gubaşma” (imece usulü) olarak yapılırdı. Bazı açıkgözler bağ bellerken beli yere iyi sokmaz “üstün körü” bellemeye çalışırsalar da (karalama) yakayı çabuk ele verirlerdi. Memiş’in Osman’ın Güccük Avşar’ı, babası her gün “Oğlum tavı geçmeden git şu bağı belle” diye sıkıştırıyordu. Avşar, çalışmayı pek sevmeyen bir gençti. Bağları yol üstünde olduğundan bağlara gidip gelenler (zaten bağa doğru dürüst bel geçmezken), “Aman Avşar tavını geçirmeden belle ki bir daha bel zor geçer” diye huyunu bildikleri Avşar'la dalga geçiyorlardı.

O da elini tükrükleyip beli toprağa sallarken “Ula dürzü baba, dağın öbür yüzü dururken yol tarafını niye çevirip bağ yaptın” diye veryansın ederken “hiç olmazsa çalışmadığımı, bağın ot getirmesini kimse görmezdi...” gibi kakınçları art arda sıralıyordu.

Bağlara ilk alaca düştükten sonra gidip gelmeler sıklaşır, oradan toplanan ala koruklu salkımlar eve getirilip sofralarda katık olmaya başlardı. Bağlara alaca düşmesinden bir müddet sonra kızlar bağ beklemeye başlardı. Sabahtan gruplar halinde evlerinden çıkan kızlar bölge bölge kendi bağlarına dağılırlar, orada bulunan herhangi bir bağ damında (alaçık) bağ beklemeye başlarlardı.

Nişanlı olan kızlar ve oğlanlar birbirine ayna tutarak bir araya gelip buluşurlardı.
Kızlar grup halinde (solo) türküler söyleyerek, dedikodular yaparak vaktin nasıl geçtiğini bilmezlerdi. Türküyü her kız güzel söylerdi de Çopur'un kızı Suna'nın o güzel sesinde türküler ayrı bir ahenkli olurdu.

Üzümler iyice olduktan sonra kimi eşeğinin heybesine koyduğu sepetlerle, kimisi de başında taşıdığı kalburlarla evine üzüm çekerdi. Bunların birazı hevenk yapılıp arıstağa asılırken birazı da ilaçlanıp kurutulurdu. Köyün delikanlıları bağ yolmasını pek severdi. Bazı bağ sahipleri bunun önüne geçmek için yatak yorgan götürüp bağda yatar veya yatağın içine bir yastık koyup gece evine gelirdi!

Nuhu’nun bağı sayılı bağlardandı. Onun omcalarındaki üzüm çeşitleri kimse de olmazdı. Yaşlı olduğundan dolayı kafası biraz sulanmıştı. Gündüzün bağ bekleyen kızlar Potturmacın Hacı’ya kız elbiseleri giydirip Nuhu’ya cilve yaptırıp onu oyarlarken güzelim üzümlerini yolarlardı.

Bağ yolmaya Nuhu’nun bağına giren Hüsnü’nün, (Bücü lakaplıydı) gecenin karanlığında yatağa tökeşip fark etmesiyle onu boş sanıp içine girince “Beni dişisi bulacak değil ya, hep erkeği dek gelir” diye duyduğu Nuhu’nun sesiyle korkudan düşüp bayıldığı söylenir.
Güdük İreşid’in Rıza yıllardır Adana'da çalışır, köye her gelişinde bağları, tarlaları, dağları şöyle bir gezer, hasret giderirdi. Bu gelişlerinin birinde yolu Nuhu’nun bağına düşer. Nuhu misafirine omcalardan çeşit çeşit üzüm ikram edecek, ama gel gör ki Rıza'nın yeğeni Minire’nin “Aman amca bu üzümü yeme Nuhu emmi o omcanın dibine sidik döktü” diye amcasını koca bağdan üzüm yedirmeden çıkardığı halen söylenir.

Bağ bozumuna az bir zaman kala bağda alaçığı olanlar orada yatıp kalkmaya başlar, tandırını üzüm çiğneme havutunu tek tek elden geçirip tamiratını yapardı. Tandırda yakacağı odunu, pekmeze katacağı toprağı temin ederdi. Bağda yatanlar gece birbirine misafirliğe gider gelmişten, geçmişten dem vururlardı.

Cennet İrbaam’in Battal Almanya'da işçi olarak çalışıyordu. O yıl iznini bağ bozum zamanına denk getirmişti. Herkes tavuğunu kesip bağ bozumunda pilavla yerken o hiç durur muydu! Hazırlıklarını yapıp kendilerine bağ bozumunda yardım edecek birkaç kadın ayarlayıp sabah erkenden hanımı Döndü ve oğlu Erdal'la bağın yolunu tuttular.
Omca omca topladıkları üzümleri kalburlarla kiraladıkları traktöre ikindiye kadar taşıdılar. Bir hafta önceden havtu tandırı elden geçirmiş, kazanları, şire ilaanini, pekmez süzme ve toprağını, yakacağını, pekmezin içine atılacak kabağı, elmayı, ayvayı hazırlamıştı. Toplanan üzümler önce baba yadigarı havuta doldurulup üstüne pekmez toprağı ilave edildikten sonra Battal yıkadığı ayaklarıyla bir güzel çiğnerken çıkan şıralar haftın altındaki kazanda birikiyordu. Döndü, Battal üzüm çiğnerken boş durmuyor, bir yandan tandıra odun atarken, bir yandan da şıra dolan kazanları komşusunun yardımıyla şire ilaanine dolduruyordu. Aklından kabaklı pekmez, süzme pekmez kaynatır bunun birazını şehirdeki komşulara satar bir torba toz şekeri, bir koli makarna, bir koli çay alırım diye geçiriyordu. Hele ekşili pekmez, patates haşlamasıyla daha başka leziz olur diye düşünüyordu. İki gün köyde pekmezle uğraşıp yorulsalar da onları küplere doldurduklarında aldıkları zevk yorgunluklarını bir nebze olsun unutturmuştu. Köyde üç gün daha kalıp koruklu turşu kurdular, bulgur yaptılar, salça kaynattılar, tandırda yufka ekmek pişirdiler.
Artık yavaş yavaş şehirdeki eve taşınmanın zamanı gelmişti. Ne de olsa Battal’ın izini azalmış, artık Almanya'ya dönüş hazırlıkları yapacaktı. Sabah Musa'nın Halibaam’in kamyonuna günlerce uğraşıp yaptıkları erzakları (yiyecekleri) yükledikten sonra akrabalarıyla vedalaşıp kamyonun şoför mahaline ailecek binip yola koyuldular. Kamyon arada sırada yoldaki çukurlara girip çıksa da Battal Almanya'yı heyecanlı heyecanlı Halibam’e anlattığı için kimsenin aklına bir şey gelmiyordu.

Evin kapısına gelince Halibaam ve Battal arka kapağı indirirken üstlerinin, başlarının pekmez olduğundan haberleri bile yoktu. İki arkadaş kapağı indirdiklerinde gördükleri karşısında Döndü kadın şok olmuş, üstünü, başını yolup dizlerini döverken “Pekmezimin toprak ettim alayını, bulamadım yerden toplamanın kolayını” diye ağıt ediyordu.

Meğerse araba çukurlara girip çıktığında küpler devrilip kırılmış pekmezler kamyonun kasasına dağılırken bütün erzakları kırmızıya boyamıştı. Battal, hanımını teselli ederken onu biraz kendine getirmişti. Komşuların meraklı bakışları arasında oğlu Erdal'ı kucağına alan Döndü “Yavrum bir gaşşığını bari yiseydik” diye tekrar feryada başladığında olanlardan kendini sorumlu tutan Musa'nın Halibaam nakliye parasını dahi istemeye utandığından Allah'a ısmarladık bile demeden mahalleyi terk etmişti.

Kamyonu temizlemek için bir çeşme başında durduğunda kasasının 'arı kovanına' döndüğünü fark etmesiyle yaşadığı şaşkınlık da görülmeye değerdi.

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

++++++++++++++++++++++++++++++
İNİNİN DE, CİNİNİN DE!..

31/03/2012

Benim güzel Karacaören'im, zenginiyle, fakiriyle o ufak tefek, derme çatma, taştan ve kerpiçten yapma evlerinde nice kimseleri barındırdın. O kişiler ki yoksulluklarını bir nebze kendilerine dert etmedikleri gibi, zenginlerin de bunu kendilerinde bir kâr görüp ona buna ağalık taslayıp şımarmadılar. Bahçelerinde, bağlarında, tarlalarında, evlerinde, köy odalarında, anlayacağınız yaşamlarında başlarından bir sürü mizahi olaylar geçti. Bunlar dilden dile anlatıldıkça değişikliğe uğrayıp gitti de hiç kimse kağıda dökme cesareti göstermedi. Ben köyümün hoş görüsüne sığınarak olayları orada burada dinleyerek, gerek hayal gücümün yaratıcılığından, gerekse olayların çoğuna yaşamımda şahit olduğumdan “kimseyi küçük düşürmemeye, mirasçılarını rencide etmemeye” gayret göstererek yazma cesaretini kendimde gördüm. Öyküleri “laf olsun torba dolsun” diye değil, bilgilendirmek için uzun yazıyorum. Raşit arkadaş canlısı, onlar için canını bile esirgemeyen, paylaşmayı bilen Garamiyalların Ahmed’in üç oğlunun en büyüğü idi.

Özelliklerinden dolayı adı neredeyse silinmiş “FEDAKAR” olarak bilinip tanınmıştı. Ömrü hep fakirlikle geçmiş, ama o bunu asla kendine mal etmemiş “kaderdir” deyip geçmişti. Fakirliğinin yanında çok acılar yaşamış, onlara fedakarca göğüs gerip, “Allah kösengiyi dibine kadar yakacak değil ya” diyerek kendini avutmuştur. Hasta hanımının, “Allah'tan gelene ne denir” diye bir gün düzelip sağlığına kavuşmasını ümitle beklemiştir. Yavan soğan katığı ortaya konduğunda ellerin “ballı baklavalı zengin sofrasına” özenmemişti. Tek oğul evladı Hasan'ı okutmak için sırtında köy bakkallarının şehirden aldığı matakları (bakkaliye çeşitlerini) köye taşımış, oğluna kucağında Kırşehir'e ekmek getirmiş, amelelik yapmış, kahvehane çalıştırmış, gündelikçi durmuş, bağ bellemiş, dağlarda at gütmüş, alın terini dökerken “Hasan'ı öğretmen görür müyüm?” hayalleriyle geleceğe hep ümitle bakmıştı. Herkes Almanya'ya işçi olarak giderken o parası olmadığı için “Almanya'nın hayalini” dahi kuramamıştı. O yıllarda köylük yerde traktör olmadığı için arabalara koşmak, çift sürmek, harmana sap getirmek, dövene koşmak gibi sayılmayacak kadar işlerde atlara büyük gereksinim vardı.

Atlar iş bitimi sonrası kışa kadar dağlarda bir çoban tarafından güdülür, kar yağınca da ahırlara çekilirdi. Kar kalktıktan sonra da ata gereksinim oluncaya kadar (çift-çubuk zamanı gelinecek) tekrar dağlarda yaylıma çıkarılırdı. O yıl Fedakar buğday karşılığı at çobanı durmuştu. Atlar dağlarda yayılırken çobanın azığı (yiyeceği) at sahipleri tarafından sırayla her gün getirilirdi.

Haftada bir gün çobanın köydeki ihtiyaçları veya zoraki hastalık vs. gibi durumlarda da yine at sahipleri sırasıyla “at gütmeye” giderlerdi. Atlar sabahtan akşama kadar Tereli, İn, Üçkuyu, Maden dereleri, Dalgara, Kartal Kuyusu, Yayla, Kozluca, Ağacalı diye Karacaörenlilerce anılan dağların akşama kadar yaylım yerlerinde yayılırlar, geceleyin de davar ağıllarına yakın yerlerde yatıp sabahlarlardı. Fedakar o gün akşama kadar o dağ senin, bu dağ benim at yaymış, akşam olunca da topladığı atları yayladaki çeşmede kana kana suladıktan sonra yayarak Kartal Kuyusu’na, oradan da şehirlilerin “Dede Dağı” Karacaörenlilerin de “İsmail Sivrisi” dedikleri dağın köy tarafındaki alt eteğine getirmişti. Dört bir tarafı dağlarla çevrili olan irili ufaklı vadilerden oluşan bu yerde İbişoğlu Hacı Nuru’nun dağlarda yayılan sürülerce davarının yatması için yaptırdığı “adıyla halen anılan” ağıla geldi.

Ağıla o an için davarlar daha henüz yatmaya gelmemişti. Atları ağıla sokacak gibi olduysa da “Çobanların işi belli mi olur? Şimdi ben atları oraya yatırırsam onlarda haydi birden gelirlerse!” diyerek bundan vazgeçip atları ağılın az uzağına yatırırdı. Hava kapalıydı. Arada sırada biraz yağmur çiseliyor, hava geri açılıp ay meydana çıkıyordu. Ne de olsa geceleyin havalar soğuk olduğundan “kırk yamalıklı kepeneği” sırtına almayı ihmal etmemişti.

Yorgunluk diz boyundaydı. Ayakta dikilirken bile dalıyor, atların kişnemesi, geviş alıp verirken arada hırlaması “ayak uykusu” keyfini bozuyordu.

Şurada bari biraz kestireyim diye az yürüdükten sonra ağıl duvarının dibine kös geldi. Beklediği çobanlar bir türlü ağıla gelmiyor, “çoban pilavı” hayalinde canlanırken gözü birden yumuluyorsa da irkilip tekrar kendine geliyordu.

Müdürün İsmail, o gün atını kaçırmış, dağ, bayır, yorgun argın onu arıyordu. Aramaları sonuç vermemiş, son çare olarak “At belki İreşid’in güttüğü atlara karışmış olabilir” ümidiyle geceleyin bazen ay ışığı, bazen yağmur ve karanlık derken Hacı Nuru’nun ağılının yolunu tutmuştu. Öyle de acıkmıştı ki gündüz rast geldiği davar, inek çobanlarının verdiği birkaç lokma da hep yürüdüğü için anında karnında erimişti.

“Hem atı bulurum, hem de çobanların pilavından yerim” diye düşe kalka ağılın yanına geldi. Karanlıktı, ortalıkta ne at, ne de bir adam gözüküyordu. Duvar dibinde uyuyan Fedakar'ı, az ilerisinde yatan atları görecek kişnemelerini duyacak durumda değildi. Duvarın üstüne çıktı. Bulut çekilmiş ay meydana çıkmıştı. Ağılı yukardan aşağı iyice kolaçan etti. Ortalıkta at mat görünmüyordu. Ayağı bir taşa değince “çat” diye bir ses çıktı. Fedakar çıkan sesle irkilip sağına soluna baktı. İsmail bir iki adım daha atınca duvardan taş seslerinin çoğalması, bir de yere taş düşmesi İreşid’i gayri, ihtiyarı tedirginleştirdi. Gözünü iyice açtı. Ay ışığı ortalığı aydınlatmıştı. Ay İsmail sivrisinin belden batmaya eğildiğinden dolayı Müdürün İsmail'in boyu beş altı metre gölge oluşturmuştu.

İreşid, yalnız olduğu için korkuyor, kafayı kaldırmaya “Kim o?” demeye cesaret edemiyordu. Zamanın birinde bacanağına Güdük İreşid’in Hasan köyde eski caminin önündeki Ali Çavuş’un Ali'nin bakkal dükkanının duvarına Çopur’un Üssük’le bir gece vakti sırtlarını dayamışlar laflıyorlardı. O anda caminin kapılarının büyük bir gürültüyle açılmasıyla ne olduğu belirsiz bir yaratığın Kağnin Irza'nın konağına kadar elli metre koşarak gitmesi, tekrar iki arkadaşın şaşkın bakışları arasında camiye uçarak girmesi o an iki arkadaşı çok korkutmuştu. Biraz sonra şoku atlatan iki arkadaş birbirinden ayrılıp evlerinin yolunu tutmuşlar, fakat aynı yaratık az sonra Üssüg’ün önüne geçmiş, adam orada korkudan bayılıp kalmış, on-on beş gün korkudan kendine gelememiş yatak yorgan yatmıştı.

“Acaba böyle bir şey benim de mi başıma geldi?” diye korkuya kapılan İreşid, aniden büyük bir süratle dereyle yayla çeşmesine doğru koşarken Müdürün İsmayıl'da onun gürültüsünü duyup uzun gölgesini fark edince korkuyla dağa doğru koşarak kaçar.

Olaydan on gün sonra Fedakar ile Müdürün İsmayıl, Kürt’ün Memmet Çavuş’un odasında tesadüfen bir araya gelirler. Cemaat kendi aralarında sağdan soldan konuşurken içlerinden yaşlı olan biri Fedakar'a dönüp, “Oğlum İreşid dağda, taşta ne var ne yok?, Yaylım bol mu?” gibi sorular sorar. İreşid'e dağı, taşı, yaylımı cemaate bir bir anlattıktan sonra, “Şeyini şey ettiğimin ini mi, cini mi? Her neyse geçen gece anamdan emdiğim sütü burnumdan getirdi. Neredeyse az daha korkudan çatlayacaktım. Hacağa” dedi.

Daha henüz lafı ağzında bitmeden aniden ayağa kalkıp, “Ağzını bozma ula Fedakar küfür sana yakışmıyor” diyen İsmayıl'ın sesi odada adeta yankılandı.

Mesele şimdi anlaşılmıştı. Durumu anlayan Fedakar, “Ula İsmayıl korkudan dolayı çocuğum olmazsa ölümlerden ölüm beğen” deyip hızla odadan ayrıldı.

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

+++++++++++++++++++++++++++++++
KAYA, KIRŞEHİRSPOR’LA GİRESUN’DA
24/03/2012

Sportif faaliyetler içinde “futbol” gerek topladığı seyirci potansiyeli, gerekse iddia yönünden en önde gelen spor dallarından biridir.

Yurdumuzda Galatasaray, Beşiktaş, Fenerbahçe, Trabzonspor gibi dört büyük takım liglerin hep zirvesini zorlarken, diğer takımlar orta sıralarda yer almış veya düşmemek için yıllarca mücadele etmişlerdir. Federasyonun her vilayetten 3. Lig’e takım kabul etmesiyle Kırşehirspor da 1969 yılında amatör takımların bir araya gelmesiyle kurulmuştur. Kulübün başkanlığına Avukat Hayri Çopuroğlu gelirken Dr. Rıfat Kayadelen, terzi Metin Barlas, Karacaörenli emekli Komiser Raşit Akıncı gibi kişiler de başkan yardımcılığına seçilirler. Transfer için para gereksinimi de Valiliğin ve Belediye’nin katkılarıyla temin edilirken, ayrıca halktan toplanan paralarla tedarik yoluna gidilmiştir. Zamanın Valisi, Kulüp Başkanı ve yönetimiyle yaptığı toplantılardan birinde, “Aranızdan birkaç kişi görevlendirip Almanya'daki işçilerden de para toplayın da kulübe katkı olsun” der. Yönetim kurulu kendi aralarında toplantı yapıp para toplama işini çevresi geniş olan Karacaörenli öğretmen Kemal Akpınar ile Almanya'yı iyi bilen ve Almancayı anadili gibi konuşan Çıta Kemal'i görevlendirir. İki arkadaşın Almanya'da toplayıp getirdiği paralar ve burada toplanılan paralarla kulüp transfer faaliyetine başlar. Yönetim işinde henüz acemi olduğundan dolayı Ankara kulüplerinden zamanla dışlanan futbolcularla, sağdan soldan gelenler birleştirilip teknik direktöre teslim edilir. Halen akıllarda kalanlar Deli Memmet, Duran Koçak, Büyük Yaşar, Abdurrahman Cem, Tevfik, kaleci Savaş, Bayram, Haldun, Küçük Yaşar, Alaaddin, kaleci Varol Adnan, Muzaffer gibi adını sayamadığımız futbolcular çeşitli lig dönemlerinde forması yeşil-beyaz olan takımda oynamışlardır.

İlk transfer olan futbolcular zamanla şehri ve taraftarı sevmiş, gördükleri ilgi karşısında çatır çatır futbol oynamışlar, çoğu da 1. Lig’’e transfer olmuşlardır. Oynanan ilk lig maçında (Kırşehirspor-Diyarbakırspor) hakem hatalarından büyük olaylar meydana gelmiş zamanın gazetesi Hürriyet “Varan bir, Kırşehir'de kavga” diye manşet atmıştı. Kırşehirspor çeşitli lig dönemlerinde 2. Lig'e dahi çıkmış, geri düşmüştür. Bir Tarsus deplasmanında futbolcular doğru dürüst futbol oynamaz, sadece Sinan gayret gösterse de takım yenilir. Dönüşte kulübün başında bulunan Raşit Akıncı kızgınlığından futbolculara lokanta da kuru fasulye yemeği yedirirken sadece Sinan'a fazladan bir baklava ikram eder. 1972 yılında kulübün başına şehrimiz esnaflarından Hacı Gülten gelirken, yönetimde de Dr. İsmail Yağız, Avukat Hayri Çopuroğlu görev alır.

O dönemde Hacı Gülten gerek İstanbul'daki hemşehrilerinden, gerekse tanıdığı bildiği İstanbul esnaflarından takıma maddi olarak çok katkı sağlar. Hacı Gülten 73, 82, 83, 84 dönemlerinde de aralıklarla kulüp başkanlığı yapmıştır. Takım maç yapacağı günün sabahı şimdiki Cacabey Parkı’nın altında bulunan Belediye binasının altındaki dükkanlardan birinde berberlik yapan Cevat'ın başına taraftarlar davul-zurna ile toplanırdı. Berber Cevat ve ortağı Necip taraftarların getirdiği şişeyi dipledikten sonra çakır keyif olurlar, Nejat Sülükçü'nün beyaz eşya dağıttığı “yeşil-beyaz” boyalı pikabına binerler, davul zurna çalarken şehri yukardan aşağı turlarlardı. Halkın takıma büyük desteği vardı. Kadınlı, kızlı taraftarlar stadı doldururken Amigo Berber Cevat ile boyacı İsmet'in işaretleriyle hop oturup hop kalkarlar, futbolcuları coştururlardı. Stadın en ilgi çekici seyircisi Arzuhalci Galip Kaya'ydı ki, elinde bulunan çeşitli komik oyuncakları seyirciye göstererek onları gülüp geçirirdi. Bir dönem 2. Lig'de Malatyaspor namaglup lider bulunuyorken Kırşehir deplasmanına gelir. Kırşehirspor 2-0 öne geçtiğinde sakallı amigonun baygınlık geçirmesi halen hafızalardan silinmemiştir. Stat tıklım tıklım dolduğunda seyirci Kale’ye toplanır Jandarma-Polis dipçiğine rağmen maçı oradan seyrederken bazı seyirciler de çevre binaların damına çıkarlardı.

Bunlardan birinde Kale’nin eteğinde bulunan un fabrikasının yanındaki binanın çatısı ağırlığa dayanamayıp çökmüş akabinde çok yaralananlar olmuştu. Hacı Gülten'in ifadesiyle en çirkin seyircisi olan Kırıkkale ve Nevşehir'den sonra Aksaray, Kütahya, Erzurum, Van, Konya Ereğli gelirdi. Takımın Nevşehir'le maçı olduğunda o bağlar maça gidenlerden çok eziyetler görürken sahipleri bağlarına sahip çıkmaz, çıkanlardan don gömlek soyundurulup “Biter Kırşehir'in gülleri biter” oynatılırdı. Nevşehir seyircisi maç bitimine kadar Kırşehir taraftarını taşlar, arabaları kırıp döker, bundan da en çok Hayri Çopuroğlu'nun 63 Şavrolesi zarar görürdü.

Nevşehir'in ilçesi olmasına rağmen Hacıbektaş halkı Kırşehir taraftarını giderken ve gelirken davul-zurnalarla karşılardı. Kırıkkaleliler, Nevşehir seyircisinden geri kalmaz Ankara istikametine gidip gelen ne kadar 40 plakalı araç varsa taşlarlardı. Kırşehirsporlu futbolcular sabah kahvaltısını şimdiki Ziraat Odası’nın altında bulunan Hasan Çalışkan ile Hasan Yavuz'un çalıştırdığı “Zümrüt Pasta Salonu”nda yaparlardı. Düşme potasında bulunan Kırşehirspor'la şampiyonluğa oynayan Vanspor'un o hafta maçı vardı. Futbolcular maçı biz alacağız, Hasan Çalışkan, “Van alır” diye iddialaşıyorlardı. Kulüp yöneticilerinden biriyle pastane adına Hasan Çalışkan iddiaya girdi. O hafta maçı Kırşehirspor kazanınca kulüp yöneticisi işyerine para almaya geldi. Ortadaki meblağ büyüktü. Hasan Yavuz bunu kabullenmeyince Hasan Çalışkan parayı cebinden ödemek zorunda kaldı. Bu sebepten dolayı üç gün sonra pastanedeki ortaklığından ayrıldı.

Bir lig döneminde Kırşehirspor o hafta yapacağı Diyarbakır maçında berabere dahi kalsa ligden düşmeyecekti. Eskiden Kırşehirspor'da futbol oynayan Suat Diyarbakırspor'a transfer olmuş bu da halkın arasında “Suat maçı almış gibi şayanın dolanması dedikodularını getirmiş” düşmek kimsenin aklından dahi geçmiyordu.

Maçın sonlarına doğru Suat orta sahanın ırmak kenarı tarafından Hacı Hasan Mahallesi yönündeki kaleye bir orta gönderdi. Yüksekten giden topu güneşin kalecinin gözünü almasıyla sol üst köşeden ağlarla buluşmuş, bir süre sonra hakem Kazım Ünlüsoy maçı bitirmiş Kırşehirspor o yıl ligden düşmüştü. Bir üst lige çıkılacağında veya düşme tehlikesi yaşandığında ligin bitimine 6-7 hafta kala herkes elinde kağıt kalem hesap kitap peşinde olur, kendi aralarında ligden düşeriz veya düşmeyiz tartışırlardı.

Fanatik bir Kırşehirspor ve Beşiktaş taraftarı olan Karacaörenli Halil İbrahim Kaya deplasman olsun, iç saha olsun gitmediği bir maç dahi olmamıştır. Eski Ankara Caddesi Uğrak İş Hanı'ndaki kuru temizleme dükkanı sabahtan akşama kadar futbolcu ve fanatik taraftarın adeta uğrak yeriydi. Her gelen takımın halinin ne olacağını, kimlerin transfer listesinde bulunduğunu ona sorar, kendisi de bir bilgiçlik edasıyla çoğu yalan olmak üzere cevapları sıralardı. Halen de öyle... Yanından hiç eksik etmediği arkadaşı Taburoğlu Münür Baran'ı bazen Pendikspor'un eski teknik direktörü veya bilmem ne bölgesinden eski hakemlerden diye tanıtır, soranlarla dalga geçip beyin yorarlardı.

Futbola kendisini öyle vermiştir ki, “falan maça cebinden otobüs kaldıracağı” dediğinde herkes ona inandığından dolayı “Hadi lan sen kiminle kafa buluyorsun” dememiştir.
Gittiği bir Petrol Ofisi-Kırşehirspor maçında sahaya çıkan Petrollü futbolcuları “Sizi seneye Kırşehirspor'a transfer edeceğim. Şu inciklerinize bir bakayım ki iyi futbol oynadığınızı bileyim” diye muayene ederken yanında bulunanların gülmemek için kendilerini nasıl sıktığını bir Allah bilir. Kırşehirspor'un her gol atışında yan hakemin ortaya koştuğunda “yavru ha” demesi stadı gülmekten kırıp geçirirdi.

Kırşehirspor'un deplasmanda Giresunspor'la maçı var ki bu maç Kırşehirspor'un ligde kalması için bir dönüm noktasıdır.

Kaya illa ki bu maça gidecek, ama kiminle nasıl gidecek, bir haftadır bunun hesabını yapmakta, kafa yormaktadır. Köylüsü ve dükkan komşusu çadırcı Nail'e, “Oğlum burada ikimizin de işleri iyi değil benim Giresun'da bir asker arkadaşım var. Geçen ona telefonla durumu tek tek anlattım. O da bana buraya gelirsen sana ve arkadaşına yardımcı olur size birer dükkan tutarız dedi” der.

Bu ve bunun gibi yalanlarla Nail’in gönlünü edip bindikleri otobüsle Kırıkkale'ye kadar gittikten sonra kavşakta inerler. Az bekledikten sonra el kaldırdıkları bir hususi otomobil sahibinin onları aracına almasıyla soluğu Ordu vilayetinde alırlar. Ordu'yu yukarıdan aşağı gezdikten sonra gecelemek için bir otele yazılırlar. Akşamın ilerleyen saatlerinde Nail hastalanır. Doktor, iğne, ilaç derken Nail'in “Amca sabah Kırşehir'e geri dönelim dükkan işi şimdilik kalsın” dediğinde Kaya'nın beynine kan damlarsa da onu ikna etme de zorlanmaz. Sabah kalktıktan sonra bir kahvaltı yapıp bindikleri otobüsle bir saat demeden Giresun'a ulaşırlar. Çevreyi şöyle bir kolaçan eden Kaya'nın gözüne birbirine bitişik iki dükkan takılır. “Nail bak görüyor musun bura tam bize göre, hemen arkadaşa telefon edeyim” diye PTT'ye gider. Tesadüfen çevirdiği numara aslında Giresun'da “Kahramanlar Pide Salonu” diye anılan bir işyeridir.

Kaya, arkadaşına açık vermez. “Nail; arkadaşım bir iş icabı başka vilayete gitmiş onu sonra ararız” deyip Giresun'a geldiğini belli etmek için dürümcü Bekir'i aramayı ihmal etmez. Sağı solu göz gezdirirken onun aklı fikri Kırşehirspor'un kaldığı oteli bulmaktadır. Boş dükkanların yanındaki dükkana Nail'i dışarı da bırakıp “Bu dükkanların sahibini sorayım” diye girer. Adamdan oradaki kafilenin “Bozdağ otelinde” kaldığını öğrenir. Kendisini bekleyen Nail'in yanına vardığında “Adamın dükkan sahipleri orayı kiraya vermiyorlar” dediğini söyleyip adresini aldığı otelin yolunu tutarlar.

Otele tam vardıklarında futbolcularda antrenmandan yeni gelmişler otobüsten iniyorlardı ki Nail otobüsü görünce, “Amca bunlar burada ne geziyorlar” diye Kaya'ya sorar.

Kaya, futbolcu ve idarecilerle tokalaştıktan sonra Nail'e dönüp “Hazır Giresun'a gelmişken takımın burada maçı varmış onu seyredelim, kafileyle de parasız Kırşehir'e döneriz” der.
Kırşehirspor maçı 2-1 kazanmış, bindikleri otobüsle neşe içerisinde gülüp eğlenerek Ordu'ya gelirler.

Kulüple beraber yemeklerini yiyip otobüsün yanına geldiklerinde “Buralar benden sorulur siz kimden izin alıp da geldiniz” diyen Karacaörenli Savcı Yaşar Ağırman'ın soruları karşısında kulüp yöneticileri Aşır Bulut, Adem Çiçek, Ramazan Türkeş ona durumu anlatırlar. Yaşar Ağırman da “Eğer yenildiyseniz sizi denize dökerim, yok galipseniz Ordu'yu sizin için yakarım” diye cevap verir. Aslında Yaşar durumu radyodan öğrenmiş oraya ekibi tebriğe gelmiştir. Yaşar'ın ısmarladığı iki sini baklavayı yedikten sonra Kaya ve futbolcular yola çıktıklarında o gün adeta çocuklar gibi şendiler.

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

+++++++++++++++++++++++++++
MALIMI YİDİRMİYECAAN MI?
25/02/2012

İnsanlar ne kadar yaşlanırsa yaşlansın “Onun gönlü ölünceye kadar genç kalır” derlermiş, “eskinin yaşlıları.”

Karacaören'den ismini hatırlayamadığım bir yaşlı amca “elden etekten düşmüş” yattığı hasta yatağında adeta ölümünü beklemektedir. Başucunda toplanan oğullarına “Ah yavrularım bahar gelse de kümesteki gülükleri önüme katsam da güneyin burnuna doğru şöyle ağır ağır güderek yaşamın zevkine varsam” derken nefes alamadığı için kelimeleri boğazına düğümleniyordu.

Vay gönül vay aklından geçenlere de bak…

Dalakçılı Gara Mehmet ile Karacaörenli Hamid'in Ali gençliklerinden beri aralarından su sızmayan can ciğer iki arkadaş idiler. Zamanla her ikisi de köyden şehre göçmüş, ticaretle uğraşmış, kimi çocukları işe girmiş, kimi çocukları da Almanya'ya işçi olarak gitmiş, hayatlarını bu şekilde garantiye almışlardı.

Zamanla yaşlandıkları için çocukları onların çalışmalarını istemediğinden, maddi ve manevi yardımlarda bulunuyor, baba ve analarını ele güne muhtaç etmiyorlardı. İki arkadaş sağda solda buluşuyor, gelmişten geçmişten dem vururlarken “vaktin boş adama zor geçtiğinin” farkında oluyorlar, bu da onların moralini bozuyordu.

Bu iş böyle gitmezdi. Hangi dükkancının yanında kaç saat oturabilirlerdi. Daha kaç gün parkta onun-bunun dedikodusunu yapanlara karışacaklardı. Zaten yapı icabı böyle kişiliğe sahip de değillerdi.

Düşündüler, taşındılar hayvan pazarından inek, dana, tosun satın alıp, eşe dosta satıp hem vakit geçirme, hem de üç beş kuruş kâr edinmeye karar verdiler.

Gara Memmet, bu işte deneyimliydi. Zamanında hayvan alımı satımı yaptığından elini hayvanın üstüne koyduğunda onun kaç kilo et vereceğini, eğer dişiyse karnında buzağısı var mı, yok mu hemen anlardı.

Sabah erken kalkıp bir yerde buluştuktan sonra iştahla hayvan pazarının yolunu tuttular. Sağı solu şöyle o değilden kolaçan ettiler. Hayvan kaça gidiyor? Ekmek yedirir mi gibi ince eleyip sık dokuyarak öğleden sonra keselerine şöyle uygun toplu bir dana alıp kesmek için Gara Memmed'in evinin yolunu tuttular.
İşleri umduklarından daha iyi gitmiş, kasaptan çok ucuza verdikleri için ellerindeki etleri kısa zamanda tüketmişlerdi. Yeni bir hayvan almak için Pazar günü açılacak olan hayvan pazarını dört gözle bekler olmuşlardı.

Haftalar böyle akıp giderken vaktin nasıl geçtiğini bilemedikleri gibi üç-beş lira da kâr ediyorlardı.

Zamanla bu iki ahbaba özenen bazı köylüleri de bu işi yapmaya kalkışıp kendilerine rakip olsa da Gara Memmed'in bağırarak, çağırarak ahbaplarını utandırması, “Bir yerde onları et almaya mecbur bırakması” Hamid'in Ali'nin de ticari ikna yeteneği dolayısıyla rakipleri işlerini pek etkilemiyordu. Bu tür alışverişler et gereksinimi olan vatandaşların da işine geliyordu.

Kasabın kirası, vergisi, kesim parası, bir de sonradan bunun üstüne eklenen KDV'si derken haliyle eti arada kesip satanlardan pahalıya satıyorlardı. Santim hesabı ile geçinen vatandaş araya sora ucuz yiyeceğin peşinde oluyordu. Seksen ihtilalından sonra sivil idareye geçilmiş, yapılan seçimleri de Turgut Özal'ın kurmuş olduğu Anavatan Partisi (ANAP) büyük bir çoğunlukla kazanıp iktidara gelmişti. Özal, eşine o güne kadar rastlanmamış yenilikler içine girmiş, buradaki konumuz haricinde adını yazamayacağımız kadar birçok devrimler yapmıştır. Bunlardan birisi de vergi kaçağını önlemek için uygulamaya koyduğu KDV idi. Başarılı oldu mu, olmadı mı orası ayrı konu! KDV adına olmadık öyküler yazılmış birçok gülünç filmler çevrilmişti. Olmadı.

Hele esnaf müşteri arasında geçen fiş verdim, vermedin veya KDV pazarlıkları sayfalarca romanlar yazdıracak kadar çoğunluktaydı…

O gün pazaryeri tabirince iğne atsan yere düşmez denilecek kadar kalabalıktı. Hamid'in Ali ile Gara Memmet, uzun pazarlıklar sonucu ette çok, pahada hafif bir tosun alıp kiraladıkları kamyonete yüklediler.

Hamid'in Ali kamyonetin önüne otururken Gara Memmet de kasada elde yular danayı tutmuş, tam hareket edeceklerdi ki ellerinde dosya ve içi tutanak kağıtları dolu iki üç kişi arabanın yanında durdular.

Gelenler Kırşehir Vergi Dairesi’nde çalışan o gün için hayvan pazarını denetlemekle görevli memurlardı. Hamid'in Ali bir şeyin farkında olmasa da, içine kurt düşen Memmet ağa, “Buyurun gençler, hayırdır?” dedi.

“Amca bu tosunu nereden aldın? Kimden aldın? Kaça aldın? Fişin, faturan nerede?” gibi soru üstüne soru soruyorlardı.

Memmet ağa sorular soruldukça renkten renge giriyor verdiği yalan yanlış cevaplar memurları tatmin etmiyordu. Memurlardan biri, “Amca yaptığınız iş yasal değil, size ceza yazacağım” dedi.

Ceza yazılacağını anlayan Gara Memmet işi bağırtıya, çağırtıya dökersem bu işten sıyrılırım cinliğini takınarak sorulan sorulara yüksek sesle cevap vermeye başladı.
Zaten yaşamında kuru gürültü bir yapıya sahip olan Gara Memmet'in kurmuş olduğu plan meyvesini vermeye başlamış birden etrafları meraklı kişilerce sarılmıştı.
Görevli memurlar bir an önce işlerini bitirip gitme telaşındaydılar, ama gel gör ki Gara Memmet'in ipe sapa gelmez çığırtkanlıklarından görevlerini bir türlü yapamıyorlardı. Çevreye toplananlar da memurlara yarı tehditkar tavır almışlar, “Her zaman bu haltı yiyorsunuz yaptığınız çok ayıp” diyorlardı.

Tam bu sırada kamyonetin kasasından zaten az kambur olan ve belini daha da büken Memmet ağa uzun kollarını arabadan aşağıya uzatıp o yaba gibi ellerini açarak “Malımı yidirmiyecaaan mı? Kesip kesip yiyecaam, But but yiyecaam arkadaş... Bundan size ne!” diye bağırdığında olaydan utanan memurlar kalabalığın arasından kaymışlardı bile.

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

+++++++++++++++++++++
GAHBE AVRATLIYIM VERDİRMEM
20/02/2012

Zalim yıllar ne de çabuk geçiyor. Arkasında sayısız günler bırakırken, bir de geriye dönüp bakıyorsun ki tanıdığın, bildiğin kişiler yavaş yavaş yaşlanıyor, güneşin suyu kuruttuğu gibi aramızdan tek tek sessizce ayrılıyorlar.
Çolağın İbili, yaşlanmış, eski gücü, kuvveti kaybolmuş, artık vücudu onu taşıyacak durumda değildir. Her gün bir yeri ağrıyıp sızlamakta “ahla ofla” ömrü geçmektedir. Yine de nüktedanlığına (şakacılığına) devam edip eşi-dostu güldürmeye çalışsa da eski neşesinin kalmadığının kendisi de farkındadır. Oğulları onu kolundan tuttuğu gibi Kırşehir'e getirip birkaç doktora muayene ettirdiler. En son muayene olduğu Dr. Rıfat Kayadelen onu Devlet Hastanesi’ne yatırdı. Birkaç tetkikten sonra şimdiki gibi tahlil “netice alacak” imkanlar olmadığından “kesin netice alması,” yani hastalığın adının konması için daha iyi imkanlara sahip olan Ankara'da bir hastaneye İbili'nin sevkini yapar. Oğlu Duran, refakatinde Ankara'ya bindikleri otobüsle iki saatlik bir yolculuktan sonra Mamak'ta ikamet eden ağabeyi Şık Hasan'ın oğlu Ali'nin evine misafir olurlar.

Yıllar önce Ali, tarlanın tapanın karın doyuramayacağını anladığından askerden sonra Ankara'ya gitmiş, bir dairede iş bulup çalışmaya başlamıştı. Aradan geçen zaman içerisinde kendi gayretiyle çok sıkıntılar çekmesine rağmen evlenip çoluk çocuğa karışmış, Mamak semtinde de bir gecekonduya sahip olmuştu. Hoşbeşten sonra yemek, çay, kahve, şuradan, buradan laflama derken gecenin ilerleyen saatlerinde yataklarına çekilirler.

Sabah Ali ve hanımı erkenden kalkıp misafirlerine yavan yaşşık bir kahvaltı hazırlayıp onları yataktan kaldırırlar. Kahvaltıdan sonra bindikleri Belediye otobüsüyle Ali'nin çalıştığı işyerine yakın bir yerde otobüsten inerler. Ali misafirlerini dairenin önünde müsait bir yere oturtup doğru müdürünün odasında soluğu alır.

Müdüre olanı biteni anlatıp ondan bir hafta mazeret izni aldıktan sonra misafirleriyle tekrar bir Belediye otobüsüne binip bir müddet yolculuktan sonra Numune Hastanesi'nin önünde inerler. Hasta kayıt kabule İbili amcasını yazdıran Ali onun oturması için altına bir sandalye arama telaşındayken doktorun kapısındaki hemşirenin “İbrahim Derinyol sıran geldi” duyurusuyla Duran'la beraber amcasını odaya alıp muayene sedyesine yatırırlar.
Doktor hastasını baştan aşağı muayene ettikten sonra kan vermeye gönderir. Kan tahliliydi, yok efendim idrar tahliliydi derken işler uzamakta her gün hastaneye gidiş gelişler sorun olmaktadır. Ali, amcaoğlu Duran'ı ikna edip onu köye işlerinin başına gönderir.

Arkası gelmeyen hastane, ev gidiş gelişleri ve yeme içme masraflarını amcasının itirazlarına rağmen Ali karşılamakta amcası da buna çok kızmaktadır. Hayatında paraya, pula önem vermeyen, ömrü bonkörlükle geçen Çolağın İbili'ye bu durum “Yeğenime yük oluyorum” ezikliği vermektedir.

Yapılan tetkiklerde İbili'nin kanser olduğu, az bir ömrünün kaldığı anlaşılmıştı. Doktor bunu hastasına duyurmadan Ali'ye bir bir anlatmış, dolayısıyla da Ali'nin yüzü üzüntüyle biraz asılmıştır.

Doktor hastayı yarın son bir defa daha getirmesini, ona göre ağrı kesici ilaçlar yazacağını Ali'ye anlatırken konuştukları, üzüntüden kendinden geçmiş olan Ali'nin kulağına girmiyordu bile.

Akşam otobüsle eve dönerlerken Ali'nin üzüntüyle yüzünün asık olması amcasının dikkatinden kaçmaz. Acaba bende kötü hastalık var da yeğenim benden saklıyor yüzü ondan mı eğri, yoksa aileye yük oluyorum da bunun için mi diye veise kapılır. Gerek Ali'nin ona para harcatmaması, gerekse hastalığı onun moralini iyice bozmuş, sabahı yatakta beri öte dönmekle diri etmiştir.

Sabah son defa hastaneye gitmek için bindikleri otobüs ağzı beraber tıklım tıklım dolmuş, yolcuların çoğu ayakta güçlükle durmak suretiyle yolculuk etmektedirler. Ali, rica minnet ayakta yolculuk yapan amcasına oturması için bir gençten müsaade alıp onu oraya oturttuktan sonra bilet almaya yönelir. Kalabalığı yararak düşmesin diye tuttuğu parayı havada elini yumruk yaparak biletçiye doğru yönelirken haliyle ceketinin kolu da dirseğine doğru toplanmış, haliyle bileği meydana çıkmıştı. O anda hastalığı bir yana bırakan Çolağın İbili boyunun da uzunluğundan faydalanarak fırladığı gibi “Gahbe avratlıyım sana para verdirirsem” diye o gür sesi otobüste yankılanırken uzun koluyla, Ali'nin bileğini havada kavramış, kolun görünümü dışarıdan bakıldığında adeta “çomak çeken” bir el şeklini almıştı.

Yolcular arasında o gür sesin verdiği gürültü ve hayatta asla duymadıkları bu yemin karşısında oluşan “şaşkınlık ve panik havası” bir süre sonra yerini gülüşmelere bıraktı. Şoku atlatamayan şoför yolcuları bir durak sonra indirirken kimi olanlara gülüyor, kimi de niçin ilk durakta durmadın diye şoföre bağırıp, çağırıyordu.

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

+++++++++++++++++++++++++++
SEN BASKIN GELDİN
26/01/2012

Ağalığı elden bırakmayan, aklı-fikri av ve avcılıkta olan Tömür Abdullah birkaç dönüm tarlayı ekip biçmeye erindiğinden her yıl Balığın Gara’yı kendine çiftçi (Irgat) tutar. İkisi de lafa gelince baba, çalışmaya gelince boşver kişilerdi. Sal arabasına yükledikleri sapları harmana götürmek üzere tarladan tam yola çıktılar ki karşıdan sap yüklemeye tarlasına giden Şamluoğlu Mehmet Ağa ile iki oğlu Alim ve Irık’la (Ramazan) burun buruna geldiler.
Gara, ani bir hareketle onlara arabalarını durdurmalarını işaret etti. Daha selam vermeden, hal hatır sormadan,

- “Sapın, saçmanın sırası mı Memmet Ağa, emminin oğlu Cılk Ali ölmüş, doğru dönün köye.
Mehmetağa gerisin geriye kör Pişman köye dönerken,
- Nasıl Abdullah dayı adamı tarladan köye bomboş savmak, ona hendek sağdırmak ne tatlı şey değil mi?

Abdullah, olanları şaşkın şaşkın izlerken, “Hatılda önüne gelirse ben garışmam haaa Gara Iskanım” dedi.

Gara, Karıncalı köyünden evlenmişti. İki kaynı ablalarını her ziyarete gelişlerinde bir türlü köylerine dönmeyi bilmi-yorlar, Karacaören'de 10-15 gün kalıyorlar, gezip tozuyorlar, zaten geçimden aciz aileye yük oluyorlardı. Gara, bu duru-mu hanımına belirtmeye çalışıyor ise de suratının ekşime-sinden hanımı her şeyi zaten anlıyordu. Hamid’in Omar, Aytekin'le ortak bir kamyon almışlar nakliyecilik yapıyorlardı. Bunun yanında canlı hayvan alım ve satımı yaptıklarından bir ayakları da şehirde hayvan pazarında oluyordu.

Kendilerine hayvanların bakımında getirip götürmede çoğunlukta Balağın Gara, yerine göre onun işi çıkarsa Güccük Gara'nın sırtı Gara (Mustafa) yardımcı oluyordu.
Gara, kayınlarından kurtulmak için Ömer'in yanına akıl almaya gitti.

- Başımda şöyle şöyle bir hal var, beni bunlardan kurtarın… Ömer! Bizi gönüllersen seni bu dertten kurtarırız. Kayınbabanın adı ney? Adı falan. Bu hafta sen pazara gitme. Sırtı Gara bizimle gitsin ki yapacağımız plan boşa çıkmasın.

Hayvan pazarına gidenlerin dönüş saatine yakın Gara, gezelim bahanesiyle kayınlarını yanına alıp köy meydanına inerken Karakuş Kamyon’da onların yanında korna çalıp durdu. Müşteriler arabadan inerken, “Vah, tüh, o nasıl dövüştü, adamı ne kadar dövdüler” diye ortaya konuşan Ömer, çevrede toplananların dikkatini çekmeye çalışırken açık vermesin diye Balağan Gara'ya da çaktırmadan kaş atıyordu. Meraklının biri oradan hemen atıldı.
- Hayırdır Ömer! Ne dövüşü? Kim kimi dövmüş?
- Vallahi Ahmetağa hayvan pazarında Karıncalılar ile Yağmurlular birbirine girdiler. Karıncalı bir adam çok sopa yedi, ambulansla hastaneye…
Lafı ağzında yarım kaldı. Gara'nın kayınlarından büyüğü,
- Kimmiş? Adı neymiş?
Plan gereği Sırtı Gara,
- Zembelekten boşanırcasına falan oğlu, falanmış…

Balağın Gara'nın iki kaynı aynı anda, “Aboo babam bu babaam” diye Taşlı Gedik’ten dizlerine vurarak aşarken, gülmekten kırılanlara Gara, göz aydınlığına Hafız’ın dükkâ-nından aldığı sadrazam sucuğu lokumunu dağıtıyordu.

Sırtı Gara'nın (sırtı zenciler gibi siyah olduğundan) babası Güccük Gara (Gara dayı, Süleyman Kara kuru biri olduğundan), kardeşi Mustafa Çanakkale Savaşları’nda şehit düşmüş, kendisi de Kurtuluş Savaşı’na katılmıştı. Bulunduğu yerde 5-10 dakikadan fazla kalamaz, yıllarca çare bulamadığı bu sıkılma hastalığından dolayı gitmediği doktor, hoca kalmamıştı. Köy köy dolaşır, gittiği yerlerde savaşlarda başından geçenleri anlatır, dinleyenlerine hoşça vakit geçirtir, akşam namazından sonra ancak evine gelirdi. Şakacı köylüleri onu gördükleri her yerde, “Duyduklarına göre savaşta kardeşi şehit düşene ya da savaşa katılanlara devletin para yardımında bulunacağını” söylüyorlardı. Bu şaka günlerce, aylarca sürerken Gara Dayı’nın kafası karışmaya başlamıştı. Öyle ya; durduk yerde bu laf çıkmaz,  ateş olmayan yerde duman tütmezdi. Bir gün damadı şehirde oturan Cafar, köye Gara Dayı’yı ziyarete gelir. Laf lafı açarken laf döne dolaşa devletin para dağıtacağına gelir dayanır.
Gara Dayı,
- Oğlum bunun aslı, nesli nedir? Bunu hemen araştırıp, bana haber salda kafamdaki bu böcük gitsin.
Damadı, “Vallahi kayınbaba ben böyle bir şey duymadım, ama öğrenirsem köylülerinle sana haber iletirim” der.

Şehre giden damat araştırır, soruşturur böyle bir şeyin olmadığını öğrenir. Haber salmak için şimdiki Tekel binasının önünde köye taşımaya müşteri bekleyen Hamid'in Ömer ve Balağın Gara'ya rast gelir. Pazardan kayınbabamgil yesin diye aldığı sebze ve meyve dolu fileyi onlara teslim ederken; maaş işinin aslının olmadığını, dolayısıyla kayınbabasının boş hayale kapılıp ümitlenmemesini salık verir. Köye vardıklarında Ömer, kamyonu Aytekin'le garaja çekerlerken Balağın Gara da, Cafar'ın verdiği fileyi Gara Dayı'nın evine götürür.

Selam ve hoş beşten sonra, “Müjdemi isterim Gara Dayı! Senin para işin olmuş, artık devlet seni maaşa bağlamış, hatta ilk maaşını damadın Cafar parayı Ömer'e teslim etti, git ondan al” diyen Gara oradan ayrılırken hendek sağdırmanın (dalga geçmenin) zevkini kahkahalarla yaşıyordu. Gara Dayı, sevinçle soluğu Hamid'in Omar'ın evinde aldı. Çayları höpürdetirlerken aklı fikri paradaydı. İhtiyaçları vardı. İşi fazla uzatmadan parayı istedi. Ömer,

- Vallahi Sülayman ağa ben düşürürüm diye parayı danacının Hayrullah'a vermiştim, paran onda.

Gara Dayı, Hayrullah'ın kapısını çaldığında elinin boşa çıkacağını bilemezdi. Hayrullah da, onu Apoon Nahat’e havale etti. Soluk soluğa kalan Gara Dayı, zor kötek nefes aldığından dolayı Nahat’e meramını anlatırken güçlük çekiyordu. Nahat, adamla eğlenmeyi pek beceremezdi, başını bir sağa, bir sola çevirdi, ne desin, nasıl Güccük Gara'yı başından savsın.
- Süleyman ağa; ben parayı bacanağım Alooon Dağıstan'a evi sana benden daha yakın diye vermiştim paran onda git al, derken utancından yere bakıyordu.

Gara Dayı'nın yürümekten ayağına kara su inmişti. Nasıl olsa Dağıstan ev komşusuydu. Parayı ordan alır almaz hemen evime varıp yorgunluğumu gideririm diye iç geçirip tekrar yola düştü. Dağıstan bu işin şaka olduğunu Gara Dayı'ya diyecek oldu diyemedi.

- Ben parayı Aytekin'e teslim ettim, demesiyle ahırda hayvanlara yem dökeceğim bahanesiyle kaytarması bir oldu.
Aytekin, Gara Dayı'yı görünce şaşırır gibi oldu. Adamın yorgunluğu diz boyuydu. Atlatmasına atlatacak, ondan kurtulacak, ama içindeki yalan sevmezlik daha baskın geldi.
- Süleyman ağa yıllarca beraber komşuluk yaptık, seni severim, doğruyu söyleyecek olursam aslında böyle bir şey yok. Bütün bu dümenler Balağın Gara'nın uydurmasıdır.

Gara Dayı o an bütün yorgunluğunu unutmuş kendisine oynanan bu oyunu hazmedememişti. Olayı hanımına tek tek anlatırken ağlamamak için kendisini zor tutarken onları dinleyen bıyıkları henüz yeni yeni terleyen oğlu Sırtı Gara Mustafa, “Baba sen üzülme ben bunun ahını Balağın Gara'dan alırım” diye kendi kendine samranıyordu.

Olaydan bir ay ya geçmiş, ya geçmemişti. Sırtı Gara, Balağın Gara'ya Fedaker'in kahvesinde rast geldi.
- İhsan abi ellam senin bir şeyden haberin yok. Ben şimdi Bozlapa'dan (Boztepe) geldim. Enişten Memiş'in evi ağıt tufan.
“Hayırdır Mustafa? Eniştem de, bacım da bir şey mi var” diye hem sorular soruyor, hem de telaştan ne yapacağını bilemiyordu.
- Enişten Memiş'in benzinliği patlayıp yanmış, her yer simsiyah. Bacın ile enişten ölmüş.
Daha Sırtı Gara'nın lafı bitmeden Balağın Gara Boztepe'yi yağan yağmura aldırmadan koşarak bulmuştu bile. Boztepe'ye varınca öyle bir şey olmadığını gören Gara, kimseye bir şey demeden gerisin geriye Karacaören'in yolunu tutarken, “Tömür Abdullah'ın dediği çıktı. Yaptığım hatılda önüme geldi” dedi.

Utanma duygusuyla köye girdiğinde kendisini dört gözle bekleyen Sırtı Gara'yı görünce, “Sen benden baskın çıktın, helal olsun” deyip terlerini silerek evinin yolunu tutarken, “Ula ben seni kayınlarından kurtardım, senin babama yaptığın ayıp değil mi?” diyen Sırtı Gara'nın sesini duymuyordu bile.

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

++++++++++++++++++++++++++++++
AKÇAAL’DA KÜLLEMEÇ OYUNU
21/01/2012

Vakit ikindiye yaklaşıyordu. Eli boş köylüler Müdür Mehmet'in duvarının gölgesine toplanmışlar, kendi aralarında sağdan-soldan laflıyorlar, arada yerine göre birbirleriyle şakalaşıp gülüşüyorlardı. Muzip Agoon Mehmet, eline aldığı uzun bir çubuğu damın çelenine sokup çıkarıyor, oradan çıkan tozlar da yavaş yavaş Gogu Halil'in şapkasına öğünüyordu (dökülüyordu). Bir başkası da elinde topladığı ufak taş parçacıklarını çaktırmadan arada sırada Halil emmisine rastgele atıyordu. Amaçları Gogu'yu kızdırmak, bağırttırıp, çağırttırmaktı. Bulundukları yer tozlu toprağın ve küllüğün (kül atılan yer) bol olduğu yerdi. Çabaları fazla uzun sürmedi, orada bulunan herkes yerden avuçladıkları külü veya toprağı birbirinin ağzına, burnuna, gözüne sürüyor, oradan çıkan yaşların bunlarla karışmasıyla yüzlerindeki renkler değişiyor, üst başları toza, toprağa beleniyor, çıkan tozdan göz gözü görmüyordu. Bu işte en çok zarar gören kişi Gogu olduğundan bağırtısı, çağırtısı ve ettiği küfürler ortalığı inletiyordu.
Köylünün birbirine yaptığı bu şakayı yabancı biri görse galiba bunlar dövüşüyor zannedip ayırt etmeye koşardı. Kırşehir'de şimdiki Cacabey Parkı’nın olduğu yerde Ziraat Bankası ve Belediye binaları vardı. Şimdiki Belediye'nin olduğu yer ise buğday pazarına tahsis edilmiş boş arsaydı. Köylü Pazartesi günleri burada yanında getirdiği arpa, buğday, yulaf gibi mahsulleri ile düğ, bulgur, yarma gibi şahman buğdayın taş sokuda tokmakla dövülüp değirmende çekilmesiyle elde edilen ürünleri satardı. Ziraat Bankası’nda tohum yardımı için çiftçi köylülere Pank denen para dağıtılırken, oluşan kuyrukta şakacı Karacaörenlilerden biri Gogu Halil'in arkasına tutuşturduğu gazete kağıdını ateşe verir. O anda panik, bağırtı, çığırtı ve akabinde çıkan arbede de bankada bulunan herkesin bir anda dışarıya hücum etmesiyle ezilenler olmuş, banka çevresi meraklılarca doluşmuştu. Karacaörenlilerin gülüşmelerine toplananlar şaşkın şaşkın bakıyor, öyle şaka olmaz diyorlardı.

Bir Pazar günü Karacaörenliler akşamdan köyden yükledikleri mahsullerini buğday pazarına bıraktıktan sonra eşek ve atlarını hancıya emanet edip, şehri aşağı yukarı şöyle bir gezdikten sonra buğday seklemlerinin (çuval) üzerine yatıp uykuya dalarlar. Sabah erken kalkıp Cacabey Camii yanındaki Taşlı Çeşme’de ellerini yüzlerini yıkayıp karınlarını doyurduktan sonra şimdiki Belediye binasının olduğu yerde kurulan pazarda müşteri beklemeye başlarlar. Sabahın erken saatleri olduğundan daha henüz müşteri gelmediği için onlarda birbiriyle yarenlik edip vakit geçiriyordu. Bir süre sonra ortalık güneş çıkmasıyla daha da aydınlanmış, insanlar da yavaş yavaş işine gücüne gitmeye başlamıştı. Halıcılar da getirdikleri yastık, minder, kilim gibi el dokuma ürünleri buğday pazarının kenarlarına diziyor, bir yandan da sorucu müşterilere cevap veriyorlardı. O anda pazarın buğday satılan bölümünde ortalığı bir toz bulutu kapladı. Bağırtılar, çağırtılar, gülüşmeler birbirine karışırken, toplanan vatandaşlar durumun vahametini anlamaya çalışıyorlardı.

Meğerse müşteri beklemekten sabahın ayazında üşüyen Karacaörenliler; biraz hareket edelim de ısınalım diye önceden yanlarında getirdikleri kül ve toprakları birbirine atıyor, yani kendi tabirleriyle küllemeç oynuyorlardı. Oradaki karışıklık o anda görevine giden şehrin Valisinin de dikkatini çekmiş, şoförüne arabayı durdurttuktan sonra araçta bulunan koruma polisine durumu öğrenmesi için tembih ederken, eğer dövüşü sen ayıramazsan emniyetten güç iste diye talimatlar yağdırıyordu.

Aradan beş on dakika geçti geçmedi koruma polisi gülümser vaziyette geri döndü. Eğer araçtaki adam Vali değil de bir başkası olsa polis pazarda gördüklerinden gülmekten altına kaçırabilirdi.

- Sayın Valim oradaki kalabalık dövüş değil Karacaörenlilerin kendi aralarında birbirine yaptığı şakaymış.
Vali şaşırmış, ne diyeceğini bilememişti.
- Demek gördüklerimiz şaka ha diyerek arabadan inip Karacaörenlilerin yanına vardı.
- Beni de aranıza alır mısınız, arkadaşlığınıza kabul eder misiniz derken şaşkınlığı yüzünden okunuyordu.

Akçaal Kırşehir'in, Konya ovasını andıran düzlük mü düzlük, verimli toprakları, şırıl şırıl akan çeşmeleriyle diğer köylülerin gıpta ile baktığı sulak bir arazi üzerine kurulan bir köydür. Şehrin takriben on beş kilometre güney yönünde olan bu köyde arazinin kumsal oluşundan dolayı ekinler çevre yerleşim yerlerine göre bir ay önce yetişirdi. Adeta Kırşehir'in Adana’sı diye anılır. Ekin biçmeye az bir süre kala tırpanını eline alan ırgatlar bu köye gelir, bir ağanın yanına sığınıp onun tahsis ettiği çadırlara yerleşir, biçme işi bittiğinde tekrar köylerine dönüp oradaki yetişenleri biçip yıllık yeygilerini (masraflarını) çıkarırlardı.

Her yıl olduğu gibi o yılda Karacaören köyünden Kör Mevlit, Gizirin Cüllüz (İsmail), Memiğin Topal Irza, Bidi Gaya (İreşit), Hakkı'nın Mehmet ve Hamo kendi aralarında bir grup oluşturup Şehmuz Ağa'nın Kırşehir yolu üzerinde kurduğu çadıra yerleşmişlerdi. Şehmuz Ağa, babadan miras kalan tarlaları ekip biçer onunla geçimini sağlardı. Kız evlatları o yıllarda baba malından miras almadıklarından, Şehmuz'un da babasının tek oğlu olduğundan tarlalar hiç bölünmemişti. Irgatlar akşama kadar tırpan sallar, akşam olunca da ağanın kurduğu sofrada karınlarını doyurduktan sonra çadırda gelmişten geçmişten konuşurken yorgunluktan uyuyup kalırlardı. Karacaörenliler boş zamanlarında kendi aralarında şaka yapıyor, küllemeç oynuyorlar, ama bir lezafet (lezzet) alamıyor, buna nasıl bir çare buluruz diye kara kara düşünüyorlardı. Pazar günü tarlayı erken bitirip çadıra geldiler. Bir iki şaka yapsalar da hep aynı şeyler olduğu için bundan çabuk usandılar.
Akçaal'a geleli epey zaman olmuştu. Evi ve çocuklarını canları istiyor, bunun verdiği moral bozukluğu ile birbirine somurtmaya, arada basit şeyler için bile birbirini kırmaya varan sıkıntıları oluyordu. Bunun böyle gitmeyeceğini düşünen Kör Mevlit, bir muziplik düşünerek çadırın içerisine bir iki şeker torbası tozlu, kumlu toprak doldururken diğerleri de onu ilgiyle izliyorlardı. Meraklı arkadaşlarına planını olduğu gibi anlatırken sabah olacaklara daha şimdiden gülüşmeler arasında derin bir uykuya daldılar.

Pazartesi günü atına, eşeğine binen Akçaallılar sabah daha gün çavmadan (çıkmadan) satmak için yanlarına aldıkları tuluk peyniri, çömlek, yağ, süt, yoğurt, yumurta gibi çabuk bozulabilecek ürünleri bir an evvel şehirde kurulan pazara yetiştirmek için acele acele evden ekmeğini dahi yemeden yola çıkmışlardı. Kafayı çadırdan dışarı uzatan Kör Mevlit, gelen kalabalığı görünce arkadaşlarına bir işaret yaparken herkes rolünü anında üstlendi. Güya Gizirin Cüllüz ölüyor, orta yerde yatarken sözde kardeşi Kör Mevlit, ağıdın birini yakıp bitirirken diğerine başlıyordu.

“Aslan gibi gardaşım, deveyi yıkan gardaşım, şöyle soylu, böyle babayiğit gardaşım” diye dışarıdan geçenlere duyulacak şekilde bas bas bağırıyor bir yandan da gözünün ucuyla da geçenlerin tepkisini görmeye çalışıyordu. Ölünün etrafını çevirenler hem acıyla dizlerine vuruyor, hem de içeri biri girecek mi diye çadırın kapısına bakıyorlardı. Sesleri duyan birinci grup işleri acele olduğundan yollarına devam ederlerken bir yandan da, “Vah, tüh, pek gençmiş (ağıt öyle diyor). Keşke onlara yardımcı olabilseydik” diye çaresizlikle birbirine bakıyorlar, ellerinden bir şey gelmediği için üzülürlerken her şeye rağmen yollarına devam ediyorlardı.

Birinci gruptan eli boş çıkan Karacaörenliler az buçuk üzülseler de ikinci grup köylüleri görünce sevindiler. Hemen harekete geçip bu kez daha hızlı bir şekilde hep beraber koro halinde ağıta başladılar. Seslerinin gürlüğü gidenlerin dikkatini çekmiş baktıkları delikten netice alacak gibi olmuşlardı. Hızlı hareket eden köylüler yavaşlamış, bir kısmı yolumuza devam edelim derken, bazı vicdan sahipleri de yağsı, yumurtası batsın, çadırda ölü varken şimdi onların sırası mı diye ellerindekileri yere bırakıp çadırın kapısına yönelirlerken hem ağlayan, hem de dışarıyı gözetleyen Kör Mevlit, çadırın araladığı kapısından merakla içeri süzülenleri hızla kolundan tuttuğu gibi içeri çekiyor, hazır kıta tetikte bekleyen arkadaşları da önlerinde duran toprakları bunların üstüne savururken çıkan tozdan göz gözü görmüyordu.

Küllemeç oyunu ortadaki toprak bitinceye kadar devam etmiş, fırsatını bulup çadırdan kaçan Akçaallıların küfürlerine, Karacaörenlilerin kahkahaları karışıyordu. Çadıra girmeyen diğer köylüler oradan üstü başı toz-toprak olmuş, adeta tanımakta güçlük çektikleri arkadaşlarına hangır hangır gülerlerken, elin ölüsünün, dirisinin haltını karıştırmak size mi kaldı diye kızıyorlardı.

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

++++++++++++++++++++++++++++
GAYDIR OSMAN’IN YOZ MALI

 

18/01/2012

Oturduğu duvarın gölgesinde derin derin düşüncelere dalmış, fosur fosur cuvarasını tüttürüyor, üstündeki boz urbanın rengi gölgeye karışmış adeta seçilmiyordu. Sakat olan sağ bacağını bükemediğinden kendinden biraz uzak mesafede küs gibi duruyordu.
Evde olsun, yatakta olsun, camii de olsun bükemediği bu ayağın neredeyse bir gün başına bela açacağından korkuyordu. Damadı Güdük Raşit'le beraber Mayıs ayında güze ödemeye Celepçilerden ikişer öküz almıştı. Çıkan mahsulden unluk, bulgurluk elde edememişti ki, öküzlerin parasını nasıl ödeyebilsin... O bunları düşünürken yanından geçen tomofilin (otomobil) kornasıyla kendine geldi. Öfkesini adeta şoförden alırcasına, “Neredeyse ayağımı çiğneyecektin dürzü. Çeriyin başını öte çeksene” diyen bağırtısı otomobilin sesine karıştı. Adı Osman'dı, ama ayağının sakatlığından, gaydırarak yürümesinden adı Eniştelerin Gaydır Osman'a çıkmıştı. Oğulları Bekir ile Abduraman Çanakkale Savaşı’na katılmış, bu savaşın bitiminde az buçuk köyde kalmış, bu kez de Kurtuluş Savaşı’na katılmak için köyden ayrılmışlardı.

Gaydır Osman, küçük oğlu Salman’la çift koşmuş, tırpan sallamış, yerine göre kerpiç kesmiş, evinin geçimini sağlamak için var gücüyle çalışmış, ömrünü şükür, sabırla geçiren kanaatkar biriydi. Yoksulluk her Karacaörenli gibi onda da diz boyuydu. Ahırında iki eşek, bir inek, parası ödenmedik baş belası iki öküz... Onlarında açlıktan kimi anırır, kimi mörürdü. Onlara yem, su vermeye kendinde ahıra girmeye yüz bulamıyordu. Bir kötü keçi var o da öğleden sonra sürüye katılır, dağda yayılır, ertesi gün öğleye doğru eve gelirdi.
O yıl mahallenin davarını Arzının Alisman güdüyordu. O da iki de bir kapıya gelip iki üç yıldır güttüğü keçinin parasını istiyordu.
Bir keresinde,
- “Ula Ali Osman sana işim düştü. Bugün yarın Celepçi gelirse ben seni çağırttırdığımda Ali Osman benim yoz mallar nasıl diye sorarsam aman açık verme. Tek ben sana iki keçi güdümlük parası vereyim.
- İyi de Osman ağa bu iş nasıl olacak? Benim aklım ermedi.
Ali Osman,
- Güya benim dağlarda yayılan yüz kadar yoz malım var. Bunu da sen güdüyorsun. Anlaşıldı mı?
- Evet.

Dışarı akşama yaklaşıyordu gözleri ışıl ışıldı. Bereket Celepçi daha gelmemişti. Bundan sonra da gelmezdi. O geceyi rahat rahat geçirdi. Sabah horozlar öttü ötmedi tahta kapısı çalmaya başladı. Gelenler korktuğu Celepçilerdi. Rahat bir uykuyu kendisine çok görmüşlerdi sanki. Gözlerini üfeleyerek onlara kapıyı açtı. Bazı köylüleri Celepçi geldiğinde ya sandığa saklanır, ya üstüne yatak, yorgan, pala, çuval kaydırıp (örtüp) altında ağırlıktan tısıl tısıl terlerlerdi. Ama Osman yapı icabı bunu yapamazdı. Nasıl olsa parası yoktu. Celepçi canını alacak değildi ya...  Al götür iki tırnağı kırık öküzünü der, onlar da götüremeyeceğine göre üstüne farkını ekletip öbür seneye ödemeye başından savardı.
Misafirlere çay kahvaltı derken dışarı öğleye yaklaşıyordu.

- Hanım, Ali Osman yozdan (!) geldiyse çağır bakalım. Bir haber alalım. Sen bir yandan da onun azığını hazırla.

Ali Osman davarı dağıtmış, evine gidiyordu ki birden Gaydır Osman'ın hanımının çağırmasıyla geriye döndü. Kendisine işleri düşmüştü, yalancı şahitlik yapacaktı. Selam verip bir kenara ilişti.
Gel, Ali Osman'ım gel...
- Selamın aleyküm.

“Nasıl otlar geçiyor mu, büvelek kalktı mı, canavar rahatsız ediyor mu” gibi soru üstüne soru yağdırırken Gay-dır Osman, kendisine bir ağa pozu vermeyi ihmal etmiyor-du. Durumu ağzı kulaklarında dinleyen Celepçi de, Osman ağadan para isteyecek hal kalmadı. Ben sonra gelirim diye kapıdan çıkarken yemeğe de buyur diyen ev sahibinin sesi küçücük hayatta (avlu) çınlıyordu. Celepçi esnafı köylerden topladıkları boğaları zamanla eneyip (kışırlaştırıp) öküz olarak Mayıs-Haziran ayla-rında güde güde köy çiftçilerine güz ödemeye (harman kalkımına) taksitle satarlardı. Vakti de gelince alacak-larını almaya tekrar yollara dökülürlerdi. Celepçiler, Gaydır Osman'ın evine o gün misafir olmadılarsa da ertesi gün geldiler. Osman'ın hanımı ortaya salçalı, yoğurtlu bir mantı pişirip getirdi. Biraz da baş soğan koydu. Misafirler yemeği beğenmişler iştahla yerlerken bir yandan da kırmızı bocayı tepeye dikiyorlardı.

Misafirperver Osman'ın, “Hanım gücük küp dursun, büyük küpten pekmez getir!” diyen sesi ortalığa aksetti.

Evde kötü, kara, geçmiş pekmez vardı. Osman, “Güccük küp dursun, böyük küpten olsun” derken komşudan ödünç gelecek pekmezi kastediyordu. Yemekten sonra sofraya konan turşu ile pekmez yiyenlere bir daha yeme iştahı doğuruyordu. Komşudan gelen kahveler de yemeğin tuzu biberi oldu ki Osman ağanın değme keyfine...

- Oğlum Ali Osman mala müşteri gelmişti, dağa göndermiştim, gelip baktılar mı?
- Baktılar, beğendiler de parayı seneye öderiz diyorlar!
- Sen bilirsin ağam!
Yok dese kendine öküzleri veren nasıl verdi!

Verelim be Ali Osman, verelim derken cuvaranın bir diğeri yanıyordu. Bu yalanlar ve devamındaki ikramlar o yılı bitirip, öbür yılı, daha öbür yılı getirdi. Atlatmalar böyle devam edip gidiyordu. Celepçi de artık bu işten gıcık almaya, huylanmaya başlamıştı. Sunulan ikramlar karşısında Gaydır Osman'a bir şey diyemiyor, alacaklı değil de sanki o kapıya borçlu biriymiş gibi utanarak giriyordu. Her varış gelişinde bazen bulgur pilavı yanında soğan, bazen düğ aşı veya katma aşı ikram ediliyordu. Osman ağanın elinden gelen ancak bu ikramlardı. Onlar zannediyorlar ki Osman ağa zengin, ama yılanın toprağı biter diye azar azar yediği gibi iktisatlı yiyip içiyor, zengin gibi davranmıyordu.

Herhangi bir köylüye de bunu sorup öğrenmeye tenezzül etmiyorlardı. Ali Osman'ın yalancı şahitlik yapmak artık canına tak etmişti. Kaç seferdir bunu açığa vurmaya çalışsa da gördüğü iltifat, alacağı iki güdümlük para onun elini kolunu bağlıyordu.

İki güdümlük ağız bağı parası alacak, ama eski borçlar da birikip geliyor. Osman bunu zaten hiç ödemiyordu. O gün oda çok kalabalıktı yiyip içme, çay, kahve derken, “Eee Ali Osman anlat bakalım” diyen Gaydır Osman'ın lafı bitmeden havada kaldı.

“Ula Gaydır Osman bende katılı bir gürrük keçin var. Eettin yüz adet yoz malı. Yeter sana ettiğim yalancı şahitlik” deyip odayı terk etti. Odada buz gibi hava esmiş, her şey sır olmaktan çıkıp su yüzüne dökülmüştü.

Celepçi başı,
- Osman ağa yıllardır seni ve damadın Güdük İrşed’i idare ettim. Yedirdiğinin de, içirdiğinin de hatırı bitti. Bir hafta sonra kapındayım ona göre.

Celepçinin gelme günü yaklaşmış Osman ağa yıllar sonra yine kara yaslara bürünmüş, öyle dalgın cuvarayı tüttürüyordu ki, yanına gelen Eniştelerin Hakkı'nın selamını duymadı bile.
Aradan bir süre geçtikten sonra Hakkı duramadı.

- Ula Osman şurada deminden beri oturup seni seyrediyom. Selam verdim duymadın. Ha bire cuvarayı derin derin çekiştiriyon. Allah aşkına bir derdin varsa söyle de biz de bilelim.
- Yok, be Emmioğlu durum senin bildiğin gibi değil. Kemal Onbaşı (Atatürk) Salman'ı askere istiyor onun derdi. Celepçi süre verdi o da doluyor. Öküzlerin para derdi. Habboca okul yaptırıyor (Habip Arıöz) beni ve Salman'ı amele istiyor onun derdi. Gelinler arada birbirine giriyor onların derdi beni yedi bitirdi. Gel sen olda bu zıkkımı bırak derken gözlerinden akanlardan haberi bile yoktu.

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

+++++++++++++++++++++++++
KELLENİN EKMAA...

14/01/2012

Oğlan evinden çıkan köyün gençleri davul zurna önde olmak üzere oluşturdukları kortejle mezarın başına doğru yürürlerken tabanca, tüfek seslerine karışan, “Gezi bağlarından dolanıyorum/ Yitirdim yarimi aranıyorum” türküsünü hep bir ağızdan söylüyorlardı. Haftalar öncesinden düğün hazırlıklarına başlanmıştı. Harmanını kaldırıp mahsulünü satan köylünün cebi paralanmış ve nişanlı oğlunu artık evermenin zamanı gelmiştir. Önce şehirden abdallar ayarlanır, kızın ve oğlanın çeyiz ihtiyaçları karşılanır, davetiye olmadığı için görevlendirilen bir kişi veya kadın ev ev dolaşarak akide şekeri vermek suretiyle düğüne davet eder, imkanı olan dana, tosun ya da inek keserek etliğini hazırlar, üç gün sürecek düğün hazırlığını tamamlardı.
Karacaören'de düğünün tek sorumlusu yasakçı denen kişilerdi. Bayrak kaldırma organizasyonundan tut ki çeyiz götürme, kınacıları götürme, kayınların hizmetinden hep bu işin ehli kişiler sorumlu olurdu. Bunların başını Garamiyalların Güzülü Halibaam denen adam çekerdi. Düğünlerin en gözde kişileri erkek köçeklerdi ki bunlarında başını Metin köçek çeker, yere atılan paraları köprü kurarak ağzıyla alır, oynak oyun havalarına oynarken vücudunun her yeri tir tir titrerdi. Düğünlerin tadı tuzu kayınlardı ki onların oğlan evine, odada yanan lüküsün gömleğine, görevli yasakçıya, abdallara, köçeklere, davulunu yardıkları davulcuya, tam pilav isteriz diye aşçıya yaptıkları eziyetlerin yanında attıkları mermilerle odada deldikleri hezenlerin sayısı günlerce dillerden düşmezdi. Hele kayınların içinde Moruğun Nazim olursa ortada oynayan köçekle oynamaya durur ondan daha iyi oynaması da ustalardan "bize katıl" teklifini getirirdi. Uluyol da yapılan dövüşlü, kavgalı at yarışmalarını seyretmek izleyenlere daha başka bir haz verirdi.

Yarışa katılan çevre köylerden Boztepeli, Dalakçılı, Horlalı, Kümbetli binicilerin “ben kazanacağım” hırsı atları çatlama durumuna getirir, yarışı kazanamayanlar ise “ben kazanacaktım ama beni copunla ittin, atını önüme sürdün” gibi bahanelerle çıngar çıkarırlardı. Düğünlerde gelin önü kesme adetti ama bunu ticarete dökenler de vardı. Hele Karacaören'den bir kız başka bir köye gelin giderse bahşişi beğenmeyen bu kişilerle kız evi arasında dövüş çıkardı da kimse Çingioğlu'nun Cemal'le kötü olmak istemezdi. Düğünlerde yemeğe konacak et gereksinimi (etlik) genelde elinde imkanı olanlar dana, tosun, inek gibi hayvanları kesmek suretiyle karşılarlardı. Etler sofralarda davetlilerin midesini boylarken hayvanın kellesi de düzenlenen "kelle atımı" yarışması töreniyle çekişmeli sahnelere neden olurdu. Ne zaman başladığı belli olmayan bu gelenek yetmişli yılların ortalarına kadar sürse de yavaş yavaş, iddiasını kaybede kaybede zamanla her gelenek gibi kaybolup gitti. Kelle ilk önceleri köyün en yüksek damı olan (o yıllarda üzerinde kiremidi olmadığı için) eski camiye, daha sonraları da Tombul İsmail'in konağına atılmaya başlanmıştı. Öğleden sonra davul zurna eşliğinde konağın etrafına doluşan köylü ve çevre köylerden gelen davetliler büyük bir kalabalık oluştururlardı.

Davul ve zurnalar ağır ve ezgin bir hava çalarlarken köy ve çevre köylerden gelen kendine güvenen gençler kulağından tuttukları kelleleri güçlerinin yettiğince önce başının biraz üstüne, sonra biraz daha üstüne ata ata birbirlerinin kuvvetini sınama yoluna giderlerdi. Sonradan iş gittikçe kızışır, kelleyi dama ilk atan kişi diğer rakiplerinin atmasını bekler, onlar da dama kelleyi atınca futboldaki penaltı atışları gibi yarış devam ederken dama iki çıta çakılır, aralarına gerilen ipten kelleyi kim aşırırsa yarışmayı o kazanmış olurdu. Yarışmayı kazanan genç kendince güçlülüğünü orada toplananlara kanıtlamış olur, bunun göstergesi olarak da fakir dahi olsa toplanan kalabalığı evine götürür ve masrafları cebinden çekerdi. Bu kişiler toplananlara ilk yıllarda üzüm şerbeti dağıtırken zamanla bunun yerine akide şekeri dağıtırlardı.
Mükafatları da eğer veren olursa bir gömlek olsa da kendisini kanıtlaması ona yetiyordu. Atmışlı yılların içerisinde Almanya'nın işçi alımına kadar Kaalerin Goca Kütük, Gogu'nun Fehmi, Kenedi Kemal, Gımır Salinin Abdullah, Kaalerin Duran, Dabıcın Hidiyat, Nebilerin Asım, Haymininin Memmet Ali sonradan yetişip bunlara katılan Dedeoğulların Çete İbraam, Haymininin Tüccar gibi gençler ikinci dönem kelleciler olarak anılıp kaldılar. Kenedi Kemal tesadüfen bulunduğu Özbağ'da bir kelle atımında dama kelleyi atınca buna bozulan gençler onu dövmeye kalkmışlarsa da Karacaören yeğeni olan Nayılının Ahmet onu kurtarmıştır.
Bunun bir benzeri de Gımır Salinin Abdulanın başına Temirli köyünde gelmişse de muhtar araya girip misafir diye onu korumuştur. Düğünlerde kelle atmak komşu köyden gelen gençlerle Karacaörenli gençler arasında rekabetin doğmasına yol açardı. Bu yarışmalarda en çok göze batan Boztepeli gençlerle, Karacaörenli gençlerin rekabeti daha bir farklıydı. Yarışları çok çekişmeli geçer, dam kafi gelmez çelene ip gerilirdi. Bazen Boztepe'de bazen de Karacaören'de gerilen bu ipe germe veya gevşetme hilesi yapıldığı zannıyla dövüş bile çıktığı olurdu. Boztepeli babayiğit gençler Cafarın Mustafa, Hediyenin Memmet, Oskinin Memmet, Karacaörenlileri atımda zorlasa da Müdürlerin Rüştü daha bir başkaydı. Tuttuğu kelleyi adete bir kağıt parçasıymış gibi anında dama fırlattığı bir oluyordu. Öyle ki eve kalabalık götürdüğünden dolayı hanımıyla arasının açıldığı duyulsa da zamanla Kaalerin Goca Kütük ve Duran, Rüştü'yü zorlamaya başladılar.

Düğünlerin birinde Rüştü kelleyi dama ağırdan ağırdan, boy yükselterek atıyor, Goca Kütüğün babası Kaanın Irza bunu kendince dalga geçme veya hafife alma olarak yorumluyor, “Ah Kütük'üm saptan gelip de buraya bir yetişse" diye iç geçiriyordu. Öyle de oldu. Kütük yetiştiği gibi Rüştü'yü alt ederek babasını içinde bulunduğu veisten kurtardı. Bu olayın bir benzeri de kuyuda atları sulayan Goca Duran'ın başına gelir, yetiştiği gibi kelleyi damın ortasına fırlatması bir olur. Kırklı, ellili yıllarda bazı Karacaörenliler baharın gelmesiyle Ankara'ya amele olarak inşaat işçiliğine çalışmaya giderler, ırgatlık ayı geldiğinde de çevreye göre ekinleri bir ay erken yetişen Akçaağıl köyünde tırpan sallarlar sonra da aynı işi köylerinde yapmak için dönüş yaparlardı. Bir Ankara dönüşünde yaya olarak yol alan Karacaören'den aynı zamanda birinci dönem kellecilerden olan Göbül Halil, İybin Ostuk, Bal Memmet, Kara Sali, Dabıcın Mustafa, Eleyin Gara Memmet, Arabın Mustafa, Meleğen Irza’ya ilaveten Boztepeli, Kellecilerden Ahat, Müdürlerin Kel Memmet, Cafarın Memmet, Omar Çavuş, Abbas, Memmet Doğan, Kütoğlanın Rüştü gibi gençler aç ve yorgun olarak köylerine doğru yol almaktadırlar. Ankara ile köylerinin arası yaya olarak günlerce sürdüğü için dönüşleri bir azap ve sefalet oluyordu. Bala'dan geçtiklerinden çok zaman sonra gün yavaş yavaş kayboluyordu ki kulaklarına uzaklardan davul, zurna sesleri gelmeye başladı.

Karacaörenliler seslerin geldiği yöne doğru yol alırlarken Boztepeliler "biran önce köyümüze yetişelim” diye kafileden ayrılıp yollarına perme perişan devam ettiler. Karacaörenliler az bir yolculuktan sonra köye girerken abdallar onları misafir zannedip davul zurna ile karşılarlarken bahşişleri ceplerine konmuştu bile. Onları ilk önce düğün sahibi ve yakınları karşıladı. Kız tarafı hayırlı olsuna dışarıdan gelenleri zannederek misafirlere bol bol ikramda bulundular. Düğün sahibi hal hatırdan sonra işin aslını öğrenmiş, başka misafirlerin masalarını dolaşmaya başlamıştı. Bir müddet sonra davul, zurna ve zil seslerine karışan köylülerin konuşmalarına kulak kabartan misafirler duyduklarından bir şeyler anlamaya çalışıyorlardı. Meğer ertesi günü düğünde kelle atılacakmış…
Köyün gençleri her düğünde bu köyü yeniyor, üstüne üslük birde dalga geçiyorlar, “öbür düğüne kadar iyi yallanın da kelleyi yerinden kaldırın" diyorlardı. Adamların konuşmalarını duyan ve anlayan, onların yüz ifadelerindeki gerginliği gören Karacaörenliler, “nedir sizin derdiniz hemşerim? İstemeyerek size şurada kulak misafiri olduk anlatında meseleyi bizde bilelim" derler. Ağzı laf yapan köylülerden biri “başımızda böyle böyle bir kelle derdi var ki sormayın gitsin" diyerek başlattığı sözü, “siz ne yapacaksınız bizim derdimizi hemşerim?" diyerek bitirdi. Biraz suskunluktan sonra, “sizin derdiniz kolay hemşerim, bana düğün sahibini çağırın" diyen Bal Memmet'in konuşması bu sessizliği bozdu. Yerinden kalkan köylülerden birisi düğün sahibiyle az sonra masaya geldi. "Buyurun ağalar, aha size düğün sahibi" deyip gerisin geriye çekilerek onları baş başa bırakıp yerine geçti. Düğün sahibi, “Beni emretmişsiniz buyurun ağalar"..."Ağa sizin başınızda köy olarak bir dert varmış, bizim karnımızı bugün ve yarın yeterince doyurun, altımıza yatağımızı serin yarın biz sizi rahatlatmış olalım" diyen Bal Memmet bir gözüyle de arkadaşlarına gülücük atıyordu. Ertesi günü öğle yemeğinden sonra davul, zurna eşliğinde yüksekçe bir konağın olduğu yerde biriken kalabalığa karıştılar.
Bir müddet sonra "kelle atanlar ortaya" diye çağıran cazgırın sesiyle damın altında toplanan diğer kellecilerle göz göze gelip selamlaştılar. Kelle atımına başlandığında Karacaörenliler damı önceden o değilden usulen şöyle bir süzüp işi hafiften alarak diğer köyden gelen kellecilerden güç durumlarını ölçüp biçiyorlar ona göre de sıraları gelince kelleyi dama atıyorlardı. Bu durum bir müddet devam ettikten sonra kelleyi dama ulaştırdılar. Rakipleri de aynısını yaptılar. Gözler fal taşı gibi açılmıştı, “nerden çıktı bu iri kıyım adamlar?” diye herkes birbirine sorular soruyordu. Rakip köylüler bunu kabul etmeyip dama ip serilmesini istedilerse de sonuç değişmemiş, Karacaörenliler adına yarıştıkları (…....) köyünü kelle atımında ilk defa birinci getirmişlerdi. Davul zurna eşliğinde bütün köylü onları durmadan alkışlıyordu. O günde köylü zafer kazanan kellecileri misafir edip yedirip içirdi. Ertesi gün bir ellerine aldıkları hedaye diğer ellerinde de yolda yersiniz diye çıkılarına konan azıklar olduğu halde köylülerle vedalaşan Karacaörenlilerin o an keyiflerine diyecek yoktu. Adeta tırısa kalkmış at gibiydiler, üç gün süren uzun bir yolculuktan sonra önceden ayrıldıkları Boztepelilere yetiştiler. Hal, hatırdan sonra onlardaki bu değişikliğin aslını soran Boztepelilere “oğlum işin sırrı KELLENİN EKMAA, alın şu çıkıdakileri yiyin de sizde bizim gibi olun" diyen Göbülün kırmızı yüzü sevinçten daha çok mağrurluklarını ortaya koyuyordu… Kelleyle ilgili “Sessiz Ağıtlar" adlı şiirimden bir dörtlük sunuyorum…

Düğünlerden biriydi kelle atılıyordu orta konağa,
Onu tuttuğu gibi dama fırlattı Kaalerin Duran Ağa, itiraz etti
Boztepeliler sanki düşmüşlerdi tuzağa,
Dama ip edip gerdiler hasret dolu gözyaşlarımı

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım...

+++++++++++++++++++++++++++++++
KIRKINIZDA KIRK AMBAREM VAR
11/01/2012

Karacaören'de Cülük Salih'in gençliğinde köylü çiftçilik, hayvancılık, amelelik gibi işlerle evlerinin geçimini sağlıyordu. Akranlarına göre daha uyanık, kafası daha çok ticaretle uğraşmaya meyilli, eski ve yeni yazıyı hem okuyan, hem yazan Sali’ye bu geçim şekli yabancı geliyordu. Köyde babadan kalma bir odayı askerden gelince az buçuk düzenleyip bir bakkal dükkanı açtı. Kendisi biraz kuru sıska biri olduğundan köylülerinin taktığı Cülük lakabıyla Cülük Sali olarak bilindi, tanındı.

Bakkalcılığın yanında köyünden topladığı eski halı, kilim, yastık gibi el dokumaları çevre köylerde satıyor, anlaşırsa onlardan da aldığını başka köyde satmakla bakkaliyeden daha çok kazanıyordu. Gözü daha çok açılmış köyden şehre göçerse ticaretin orada daha iyi olacağı düşüncesindeydi. Köydeki taşınmazlarını satıp üstüne de yetirmek suretiyle Kırşehir'de içinde birkaç göz damı bulunan arsayı satın aldı. Şimdiki Kapıcı Cami arkasından bir depo kiraladı. Oraya elinde bulunan el dokuması halı, yastık, kilimleri yerleştirdi.
Eski Kırşehir Belediyesi'nin önüne Pazartesi günleri köylü halı pazarı kurulur, Özbağ, Karacaören gibi kıymetli el dokumalar alınır, satılırdı. Cülük Sali, 60'lı yıllarda bu pazarın bilinen, tanınan, akıl alınan esnaflarından biri haline geldi. İyi de kazanıyordu. Oğlu Ramazan ortaokulu bitirmiş liseyi okuyordu.
Halı, kilim işlerinin Kaman'da daha iyi olacağını düşünen Cülük Sali işini oraya taşır karşılıklı dört dükkan kiralar. (Büyük dükkanlar o zaman yoktu) Okumaktan daha çok ticarete kafayı yoran Ramazan'ı zamanla işlerin başına getiren Sali, onun askerden dönmesiyle kendisi Hacıbektaş'a yine Kaman'da olduğu gibi dört dükkan kiralayıp ticaretine orada devam etti. Kaman'daki dükkanların işletmesini de doğrudan doğruya Ramazan'a devretti. Ramazan babadan kalma deyip malları çar çar etme yoluna gitmeyip işine dört elle sarıldı. El dokumaların yanında ünlü markaların makine halı bayiliklerini de aldı. Mobilya da istenmeye başlanınca onu da çeşitleri arasına kattı. İşler freni boşalmış araba gibi hızla ilerliyor, Kaman ve köylerinin haricinde başka yerlerden de müşterileri arttıkça artıyordu. Ramazan, Karacaören'de doğup büyümüş, ama Kırşehir'de yetişmişti. Ondaki köy sevdası içini kemiriyordu. Okulda çocukluğundaki arkadaşlarıyla buluşuyor, yarenlik ediyor günler böyle geçiyordu. Kendisi ticarete atılınca arkadaşlarının çoğu öğretmen olmuştu. Yaz tatillerinde bir araya geliyorlar, yiyip içiyorlar hoşça vakit geçiriyorlardı. Ramazan, o yıllar iyi de futbol oynar, köyler arası futbol maçlarını hiç kaçırmazdı. Kazancıyla bir araba almıştı. Bununla müşterilerine sattığı eşyaları evlerine taşıyor, hem de maç olduğunu duyarsa atladığı gibi soluğu Karacaören'de alıyordu. Ramazan, gelir gelmez oyunculardan birisi sakatlanır! Yerine idmanlı idmansız Hacı Mustafa'ların harman yerinde oynanan futbol maçına dahil olurdu.
Horla, Araplı, Dalakçı, Kümbet gibi köylerle oynanan bu maçlar Boztepe'yle oynanan kadar seyircilere heyecan vermiyordu. Boztepe ya da Karacaören'de oynanan maçlar iddialı olduğundan çoğunlukta dövüş çıktığı için netice alınmadan yarı da kalıyordu.
İki köy ileri gelenleri bu maçların Kırşehir'de oynanması kararını aldı. Atmışlı yılların ortalarında şimdiki Ahi Stadı hayvan pazarına tahsis edilmiş arsaydı. Pazar kurulmadığı zamanlarda da kale direkleri dikilerek gençler sportif faaliyetlerini orada yaparlardı. O gün orada oynanan maç köy maçı değil, adeta Süper Lig maçıydı.

Maça orta hakem ve yan hakemler gelip görev almıştı. Çekişmeli geçen maçı Karacaören 3-1 kazanmıştı. TRT radyolarına PTT'den maç neticesi bildirilmiş saat üç haberlerinden sonra şimdi spor haberleri diyen spiker Kemal Deniz skoru anons etmişti. Bu maçlarda o zaman ki öğretmen okulu ve lisede okuyan öğrencilere köyde iyi top oynayanların katılmasıyla yıllarca devam etti. Karacaören'de olacak maçlarda Ramazan, Skoda marka kamyonetiyle oyuncuları şehirden alıp Çanakpınar'da karınlarını doyurur, ondan sonra köye maç saatinden önce yetişirirdi. (Çanakpınar Kervansaray Dağı’ndaki çeşme) Amaç maç falan değildi. Ramazan köyüne ve köylüsüne adeta aşıktı gidiş-gelişleri içindeki kurdu dökmekti.

Arabanın yaktığı benzin, maçlara gidiş-gelişlerinde ettiği masraflar onun umurunda değildi. Bu yüzden dükkanlarını ihmal ettiği oluyorsa da çalışanlarına çok güveniyor, sağ olsun çocuklar benden iyi bakıyorlar diyordu. O işin farkında değildi, ama farenin buğdayı azar azar çektiği gibi güvendikleri paralarını iç ediyordu. Köylüsü Aytekin ve ortağı Hamid, Omar Karakuş denilen kamyonla Ramazan'ın Kayseri'den, Ankara'dan aldığı mobilyaları taşırlardı. Ankara'dan bir kamyon mobilya getirmişler, işçilerin onu boşaltmalarını bekliyordu. Ramazan daha henüz işyerine gelmemişti. O yıllarda Ankara-Kırıkkale-Kırşehir yolu henüz yapılmamış, ulaşım Kırşehir-Kaman-Bala üzerindeki yoldan sağlanıyordu. Otobüsler Kaman'da mola verir yolcular alışveriş yaparlar bu da oradaki esnafın işine yarardı. Yolculardan bir tanesi Ramazan'a mobilya veren Kayserili toptancıydı.

“Gelmişleyin şu bayiimin mağazasına uğrayım işi, gücü nasıl bir inceleyim, kaç sefer geldiğimde kendisini göremedim” diye düşünerek, mağazaya girip selamı verdi. Omar ve Aytekin selamı alırken çalışanlar da o an çok olan müşteriyle ilgileniyorlardı. O sıra Ramazan Isparta'dan aldığı bir kamyon halıyla mağazaya girip selamdan sonra toptancıyla hoş beş edip hal hatır sordu. Kayserilinin gözü fal taşı gibi açılmıştı. Birden kıskanır gibi oldu. Kapıda bir kamyon mobilya yıkılmayı beklerken bunun üstüne Ramazan'ın bir araba dolusu halıyla Isparta'dan gelmesi, dükkanın içinde ağzı beraber müşteri olması adamı şok etmişti. Böyle müşteri Kayseri'de yok diyebildi. Ramazan kazanıyor, kazandığı gibi de yemesini biliyordu. Arkadaş ortamlarında kimseye elini cebine sokturmuyor, masrafları kendisi gidermeye çalışıyordu. Düğünlerin ve tertip edilen eğlencelerin baş davetlisi idi. Ticareti çok iyi gidiyor, Hacıbektaş'a da şubeler açıyordu. Onun para pul sıkıntısı yok ne olsa arkadaşlarının gözünde o bir zengindir. Arkadaş çevresi Kaman, Kırşehir, Hacıbektaş derken genişlemiş, bunlara her gün bir yenisi daha eklenir olmuştu. Yakın çevre ve arkadaşları onun bu arkadaş canlılığına, bonkörlüğüne, fedakarlığına için için kızmakta, bunu kendisine dolaylı yollardan anlatmaya çalışsalar da Ramazan onlara kulak tıkamaktadır.

Köylüsü öğretmen Mehmet Öztürk, onun en yakın arkadaşlarından birisidir. Onca kez Ramazan’ı yaptığı bu bonkörlüklerden dolayı ikaz etmiştir. Hatta böyle giderse arkadaşlığını keseceğini kendisinin bir devlet memuru olmasından dolayı Ramazan'a ayak uydurursa maaşının yetmeyeceğini mahsus dile getirip arkadaşının fazla para harcamasının önüne geçmeye çalışmaktadır.

Mehmet Öztürk de, ona birkaç arkadaş çevresi katmıştı. Onlara, Ramazan'ın fedakar biri olduğunu, hesap ödemeye atılan Ramazan'a mani olup hesapların bölüşülmesini, yoksa bir daha bir araya gelmeyeceklerini bu hususta ısrarcı olmalarını tembihliyordu.

Onlar akıllı başlı kişilerdi. Zaten böyle şeylere tenezzül etmezlerdi. Bir gün bir araya gelen arkadaş topluluğu, “Bir ağaç altına gidelim, piknik yapalım. Eski günleri yad ederken bir iki duble atıp hoşça vakit geçirelim” dediler. Bir ikisi işi olduğunu söyleyip onları atlatmaya çalışsa da fazla ısrara dayanamayıp arkadaş hatırına soğuk suya atlanır diye Ramazan'ın arabasına bindiler. Ramazan bugün iyi satış yaptım, masraflar benden dese de, “Yok öyle dava arkadaş, anca beraber, kanca. Hesap ortaya konup bölüşülecek, yoksa arabandan ineriz” dediler. Mucur'da besi değil, yaylım hayvan kesimi yapıldığını, bunun da Dalakçı köyünden Ali Çavuş'un Mehmet Ali'nin kasap dükkanında satıldığını gerek Mehmet öğretmen, gerekse Ramazan iddia ederler. Aslında onların niyeti başkadır. Mucur'dan et alınacak, Dalakçı köyünden geçip Dalgara denilen yemyeşil dağların, ovanın doğaya hakim olduğu yerde piknik yapılacaktır. Araba Mucur'a hareket ederken öğretmenler Merdan Yücel, Ahmet Türk, İhsan Güneş, “Oraların methini çok duymuştuk. Peki gidip görelim, neyin nesiymiş öğrenelim” derler.

Mucur'a varınca Falkonetti Ramazan (o yıllar Falkonetti'ye benzetilmişti), arabayı kasabın önünde stop eder Mehmet Öztürk, Ramazan ve Merdan Yücel, kasaba girip selam verince “Ben Karacaörenliyim, bana etin en iyi yerinden ver” de, hem de biraz sert bulunup emir verir gibi konuş tembihinde bulunuyorlardı. Yıllar önce yaylım yeri azlığından Karacaören'le Dalakçı arasında birçok dövüşler çıkmış, sopa yiyenler, kurşunla yaralananlar olmuştu. O günler sonradan mizahi olaylar olarak kin gütmeyen iki köy arasında gülünüp, eğlenmelere, şakalaşmalara vesile olmuştur. Halen de olmaktadır. (İlerde bunun öyküsü AT DA VUR İSMEYİL EMMİ adıyla yayımlanacaktır.) O savaşlar da (!) şimdi kasaplık yapan Mehmet Ali, Karacaörenli EZİ denilen biraz akıldan noksan adamdan birkaç kötek yemiş, aylarca bunun acısını çekmiştir. Öğretmen Merdan Yücel, talimatlara aynen uyar uymasına da kasap Mehmet Ali'nin “ULAN KIRKINIZDA KIRK AMBAREM (YARA) VAR” deyip elindeki nacağı et kütüğüne sinirli bir şekilde saplamasıyla donar kalır.
Arabadakilerin gülüşlerini duyunca kendine gelir korkarcasına, “Amca ben Karacaörenli değilim” diyebilir. Senin suçun yok oğlum, “Şo gördüğün iki Karacaörenli var ya seni oyuna getirmişler” deyip oda katıla katıla gülmeye başlar.

NOT: Ben bu olayı bizzat öğretmen Merdan Yücel'den duyup öyküleştirdim. Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

++++++++++++++++++++++++++++
BU TARLADA MAL MI YATTI?

05/01/2012

Zahide ana, bir ekmek tandırı siparişi almış, oğlu da, Moru'nun Ali'ye, “Oğlum hadi gidelim de topraklıktan biraz toprak getirelim” diye yalvarıyordu.

- Aman ana benim çok işlerim var yarın, tarlaya gidip Tahsin emmimle arpa biçeceğiz. Ona haber vermeye gideceğim, ben katırları arabaya koşuncaya kadar sen de kazmayı, küreği hazırla.

Zahide ana yıllar önce Kuşaklı köylüklerinden birinden Karacaören'e gelin gelmişti. Gelin olduğu İbişoğullarından olan aile çok yoksuldu. Yıllar ne çabuk geçmiş, kocası ölmüş, üç kız bir oğlan çocuğuyla bir başına kalmıştı.

Bir müddet sonra kayınları onun tarlasını, evini ayırdılar. Sen bize emanetsin, yetimlerin başında otur dediler. O da gelin geldiği köyde ekmek pişirme tandırını dökmeyi öğrenmişti. Zamanla tarladan gelen bir iki kile buğdayla kapıdaki iki inekten yağ, yoğurt, süt ürünleriyle çocuklarının katığını temin ederken, bunun yanında tandır dökme işini yapıyor bundan da üç beş lira ek gelir sağlıyordu. Artık oğlu Ali büyümüş, çiftin ucundan tutar olmuştu. Karasabana öküz koşup tarlaları sürüyor, ekiyor, kağnıyla da taşıyordu. Bu tür çiftçilik çok zordu. Zahide ana biriktirdiği biraz parası ile oğlu Ali'yi yanına alıp kendi köyüne gitti. Dönüşünde ise bir araba, iki katır, bir de pullukla neşe içinde Karacaören'e geldi.

Moru'nun Ali, katırları kendi huyuna suyuna alıştırdı. At arabasına binip de kamçıyı havada şaplattığı anda daha kamçı değmeden katırlar dörtnala adeta uçuyorlardı. İşleri yoluna girmişti, katırların traktörden pek farkı yoktu. Onlara yemin en iyisini yediriyor, tımarlarını yapıyor, ahırın temizliğine çok önem veriyor, vakti gelince kuyudan suluyordu. Köyde traktör, ancak beş altı evde varken artık çiftçilik öküzlerden yerini atlara devrediyor, katıra pek önem veren olmadığı için adı Moru'nun Ali yanında KATIRCI ALİ'ye çıkıyordu.

Ali'nin çalışkanlığıyla çiftçiliği de başkalarından iyi yapması atı, arabası, çifti çubuğu olmayanların dikkatini çekiyor, bu yüzden ona tarlalarını ektiriyorlardı. Çoğu da kendi hissesi olursa tarlaya daha çok özen gösterir diye hasat ortaklığında Ali'yi tercih ediyorlardı. Bunlardan biri de Emmioğullarından Güdük İreşid'in Tahsin ile kardeşi Hasan'dı. Tahsin'le Hasan vakti gelince ortak çelikçilik (canlı hayvan alım-satımı) yapıyorlar, arada köyden buğday, mercimek satın alıp zahireciye satıp geçimlerini sağlıyorlardı. Bunun yanında ayrıca Hasan köyde kahvecilikte yapıyordu.

Arpalar yavaş yavaş sararmış, buğdaylar ütmelik durumuna gelmişti. Çiftçiler her gün birer tırpan ağzı vurmaya küllü yerden geçerken Çolağın Şık Hasan'a selam verirler, dönüşte de bu aynen tekrar ederdi. Hatta bu durumdan memnun olmayan Hasan ağanın şurada selam ağacı olduk. Selam alıp vermekten arpaya bir tırpan bile vurmadan eve gidip geliyom. Tarlaya gidip gelen köyün atı, arabası her gün tarlayı çiğniyor diye iç geçirdiği oluyordu. Tahsin'le Ali sabah at arabasına atladıkları gibi tarlaya ulaştılar. Ali, katırları işlenmiş bir arpa tarlasına üzerindeki koşumları çıkarıp yanında getirdiği urgan ipiyle yere sikke çakıp bağladı. Yavan yaşşık yanında getirdikleri biraz peyniri, biraz çökeleğe bir soğan, iki de yarı göğlü domatesi doğrayıp yufka ekmekle karınlarını doyurdular. Akşamdan düşen çığ daha kalkmamış ekin fışır fışır yaştı. Onun kalkmasını beklerken Ali, tönge için çıtlık otu toplamaya giderken Tahsin de örsü yere çakıp tırpanları çekiçle dövmeye başladığında güneş de Seyfe Gölü'nün üstünden doğuyordu. Önce ortalığı bir kızıllık kapladı göl adeta bir camız kesilmişe döndü, sonra sararmaya başladı.

Tahsin'le tırpan çalmada, mercimek yolmada kimse baş edemez, hızına yetişemez onun gerisinde kalırdı. Hele tırpan töngesi yapma da üstüne yarışacak yoktu. Üçgen şeklinde yaptığı tönge takıldığı bacakta adeta bir kuş gibi hafif olur, takanın bacağını yormaz, bir tek sapı tarlaya dökmezdi. Tırpan taşlamayı babasından öğrenmiş, onun çekicinin darbesini yiyen tırpan adeta ustura kesilirdi. Bunu bilen emmioğlu Ali yanında getirdiği tırpan taşıyla bunun olmayacağını bildiği için tırpan işini Tahsin emmisine bırakıp çıt çıt otu toplamaya kaytarmıştı. Artık töngeler yapılmış, bacaklara geçirilmiş, tırpanlar ekin biçme tavını almıştı. Güneş de artık ısıtmaya başlamış yavaş yavaş da çığ ortadan kalkıyordu. Bulundukları yer Kızılağıl denen Horla’ya yakın Tahsin'le Hasan'a ait tarlaydı. Güneş yükseldikçe enginde olan tarla cayır cayır yanmaya başlarken, sıcaklanan Ali göö bocayı kafaya dikiyor, harareti biraz geçiyor, bir daha deniyor, kendini at arabasının gölgesine darın atıyordu. Kaçışının nedeni tırpanda Tahsin emmisine uyması, geri kalacağını anlayınca da su veya tuvalet bahanesiyle kayış yarmasıydı. Vakit öğleye yaklaşmış bayağı yorulmuşlardı. Gözleri ulu yoldan gelecek Zaade anayı ararken, bir yandan da yanında getireceği yiyeceğin merakı içindeydiler. Beklemeleri fazla uzun sürmedi. Zaade bacı onlara, “Kolay gelsin, hadi siz biraz yemeğe kadar dinlenin, ben de şu işlediğiniz sapları yığın yapayım” diyerek at arabasında duran orağı eline aldı.

- Ali bu senede sen böyle biraz perişan olda seneye ölmezsem sana tohum ekmek için mibzer, biçmen için de orak makinesi borçlanıp harçlanıp alacağım. Belli bu böyle olmayacak.

Ali ve Tahsin'de onu dinleyecek hal kalmamış, hamlık ve yorgunluktan kendilerini zor kötek arabanın altına atmışlar, horultuları gökten duyuluyordu. Zaade ana onlar uykuyu alıncaya kadar bayağı çalışmış, orak elde fır dönmüş, zaten nasırlı olan ellerine sap ve orak zarar vermemiş, az su toplasa da bayağı üç dört yığın yapmıştı. Getirmiş olduğu çıkıyı açtı, pişirdiği bulgur pilavından aradan zaman geçmesine rağmen hâlâ buhar çıkıyordu. Hemen iki soğan şakıladı, kesedeki süzme yoğurdu hoşaf tasına döküp iyice karıştırıp ayran çalkamacı yaptı. İçine iki domates doğrayıp tahta kaşıkla karıştırdıktan sonra tuzunu attı.

Yere serdiği sofra bezinin kenarına yufka ekmeği ve yiyecekleri yerleştirdikten sonra uyuyanları uyandırdı. Yığınları gören iki emmioğlu, “Dışarıdan babalık mı çağırdın, yoksa bu kadar yığını bir kadın tek başına yapamaz” dediler.

- Zevzeklenmeyi bırakında karnınızı doyurun, şurada akşama ne kaldı. Yarın da Ulu yolda tırpan sallayacaksınız.

Karnı doyan iki ortak hem laflıyorlar, hem de iştahla tırpan sallıyorlar, Zaade ana da arkadan sapları toplayıp yığın yapıyordu. Vakit ne çabuk da geçmiş dışarı akşama yaklaşıyordu.
Belli ki tarla gündüz bitmeyecek iş geceye kalacaktı, bereket ay dolunay da olduğundan ışık sorunu yoktu. Ana, “Sen köye git. Biz Allah'ın izniyle bu gece burayı bitiririz” dedi.
Zaade bacı, “Oğlum kendinizi fazla yorup da hastalanmayın. Tırpan çarpar ya da hamlarsınız. Olmazsa yarın kuşluk vakti gelir bitirirsiniz” diyerek köyün yolunu tuttu. Çalıştıkça, tırpan salladıkça tarla adeta gözlerinde büyüyor, bitmiyordu. Öğleden artan ne varsa akşam aceleyle yiyip bitirdiler. Doymak ne mümkün, işi de sabaha da bırakmak istemiyorlar, şahman ekili tarladan bolca sapıyla biçip yaktıkları ateşte önü ütüp ütüp yediler, yaktıkça testiyi elden düşürmediler. Tırpan, tarla artık bir yanda kalmış, ne yemeden vazgeçiyorlar, ne de köye gidebiliyorlardı. Ay ışığında bir iki tırpan sallamaya çalıştılarsa da geçen zaman içerisinde açlıklarını gideremeyen ütmenin içindeki şahman buğdayının taneleri onların karın ve bağırsaklarında rahatsızlıklar başlatmış, ishal olmuşlardı. Sabaha kadar rahatsızlıklarından tarlanın içinde oturmadık yer koymamışlardı. Sabah gençlerin eve gelmediğini anlayan Zaade ana eline aldığı azıkla tarlanın yolunu tuttu. Tarlaya vardığında gördüğü manzara karşısında donup kaldı. Uykuya yeni dalmış olan oğlu Ali'yi dürterek zor kötek uyandırıp yerlerdeki pislikleri göstererek, oğlum burada celepçinin öküz sürüsü mü yattı derken şaşkınlığı gözlerinden okunuyordu.

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

+++++++++++++++++++++++++++++++++
ÇÖLMEKTEKİ YAĞ

21/12/2011

Dört bir tarafı duvarlarla kaplı bir evde otururlardı. Evleri köyün orta yerinde ağaçlarla adeta yeşile bürünmüş cenneti andırır görünümdeydi. Çolak Irza at arabasıyla çerçilik yapar, köy köy dolaşır, sattığı malzemeleri parası olmayana yerine göre tereyağı, un, bulgur, buğday, yumurta, yün gibi köylünün üretimi olan malzemelerle değişir, parası olana da parayla satar evinin geçimini sağlardı. Kolunun sakat oluşundan dolayı başkalarına ırgat, çiftçi duramamış, amelilik yapamamış, geçimini önceleri at ve eşekle köy köy gezerek çerçilik yaparak sağlamıştı. Sonradan tedariklediği birikimiyle at arabası almış, işi daha da büyütmüş, rahatlamıştı. Hanımı erkek gibi evi ve çocukları bekler, oda gözü arkada kalmadan köyden çıkınca on, on beş gün gezgincilik yapardı.

Çolak Irza'nın beş altı kızı olmasına rağmen oğlan çocuğu olmamıştı. Önceleri buna üzüldüyse de sonraları alışıp gitmiş evladın kızı oğlanı birdir deyip kendini öyle avutmuştu. Kızları bahçenin içinde kurulan ıstar tezgahında sırayla halı, kilim, yastık dokurken adeta bülbülleri özendiren koro halinde öyle güzel türküler söylerlerdi ki, dinlemeden kimse oradan geçmez, adeta mest olurlardı. Haney çok iktisatlı bir kadındı, aza kanaatle yetinir, sabrı, şükrü bilir, asla zenginlere özenmezdi. Dokudukları eşyaları Çolak Irza şehre götürüp satar, onunla evlenecek, gelin olacak kızlara çeyiz dizen hanımınan getirir o da yavaş yavaş bu tür hazırlıkları el altından yapardı. Allah vergisi kızının birisi kördü. Bu da aileyi ne kadar üzse de üzülmek bir şeye fayda getirmez, yemesinde, içmesinde, yatıp kalkmasında ona yardımcı olup el birliğiyle Hatçe'ye körlüğünü belli etmezlerdi. Hatice evlerinin biraz ilerisinde ki samanlığa çinaarle saman almaya gidip gelirken mahalle çocuklarının ufak tefek şakalarına maruz kalırsa da bunu evde kimseye söylemezdi.

Söylese de gerek anası Haney, gerekse babası bu tür şeyler için haklı olsalar dahi konu komşuyla kötü olup küsmek istemezdi. Ağaçlarını yolan ya da onlardaki kuşları taşlayan, bu nedenle de evin camlarını kıran mahalle çocuklarını mahsustan öylesine azarlarlar, ama ailelerine asla şikayet etmezler, bir daha yapmasın diye onların gönlünü alıp ceplerine elma, armut, zerdali doldururlardı.

Haney bacı, lafı sözü dinlenir, öğüt vermeyi sever, yanlış yapanlara da hoşgörüyle doğru yolu gösterirdi. Babasıyla, anasıyla geçinmeyen mahallenin delikanlılarıyla, kaynana kayın babasıyla hırı gürü (suçlu veya suçsuz) bitmeyen gelinlere geçim yollarını öğüt verirdi. Bu ve bu gibi iyi niyetleri sayesinde herkesle haşır neşir olmuşlar, aleyhlerinde dedikodu yapan bir kişiye rastlamamıştı.

Komşu oğlu Erdoğan sabah erken kalkmış şehre gidecek, yatılı Sağlık Meslek Okulu’na giriş için sınava girecekti. Gel gör ki köyün minibüsü ol görüp gelmiyor, oda buram buram terliyordu.

Çeşmeye suya giden Haney bacı onu görünce hal hatır sordu. Niye beklediğinin merakı içindeydi. Sorunca da ona durumu anlattı.

Ah oğul dedi kız evladının imtihanı bir olur, erkeğin imtihanı ölünceye kadar hiç bitmez! Erdoğan o zaman onun ne demek istediğini anlayacak yaşta değildi. Kızları iş görürken o boş durmaz, kendine evde iş bulamayınca da kaptığı iki testiyle evlerinin biraz ilerisinde çeşmeye koşardı. Onu gören gelin kızlar veya yaşça küçük olanlar kendisine saygı gösterir, elindeki testiyi sıraya koymadan doldururlardı. Oda onlara gelmişten, geçmişten bahseder, yerine göre akıl verir veya güldürür, böylece vakit su gibi geçerdi. Kocası Çolak Irza'nın köylerden alışveriş karşılığı getirmiş olduğu yağlar evin yemeklerinde kullanılsa da fazla gelmekteydi.
Yağ zamanla birike birike üzlüğü (çömleğin küçüğü) doldurmuş haliyle Haney bacı onu çömlekte biriktirmeye başlamış, zamanla çömlekte ağzı beraber dolmuştu.

Evlerinde kadın misafir eksik olmazdı. Onlara bir şeyler ikram etmek için sofanın kapısını açtıklarında çömlek gelene gözüküyor, ister istemez dikkat çekiyordu. Evinin barkının temizliği, ineği, danası olmadığı halde bir çömlek ve üzlük dokusu yağ, un, bulgur, düğü ve buğdayın bol oluşu, gören kadınlar tarafından dilden, dile ballandıra ballandıra anlatılıyor, neredeyse Çolak Irza'nın zengin biri olduğu yalanı oluşuyordu. Bunu duyan onların yakın akrabalarından evinde bir kaşık yemeklik yağ dahi olmayan birinin dikkatini çekmişti. O da istemeye utandığından kocasını yağ istemeye Haney abasının evine gönderir. Gelen akrabasını Haney bacı eften, püften bahanelerle atlatsa da adam naçar kaldığından her gün bir bahaneyle gelip oturmakta, yağ istemektedir.

Bu duruma çok içerleyen Haney bacı kızları “ben getiririm” dese de eline aldığı iki testiyle soluğu çeşme başında alır. Öfkeden solumakta, o esmer yüzü adeta kırmızıya boyanmış, şakağından akan terler tane tane boynuna akmaktadır.

Haney bacının bu durumuna alışkın olmayan komşuları şaşırıp kalmışlar, laf ebeliği ile ondan nedenini öğrenmeye çalışıyorlar, ama uyguladıkları bütün taktikler boşa gidiyordu. Adeta ağzına kilit vurulmuş, ser veriyor, sır vermiyordu. Haney bacının mizacında kimseyi küçük görecek ya da düşürecek yapı yoktu. Aleyhte atmayı, dedikodu yapmayı, sır satmayı sevmediğinden sorulan soruları karşılıksız bırakıyordu. Ama içindekini kimseye diyemediği dert günlerdir onu yiyip bitiriyordu.

Onun bu hali adeta çeşme başındakileri rahatsız etmiş, acaba Haney bacıya bir kötülüğümüz mü oldu da bize soğuk davranıyor, nedenini de söylemiyor, diye içten içe mahkeme kurup yorum yapıyorlardı.

Bunu Haney bacıya aralarından sözü geçen birisi açık açık sorup “Söylemezsen şu yemin üstüne olsun” diye vebal bırakınca durumun başka yorumlara neden olacağı, komşuları zan altında koyacağı kanısına varacağını anlayınca meseleyi anlatmaya başladı.

- Komşular! Hepinizin bildiği gibi evimde bir çömlek yağ var! Bir akrabam bunu benden ödünç istiyor. Vereyim mi kötü olayım? Vermeyim mi kötü olayım? Çömlekteki yağ benden davacı oluyor. Size göre bir şey yok derken fakir akrabasının ezikliği onun iki damla gözyaşının akmasına neden oluyordu.

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

++++++++++++++++++++++++++
ALLAH SİZİ DE KURTARSIN
14/12/2011

Haklıyı haksızı, doğruyu yanlışı, zengini fakiri bir arada barındıran, toprağıyla onları besleyen köyler güzeli, doğa güzeli, yeşil Karacaören. Senden kimler geldi, kimler geçti? Hiç bunları saydın mı? Başlarından geçenleri lazım olur mu diye bir tarafa yazdın mı? Söyle bileyim.
Mehmet Ağa Karacaören'de geçimini duvar ustalığı ile sağlayan bir kişiydi. Yanında çalışan amelelere otorite kurar, onların işten kaytarmalarına mani olur, verdiği emirlerin harfiyen yerine gelmesini isterdi. Bu yüzden de kendisine MÜDÜR derlerdi. Ameleler arasındaki bu lakap zamanla tüm köylü ve çalışmaya gittiği köylerde böyle bilinip böyle kaldı.
İki oğlu Ziya ve İsmail palazlanıp gelince bazen kendi yanında, bazen başka ustaların yanında amelelik, kerpiç kesme gibi işlerde çalıştılar. İsmail onun yanında biraz ustalık beller. Dünür oldukları köyün güzel kızı Urguya'yı İsmail ekmeğini taştan çıkarır diye ona verirler. Müdür çocukların evlerini ayırınca çocuğu yok diye İsmail'in yanında kaldı. Onun getirdiğine, İsmail'in çerçilikten getirdiğini katıp geçindiler. Ziya, ustalık, amelelik, kerpiç kesme, şehirden bakkallara ücretle matak bakkaliye malzemesi taşıma gibi işlerle geçiniyordu. Şehre matak getirmeye gidiş gelişlerde oradaki toptancıların alışverişlerini pür dikkat izliyor, bende yapabilir miyim diye iç geçiriyordu. Çok çalışkan, gayretli, kimsenin azında, çoğunda olmayan bir yapıya sahipti. Onun bu meziyeti dünür gittikleri Arzı'nın Ali Osman'ın evinde ellerini boş döndürmedi. Nafiye'yle nişanlayıp çok geçmeden de düğünlerini yaptılar. Zamanla çoluk çocuğa karıştı, sonra  vakti gelince de onları babasına teslim edip askere gitti.

Asker dönüşü biriktirdiği üç-beş lirayla önceleri köy köy eşekle, atla dolaşıp biraz para kazandı. Bu iş böyle gitmiyor bayağı zor oluyordu. Çeşit çoğalmış, taşıma ve sergilemesi eşekle atla olacak gibi değildi.

Borçlanıp harçlanıp bir at ve araba temin edip yollara döküldü. Çenesinin çokluğu, ticari itimat çevre köylerde sevilmesine neden oldu. Gittiği her köyde önceki gidişlerine göre işleri daha çok artıyordu. Kaynanası, kayın babası aradan geçen yıllar içerisinde ölmüş yaşları neredeyse oğlu Mustafa'ya yaşıt kayınları Cemil ve Yüksel de onlarda kalıyordu. Yüksel ne kadar mazlum ise Cemil tam tersiydi. Bu iki kardeş arada Ankara'ya ağabeyleri Mehmet'in (Namı değer HOŞÜR) yanına gidiyorlar, orada kalıyorlardı.

Almanya'ya işçi akımı başlayınca bu kervana Ziya da katılmış, bulup buluşturduğu parayla şansı yaver gitmiş, o da Almancı olup fakirliği dama atmıştır. Codal’ın Üssük, Ziya'dan yaşça biraz büyük olsa da bu arkadaşlıklarına mani değildi. Adı Hüseyin'di, ama gel gör ki babasına Codal dediklerinden bu lakap üç kardeşin isimlerinin hep önünde gelmiştir.

Codal'ın Mustafa, Kadir, Üssük, Kürt’ün Uşağı (Kürtlerden) diye anılırlardı. Gerek Kadir ve oğulları, gerekse Üssük, çobanlık yapmalarına rağmen durumu iyi olan Mustafa kendi davarının çobanlığını ve ağalığını yapmıştır. Hüseyin kardeşlerinin en küçüğüdür. Onlardan geçimini ve evini ayırmış iki kız çocuğu olduktan bir süre sonra hanımının ölmesi onu derbeder etmiştir. Çocuklara mı baksın, elin davarını mı gütsün! İki arada bir derede kalmıştır. Sıkıntıları adamı aşık etmiş tahsili olmadığından bir yere yazmamış şiirleri onun hep dilinde kalmıştır. Düşünceleri sonucunda hastalanmış, takatten kesilmiştir. Kırşehir'e geldiği doktorlar kendisinin az bir ömrü olduğunu ona göre yaşamasını tembihlerler. O da soluğu Ankara'daki doktorlarda alır. Duyduğu cevaplar aynıdır. Yaşama azmi kaybolmuş, hayata küsmüştür.

Dağlarda davar güttüğü günün birinde yerde dolaşmakta olan bir göden çekirge görür (büyük çekirgeye denir). Bildiği, duyduğu bu çekirgenin içinde zehir torbası taşıdığıdır. Ölüm gününü sayarak beklemek, nasıl ölüneceği merakı onu kahretmektedir. Ani bir kararla göden çekirgeyi tutup taşlarla parçaladıktan sonra bir hamlede mideye indirir (Bunu Üssük dükkanımda bizzat anlatmıştır). Aradan bir iki gün geçmiş geçmemiş uyanmıştır. Baktığında yemyeşil bir istifra görür. Olayları hatırlar, davar, canavar, çocuklar birden aklına düşünce koşarak köyüne gelir. Ağasından fırça yese de aramaz. Zaten davar başka sürüye karışıp köye gelmiştir. İntihar teşebbüsü Codal'ın Üssük’ün kurtuluşu olmuştur.

Üssük bir müddet başı kesik tavuk gibi dolaşsa da Allah kösengiyi dibine kadar yakacak değil ya. Köyünden Zeynep'le evlenip çoluk çocuğa karışır. Zeynep, işçimen ve uyanık bir yapıya sahiptir. Evini ev, erini er, yetimleri kendi çocuklarından bilir. Onları everip gelin eder.
Hüseyin de, Almanya yollarına düşer, o da işçi olup hanımına para pul gönderip Alamancı evlerinden biri olup çıkar. Zeynep çok hırslı bir kadındır. Fakirliğin çektirdiklerini bir günde çıkarma telaşındadır. Gelen paralarla eniştesi katip Irza'yı yanına alır köyden kimin tarlası satılık ona pazarlığa gider, tarla üstüne tarla alırdı.

Sonraları Almanya'ya eşlerde gidiyordu. Ama Zeynep gitmemiş çocuklarını büyütmüş, onlara ana ve babalık etmiştir. Korku nedir bilmeyen, erkek gibi bir kadındı. O yüzden onun kapısına kimse yan gözle bakamazdı. Kızlarını gelin edip oğlunun birini Almanya'ya gönderdi. Diğer oğlu da memur olup devlet kademesinde görev aldı.
Almanya'nın tadı kaçmaya başlamıştır. Türkler dışarı sloganları atılmakta, bu da artık yaşlanan birinci kuşak gidenleri rahatsız etmektedir. Artık gerisin geriye kesin dönüşler başlamıştır. Gerek Hüseyin, gerekse Ziya çocuklarını evermiş burada daha fazla gurbet çekmenin anlamsızlığını anlamışlardı. Kazançları oğullarına ve kendilerine yeterdi. Zaten oğulları işe girmiş babalarına ihtiyaçları yoktur. Kendi yağıyla tayin oldukları illerde kavrulup gidiyorlardı. Her iki arkadaşta Almanya'dan kesin dönüş yapıp köyde ibadetle, hayır, hasenat işleriyle uğraşarak vakit geçirirler. Arada sırada hanımlarını alıp çocuklarını ziyaret edip hasret gideriyorlar, yerine göre köyde bağ bahçe işi olmazsa ziyareti uzattıkları oluyordu. Bunlardan birinde birbirlerinden habersiz olan iki arkadaş tesadüf bu ya Üssük eski terminalde, Ziya da Keçiören kavşağında otobüse binerler.
Üssük terminalde bindiği için koltuğu şoförün bir iki sıra arkasındadır. Otobüs dolu olduğundan muavin Ziya’yı en arkaya oturtur. Otobüs yolcu ala ala yoluna devam etmektedir. Kayaş'tan sonra yolcu alımı bitince muavin yeni binenlere bilet kesmekte, nerede ineceğini sormaktadır. Muavinle konuşan yolculardan birinin sesi Codal'ın Üssük'e yabancı gelmez, geriye dönüp bakınca birbirini görüp selamlaşırlar. Uzaktan uzağa nerden geldiklerini, ne zaman geldiklerini birbirlerine hem soruyorlar, hem cevaplıyorlardı. Muavinin yan yan bakması, şoförün muavin aracılığı ile onları ikaz etmesi az buçuk fayda veriyorsa da konuşmaları tekrar başlıyordu. Geriye dönüp konuşmadan Üssük'ün boynu ağrıyorsa da bunu belli etmiyor, arada ağzından çıkan tükürük kucağı çocuklu anneyi rahatsız ediyordu. Muavin birkaç kez daha geldiyse de fayda vermedi. Hüseyin'in yandaki adama arka koltuğa gitmesi teklif edildiyse de adam bunu kabul etmedi ki, Ziya arkadan öne gelsin. Ziya, Almanya'dan bahsediyor, arada kayınlarından dert yandığı günleri anlatıyor, anlatırken de bağırtılı konuşuyordu. Hüseyin, oğlu Kadir'in yanında kaldığını, Zeynep çağırmasa dönmeyeceğini söylerken arada o an için uydurduğu şiirleri okuyordu.
Elmadağ, Kırıkkale, Hasandede, Keskin sırayla otobüs yol alıyordu. Ama yolcular canından bezmişti. Yolculuk sanki hiç bitmeyecekmiş gibi uzadıkça uzuyordu. Artık onları otur etme, yapma, hasta var, uyuyanlar var ikazı durduramıyordu. Ok yaydan fırlamış, sanki birbirlerine elli sene hasret kalmışlardı. Şoför sigara üstüne sigara yakarken Akpınar'da inecek var diyen muavinin sesi bizimkilerini bastırdı. İnen yolculardan biri, “Ey arkadaşlar Allah bizi bunlardan kurtardı inşallah darısı size olsun” diyerek gitti.

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

+++++++++++++++++++++++++++++
AHA ŞİMDİ ALMANYA'DAYIM
10/12/2011

Adolf Hitler, Alman Devleti Başkanlığı'na gelişinden yıllar sonra Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı sistemini FUHRER adı altında birleştirerek tam yetkili konuma gelir.

Saldırgan bir dış politika güttüğü için kalkınmayı savaş sistemi üzerine geliştirmeye başlar. Onun asıl amacı yıllardır beynini kemiren Birinci Dünya Savaşı'nda Almanya'nın hezimete uğrayışının intikamını almaktır. Diğer bir amacı da iri kıyım Alman ırkı yaratmaktır.

Bunun için iri yarı babayiğit Alman erkek ve kadınlarını çiftleştirme yoluna gider. Hayalleri ve hırsı çok geniştir. Avrupa ve Asya'nın bir bölümünü ele geçirme planları içerisindedir. Dış ülkelere gönderdiği elçiler Alman ordusunun güçlendiğinden bahsetmekte, adeta korku salmaktadır. Polonya'ya saldırır, İkinci Dünya Savaşı'nın başlamasına sebep olur. İlkin çok başarılı olursa da ilerleyen yıllarda Rusya içlerine kadar ulaşsa da kaybeder. İntihar eder, vasiyetiyle de cesedi yakılır. İsmet İnönü usta bir dış politika güdüp Türkiye'yi bu savaşa sokmamıştır. Savaşa belki girersek diye tedbir alarak halktan vergi adı altında mahsulünün bir kısmını toplamıştır (Öşür). Gördüğü tepkiler karşısında, “Vergi topladıysam çocuklarınızı yetim koymadım ya” diye muhaliflerine çıkışmıştır. Savaştan sonra Almanlar büyük bir kalkınma hamlesine girerler. Fabrikalar kurulmakta, bunun yanında çalıştırılmak için dış ülkelerden gelecek işçiye ihtiyaç vardır. Öncelik Türk işçilere tanınır. Almanlar, Türklere daima bir sevgi ve saygı beslemektedir. Bunun iki nedeni vardır. Birinci Dünya Savaş'ında iki Alman gemisi (Yavuz-Midilli) Çanakkale Boğazı’ndan Türk bayrağı çekip giriş yaparak bize sığınmış, haliyle biz de savaşa dahil oluruz. İkinci neden ise Enver Paşa'nın Alman hayranı ve dostu olması, onlarla bir olup Osmanlının kaybettiği toprakları geri alma hayalidir. Bu iki sebepten dolayı Türkleri dost ve müttefik sayan Almanlar ilk varan işçi kafilesini bandolarla karşılarlar. Almanya'nın işçi aldığı yurdun dört bir yanına dağılmış, çift çubuğunu bozan soluğu iş ve işçi bulma kurumlarının kapısında almış, sıra almak için kuyruğa girmişlerdir. Kurumdan gelen davetiye kağıdını alan Ankara, İstanbul gibi yurdun on vilayetindeki konsolosluklara başvurularını yapmışlardı. Sıkı bir sağlık kontrolünden sonra sağlam çıkanlar pasaportlarını alıp hemen bindikleri tren ve otobüslerle Almanya'ya hareket ediyorlardı. İşçi alımında daha çok gençlere yer veriliyor, sağlam çıkamayacağı tereddüdünde olanlar sağlam çıkanları kendi adlarına tekrar kontrole sokuyorlar ya da kan ve idrar numunelerini temin yollarına gidiyorlardı.

Bu da gülünç olaylara neden oluyor, size temin ederim diyenlere kanıp paralarından oluyorlardı. Yola çıkanlar arkasından ağlayan ana, baba veya eşini teselli ediyor ya da ayrılık hüznüyle onlarla bir olup onlarda ağlıyordu.

Bu nedenle köylerde nüfus gözle görülür şekilde azalıyor, kahveler boşalıyor, artan pislik ve hırsızlıklar bitiyordu. Çürük çıkanlar veya Almanya'dan oturma müsaadesi (vize) alamayıp geri dönenler turist pasaportu alıp tekrar şanslarını deniyorlardı. Bu da parası olan fırsatçıların işine yarıyordu. Kapısına paraya gelen adamların tarlasına ipotek koyuyor veya varsa tarlasını, hayvanını yarı fiyata satın alıyordu. Bu şekilde şansını deneyenlerin Almanya'ya ulaşamazlarsa vay ki haline. Turist gidenler aldıkları akıla göre gayet şık giyiniyorlar, kendilerine bir beyefendi süsü vermeye özen gösteriyorlardı.

Girdikleri yabancı devlet gümrüklerinde kendilerini denetleyen memurlara kimi zengin olduğu için oraları gezmeye gittiğinden dem vuruyor, kimi diplomat olduğu yalanlarına başvuruyordu. Ama gel gör ki gerek ellerindeki nasırlar, gerekse okuma-yazma bilmediklerinden okuyor gibi yapıp ters tuttukları gazete açıklarını ele veriyordu. Gazeteyi niye ters tutuyorsun diye soran görevliye de düzünden herkes okur, mühim olan tersinden okumak diye hava atıyordu. Şansları yaver gidip Almanya'ya ulaşanlar önceden adresini aldıkları hemşehrilerini buluyor, o da Haım’daki arkadaşlarının gönlünü alırsa orada barınıp kaçak yollardan iş arıyordu. Turist pasaportuyla gümrüklerden geçemeyenler oradan kaçarak sınırı geçip açlık susuzluk ve buna benzer sıkıntılarla Almanya'ya ulaşmaya çalışıyorlardı. Ulaşanlar ise dil sorunu çekiyor o da yakalanmalarına sebep oluyordu. Marketlerde, adres sormalarda, gülünç durumlara düşüyorlardı. Kimi cadde ve sokakları gezerken şaşırmayayım diye yanında bulundurduğu tebeşirle çizgi atıyor arkadan gelen muzip arkadaşları da bunu siliyordu.

Bunlar olurken geçen zaman içerisinde önce gidip işçi olanlar da artık yavaş yavaş izne geliyorlardı. O yıllar köylünün alışkın olmadığı giysiler ve parfüm kokuları bayağı dikkat çekiyordu. Başlarında telekli fötr şapka, boynunda yakışmayan kravat, onu tamamlayan takım elbise, bir elinde arada ağzına götürdüğü Ente marka cuvara, diğer elinde hiç susmayan teypli radyodan Ali Ercan türküleri eksik olmuyordu. Artık köy evlerinin çehresi değişiyor, yıkık viran kerpiç evlerin yerini üzeri kırmızı kiremitli konaklar alıyordu. Çalışanı, bakanı olmadığı için bağlar viran oluyor, eskisi gibi tarlalara kavun, karpuz ekilmiyor, nedeni sorulunca da, “Almanya bizim için ekiyor” diyen kadınlar ayrı bir hava atıyorlardı. Almanya'dan izne dönenler bir arada bulunmamaya özen gösteriyorlardı. Ola ki, orada yaşadıkları gülünç durumlar ağızdan kaçar da pot kırıp rezil olurlardı. Hoş geldine gelen kalabalığa başlarından geçen olayları önce Almanca söyleyip sonra Türkçeye tercüme ediyorlar, böylelikle dillerini ne kadar geliştirdiklerini anlatmaya çalışıyorlardı. Yerine göre yalanın bini bir para... Nasıl olsa şahit yok, ispat yok. Almanya'da evden işe, işten eve gidip gelmiş, ama hovardalıktan tut, aklın almayacağı masallar uyduruyorlardı. Bazıları izne gelirken kiraladığı taksiden tüfek atarak köye giriyor ertesi günü bunu satmak zorunda kalıyordu.
Bir diğerinin dönüş biletini hanımı evde ayırdığı unluk buğdayı satarak karşılıyordu. İzin dönüşlerinde yanlarında bolca kurutmalık, düğ, bulgur, kuru mantı gibi yiyecekler valizleri dolduruyordu. İşini bilen bir başkası yük taşımıyor, yükte hafif (pahada) pahalı bir şeyi oraya götürüp satıyor, marketlerden Türk yiyeceklerini temin ediyordu. Oğluna bir şeyler göndermek isteyenler kapı kapı gezip götürmeye razı olan birini arıyordu. Bazısı da ben götürürüm deyip onu alıyor Ankara'da akrabalarına dağıtıyordu. Foyası meydana çıkarsa bahanesi hazır yük fazla geldi. Gümrükten geçiremedim.

Sonraları Belçika, Hollanda, Avusturya, Fransa gibi devletler de işçi alımına başladılar. Yurtdışına ilk giden işçilere birinci kuşak dendi. İlk zamanları da işçiler eş ve çocuklarını Almanya'ya götüreme-diler. Zamanla gözleri açılan işçiler sarı Alman dilberleriyle hoşça vakit geçirdiler.
Kimi orda evlenip yurtta kalan eşine boş yere yol bekletti. Çıkan dedikodular-dan çok yuvalar dağıldı. Bazen hastayım diye doktora giden hanıma bir şeyin yok, kocan hemen gelsin diye azarlar yağdı. Bazıları para biriktirme sevdasına yeme-sinden, içmesinden fedakarlık yapıp pata-tes haşlamasıyla mide kandırdı. Bahane-leri Almanların domuz eti satmaları. Bu yüzden kimi ölüp uçağın kuyruğunda, kimi hastalanıp sedyeyle evini buldu. Memleket hasretiyle yananların çoğu “kazancım bana yeter” deyip kesin dönüş yaptı. Parasını değerlendiremeyenler musluğu çabuk boşalttılar. Artık yaşlanmışlardı geri dönseler Almanya onları almazdı.

Akıl vereni olanlar parasına para, malına mal eklediler. Eskiden para göndermelerde bankalara itibar olmaz elden eş-dost vasıtasıyla gönderilirdi. Para şehirde bir esnafa gelir, bunu duyan işçi hanımı yakın bir akrabası erkekle Mark’ları oradan alırdı. Bazıları geldiği dükkanda şunu alacağım, bunu alacağım diye hava atar emanetçi dükkancı da şimdi bunlara gerek yok diye paraların hepsini vermez kendi işinde kullanırdı.

Almanya'dan gelen mektupların içi ya-lan yanlış bilgilerle dolu olurdu. Güya işçi çalıştığı ortamda gezinirken bastığı yerin altındaki makineyi çalıştırır, toplu iğne imal olurmuş veya Türk neslini kurutmak için işçi alımı bahanesiyle yemeklerine ilaç katıp peyderpey öldürecekmiş.
Haım’larda öyle yataklar varmış ki, kalk saati gelince adamları yataktan atıyormuş. Aradan geçen yıllar içerisinde kolay yoldan geçim yolu sahtekarlığına gidenler olmuş. Farkında olmadan Türk düşmanlığının ilk tohumunu attırmışlardır. Sigaramatiklerden sigara çekmek için buzdan jeton, yere düşen bir parayı almak için ayakkabı altına sürülen yapıştırıcılar bu gibi olmadık pislikler, “TÜRKLER DIŞARI” sloganını doğurmuştur. Yurdun dört bir tarafında başlayan Almanya'ya işçi akımı furyasına Karacaören daha önceleri başlamıştı. Bulup buluşturan soluğu dış ülkelerde almış. İş, ekmek, mal, mülk sahibi olmuş-tur. Fakirlikten gelmenin vermiş olduğu “iktisatlı geçim” yolunu seçtiklerinden izinlerinde öyle havalı otomobillerle gelip, olmayanlara poz satmamışlar, trafik kazasıyla ölmemişlerdir.

Karacaören'de Almancı olmadık ev parmakla gösterilecek kadar azdır. İlk önceleri eğitimde biraz gerilemeye neden olduysa da uyanan köylü çocuk okutmayı ilk planda tutmuştur. Artık Almanya'dan çil çil Mark’lar gelmekte eski evler yıkılıp yenisi yapılmakta, kapılarda traktör ve ziraat aletleri, kamyonlar, minibüsler göze çarpmaktadır. Evlere buzdolabı, ocak gaz girmeye başlamıştır. Kütük babası Ahmet ölünce ağabeyi Bekir'le yetim kalırlar. Babalarının öyle malı, mülkü karın doyuracak pek fazla tarlaları yoktu.

Ağabeysi çerçilik, kendisi ırgat durma, amelelik gibi işlerle uğraşıyordu. Zamanla ağabeyi ile evleri ayırdılar.

Minire, Kütük’ün öz anası; Bekir'in analığı idi. Ayrılınca oğlu Kütük’ün yanında kaldı. Kendisinden önce bir erkek kardeşi doğup ölmüştü. Babası Kütük’ün doğumuna çok sevinmiş, maşallah kendi Kütük gibi adı da Kütük olsun demiş. Kütük zamanla çoluk çocuğa karışmış, kimsenin azında, çoğunda, dedikodusunda olmayan kendi halinde efendi, ağır başlı bir gençti. Kendisini çok seven köylüleri ona Efendi lakabını taktılar.

Yaşlı anası Minire ev işlerinde gelinine gücünün elverdiğince az buçuk yardımcı olur, köyü dolaşır, Almancıların yaşam farklarını görür, kendi fakirliklerini düşünürdü. Almanya'dan izine gelenlerin giyimlerine, kuşamlarına özenirdi, “Benim Kütük’ümün bunlardan neyi eksik? Neden o da Almancı olmasın?” diye iç geçirirdi.

O yıllarda Almanya'da işçi olarak çalışan Tahsin Yılmaz da izine gelmişti. Minire, aynı zamanda akrabaları olan Tahsin'e hoş beşe gitti. Kütük’ü Almanya'ya götürmesini bir hayır işlemesini, ağlamaklı gözlerle duacı olacağını söyleyerek anlatmaya gayret etti.

Tahsin, “Sen Kütük’ün gitmeye gönlünü edersen masraflarını çeker ben götürürüm” diye söz verdi.
Ana ne kadar ısrar etse oğlu buna razı olmuyor, çalışmayı pek sevmeyen Kütük efendi Almanya'nın hep kötü yönlerini bahane edip anasını caydırmaya çalışıyordu. O gün hava çok rüzgarlı, Kütük harman savuruyor, anası onu seyrediyordu ki, Tahsin de oraya geldi. Yorulan Kütük bir nefes alımı onların yanına geldi gelmesine de anasıyla Tahsin'in dayatmaları başladı. Artık Kütük efendiye Almanya kelimesinden gına geliyordu. Elindeki yabayı fırlatıp koşarak komşunun yatırma yığınının arkasına geçti.

Onların duyacağı şekilde “Aha şimdi Almanya'dayım, işi kim görecek? Memleketime, Mehmet Ali'me Ayşe'me, Salim’e, Burhan’ıma ben nasıl dayanacağım” diye bas bas bağırıyordu.
NOT: Almanya için yuvası dağılanlara babamın yazdığı uzun şiiri kısaltarak yazıyorum.

ALMANYA
Ören kal Almanya Mark’ın bataydı
Çeyizimi, altınımı, ashabını tek sataydı
Hiçbir şeyini istemezdim evde olaydı
Ören kal Almanya adın batsın
Alman oldu benliğini yitirdi
Erkencecik gençliğimi yedi bitirdi
Birde peşinde Almanya'ya götürdü
Ben kurtuldum senin olsun Almanya
On üç yıl bekledim beni suçladı
Ne Mark gönderdi, ne de yokladı
Sarı kızla evlenmiş benden sakladı
Ören kal Almanya bataydı kızların
Saçımı tarayıp kına yakmadım
Yüzümü boyayıp sürme çekmedim
Belki gelecek diye evden çıkmadım
Pişman ettin beni paran bataydı

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

+++++++++++++++++++++++++++++
İPÇİ SEN PEYGAMBERMİŞSİN...

 

03/12/2011

Tarran Ahmet'in iri yapılı, deyim yerindeyse Herkül gibi bir vücut yapısı vardı. Onu anası nazar değmesin benim aslanıma, tosunuma diye omzuna mavi boncuk, okunmuş iğde takar, eve gelen komşu kadınlara nazar etmesinler diye Ahmed'i pek öyle göstermezdi.
Kulaktan dolma tefrikalarla namını duyduğu, bilmem nereli, Tarran adında bir babayiğit pehlivana güya oğlu Ahmet çok benziyormuş.

O da bundan kendine pay çıkarır, Ahmed'i onun gibi yetiştirmeye gayret eder, oğluna da Tarranım diye çağırırmış. O da zamanla Tarran Ahmet adıyla büyüyüp gelişmişti. Ahmet ağabeyi Osman'la tarlaları az olduğundan el kapısı, gündelikçi, çiftçi durmakla geçimlerine katkıda bulunuyor, kapıdaki bir iki ineğin yoğurdu, yağıyla da katıklarını temin ediyorlardı. Osman askere gidince evin geçimini ve işleri Ahmet'in üzerine kalmıştı.

Köydeki yaşam gün geçtikçe Ahmed'in zoruna gidiyor, ama anasını köyde bırakıp bir tarafa gidemiyor, adeta anası onun ayaklarına pranga oluyordu. Köylü Adana, Ankara gibi şehirlere çalışmaya gidiyorsa da İzmir'e daha çok akım vardı. Nedeni ise İzmir'de önceki giden Dalakçılılar çoğalmışlar, hemşehri sıkıntısı çekilmiyordu.

Osman ağabeyi askerden gelmiş orada öğrendiği sıhhiyeliğe çeşitli tedavi yöntemlerini de ilave ederek çevre köylerin hastalıklarına umut ocağı olmuştu. Ahmet birkaç zaman ağabeyine hasta tedavilerinde yardımcı olduysa da bunlar onun yapacağı işler değildi. Onun aklındaki buradan bir an evvel kaçıp kurtulmak, ekmeğini dışarıda arayıp oraya da yerleşmekti. Nasıl olsa ağabeyi gelmiş anasının yükünü onun omuzlarına atıp prangadan kurtulmasına bir neden kalmamıştı. Düşündü, taşındı ana ve ağabeyinin gönlünü alamasa da her köylüsü gizli İzmir'in yollarına düştü. Uğradığı Ankara'da ara dere işinde çalışıp hemşerilerine biraz yük oldu.

Günler geçtikçe baktı ki, homurtular çoğalıyor, olacak gibi değil, İzmir'de soluğu aldı. Bir yıl kadar orada çalıştı. İşler bayağı düzene girmiş, çalışmış olduğu hırdavat mağazasında sevilip sayılıyor, iyi de para alıyordu. Yeme ve yatma dükkancıya aitti. Bu yüzden kenarda beş-on lira birikmeye başlamıştı. Köyden gelen bir arkadaşı anasının çok hasta olduğunu, az ömrü kaldığını söyleyip duruyordu.

Akrabasının ve köylülerinin ısrarlarına fazla dayanamayıp patronundan izin alıp köyüne geldi. Aslında durum söylenenler gibi değil, anası onun hasretine dayanamamış, öyle tuzakla Ahmed'ine kavuşmuştu. Askerden sonra köye geldi. Anası da ölmüştü. Üç-beş dönüm tarlayı, inek ve danayı ağabeyi Gıdım Osman'a satıp Dalakçı'dan şehre göç etti. İzmir'de ve askerde biriktirdiği para ile şehirde bir ev kiraya tuttu. Bir hafta, on gün sağda solda dolaştı. Kendisine uygun yapabileceği iş aradı. Amelelik, bahçıvanlık, bağ bekçiliği gibi bulduğu işleri de yapmaya pek yanaşmadı.
Yapısında emir alma gibi direktiflere alerjisi vardı. Yaparsam yaparsam anca kendi işimi yaparım diye karar verip soluğu çarşıda aldı. Yaşlı bir adam at arabasını atların ürkmesiyle devirmiş, sebze, meyve yere saçıldığı için manavdan da bir sürü azar işitiyordu. Olaya şahit olan Ahmet yardıma koşmada gecikmedi. Dökülenleri topladılar, ezilenleri ayırdılar. Manav öfkeden neredeyse yaşlı adama Ahmet'ten çekinmese acımadan vuracaktı. Üçü birlikte yükü manava boşalttılar.

Arabacı için için ağlıyor, bunu Ahmed'e göstermemeye çalışıyor, biriken gözyaşlarını sırtındaki eski ceketin yenine siliyordu. Arabayı bir kenara çekip atın yem torbasını boynuna astılar. Adam üç yetime baktığını, hasta hanımı ve gelininin onun bunun ev temizliğine gittiğini, madur ve fakir olduklarını anlattıkça anlatıyor, hıçkırıkları ayyuka çıkıyordu. Ahmet kendisini teselli ediyordu. Oğul ben yaşlandım artık bu işi yapamıyorum, evime çekilip yetimlerin başında duracağım, ama ol görüp bu at arabasını elden çıkaramadım. Almak isteyen çok az para veriyor, çok para verende veresiye istiyor elime ne zaman para geçerse o zaman öderim diyor.

Birden Ahmed'in gözleri parladı, gençti, güçlü, kuvvetliydi, taşıdığı yükleri kuş gibi kaldırır, ihtiyara manavın yaptığını kimse ona yapamazdı.

Adamla kısa bir pazarlığa oturdular. Alan razı veren razı misali hemen anlaştılar. Ahmet atların dizginlerini eline aldı, adamı evine götürdü. Meğer evleri birbirine yakınmış. At adamın ahırında kalıyor, ihtiyar Ahmed'i çok sevmişti. Onun verdiği ahır kirasını dahi almıyordu.
Zamanla Ahmet işini sevmiş, sabah erkenden yeni evlendiği hanımının hayırlı işler duasıyla evden ayrılıyordu.

Yıllar böyle geçip giderken artık evde çocuk sesleri duyuluyordu. Kimisi yeni olmuş, kimisi artık ilkokula gidiyordu. Aradan geçen yıllar içerisinde Ahmet artık yaşlanmaya yüz tutmuştu. Gerek hanımı, gerek çocukları at arabasını satmaya onu zor ikna etmişlerdi.
Tarran Ahmet evde boş oturamıyor, sıkılıyor, arada çarşı, pazar dolaşıyor sada rahatsız oluyordu.
Vakit geçirmek için uğradığı birkaç dükkanda işyeri sahibi hoşgörüsünü ondan esirgemese de adamın müşterisi gelip, gidiyor, saklısı, gizlisi oluyor, orayı fazla işgal etmek gereksizdi. Bir gün pazaryerinde dolaşırken gözüne yazma boncuğu satan biri ilişti. Rengarenk boncukları kadınlar özene bezene seçiyor, satıcı keyfinden arada iştahla sigarasından bir nefes çekiyordu. Ahmet atladığı gibi soluğu Ankara'da bu tür şeylerin satıldığı Çıkrıkçılar yokuşunda aldı.

Adamlara vebal verip kendisini kandırmamalarını, boncuğun en iyisini vermelerini tembihledi. Tarran Ahmet elinde taşıdığı sepete boncukları diziyor, ev ev, mahalle mahalle geziyor, ağzı her Dalakçılı gibi iyi laf yaptığından başına toplanan kadınlara bol bol boncuk satıyordu. İşini sevmişti. Arda köylere de gidiyor, misafir olduğu odalarda gelmişten geçmişten dem vuruyor, sabahta boncuğunu satmaya başlıyordu. Artık Tarran Ahmet köylerde ve Kırşehir'de BONCUKÇU AHMET AĞA diye anılıyordu.

Boş zamanlarında uğradığı köylüsü şık berber Mehmed'in yanına biriken gerek dükkan komşuları gerek köylüleriyle hoşça vakit geçiriyordu.

Aylardan Ekim ayı havalar bir yandan soğuyor, çiftçi tarlasını ekiyor, kışlık yiyecek hazırlanıyor, odun, kömür satanlar müşteriden başını kaldıramıyordu.  Berberin dükkanı Ünal Çarşısı arka cephede olduğundan öğle sonları bayağı gölge ve serin olur, o cadde de bu yüzden (Eski Ankara) bayağı ayak çeker, kalabalık olurdu.

Ahmet Ağa boncuğunu satmış, Cuma namazını kılmış, berberin içi müşteri dolu olduğundan dışarı da oturuyor, ama her zamankine göre morali biraz bozuk duruyordu. Bu durum yakın köylüsü, ahbabı İpçi Erdoğan'ın dikkatini çekmiş, hal-hatır sorma bahanesiyle işin aslını öğrenmeye çalışıyordu.

Boncukçu Ahmet Ağa sağı solu şöyle bir süzdü. Şapkasını dizinin üstüne koyup o saçı az, yarı kel kırmızı kafasını hafiften kaşır gibi yaptı. Ula iplikçi, kışın yakmaya odun aldın mı? Evet. Kömür aldın mı? Evet. Başını tekrar sağa sola çevirdi. “Ben alamadım” mahzunlaştı, bir iç geçirdi. İpçinin almasına sonradan sevinir gibi oldu, o kara yüzü hafiften pembeleşti. Peki, iplikçi kışın satacağın ipleri şimdiden depoya attın mı? Evet. ULA İPLİKÇİ, PEYGAMBER ARAMAYA HİÇ LÜZUM YOK. DİSANE SEN PEYGAMBER İMİŞSİN. Cümlesine etraftan gülenlerin sesi karıştı.

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek, mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

+++++++++++++++++++++++++++
ABİ MAL VAR MI?

 

21/11/2011

Erdoğan, ilkokulu bitirdikten sonra ortaokulu okumaya Kırşehir'e gelir, 8 ay tahsil, 4 ay tatil ederken yavaş yavaş köyden uzaklaşmaktadır. Liseye başladığının ikinci yılında (69-70) babası göçü köyden şehre taşıyınca tamamen köyle irtibatı koparmıştı. Liseden sonra babası ona saat kulesi karşısındaki iplik dükkanını devretmişti. Orayı sahibi avukat Tevfik Görkey inşaat için 6 yıl sonra yıkınca (1978) Ünal Çarşısı’na taşınmıştı.

Köyüne olan hasreti gün be gün artıyor, bunu da arada babasından kaçırdığı otomobille Kervansaray Dağları’na mantar, kenger gezme bahanesiyle gideriyordu. Pazar günü geldi mi yanına karşı komşusu kuru temizlik işiyle uğraşan köylüsü Kaya'yı alıyordu. Kaya çocukluğunda dağlarda babasıyla eşek ve dana karışımı hayvanları güder, bu yüzden de evlekleri ve bulunduğu yerlerin adını bilirdi. Kervansaray Dağları’nın alt eteklerinde in denilen mevkide mağaraların karşısında bir ıslaklık ve etrafında yeşil su otları görüyordu. Orada zaten yıllar önce amcazadesi olan Püsküllü Mehmed'in yapmış olduğu çeşmenin en kazı duruyordu. Olanı babasına zaman zaman duyuruyor, o da bir türlü fırsatını bulup ilgilenemiyordu. 1982 yılı bahar ayında Karacaören Belediye Başkanı Kadir Yılmaz'dan izin alınıp verdiği kepçeyle suyu meydana çıkardılar. Parmak kadar akıyordu. Uzun uğraşlardan sonra çeşme meydana çıkmıştı. Başta Kadir enişteleri olmak üzere her birinin adına çeşmenin başına söğüt ağaçları dikildi.

Erdoğan'da artık bir dağ ve ağaçlandırma hastalığı başlamıştı. Viran olmuş bahçelerden veya kendi rızasıyla verenlerden söktüğü ağaç fidanlarını götürüp çeşmenin etrafına dikiyordu.
Bazen izinsiz sökümlerden mahkemelik oluyordu. Onları büyütmek çok zordu. Ağaçlara tenekelerle su taşıyor, az akan su ihtiyaca cevap vermiyordu. Bir de bunun yanında oraya yayılmaya ve su içmeye gelen hayvanlar ağaçları kırıyor, onları çalıyla muhafazaya almakla uğraşan Erdoğan'ın elini ayağını çalı çizip kanatıyordu.

Ağaçlar bir yandan dikilirken ötekiler de yavaş yavaş büyüyor bayağı seçilmeye başlıyordu. Söğüdün gölgeleri artık piknik yapmaya gelenleri güneşten koruyordu. Ağaçlar büyüdükçe piknikçiler bir birine anlata anlata oranın methi duyuluyor, adeta Çuğun Barajı, Güzler Parkı gibi dolup taşıyordu. Erdoğan oraya bir tuvalet bile yaptı. Gelenlerin arabası bazen elliyi, altmışı bile bulduğu oluyordu. O kadar insanın getirdiği alanda poşetler ve atıklar çevreyi kirletiyordu. Erdoğan'da kimseye kızmadan çöpçü gibi onları topluyor gelenlerde bir dahaki seferde pislik bırakmıyorlardı. Aradan geçen yıllar içerisinde ağaçlandırma sahası genişlemiş bu da çobanları ve hayvan sahiplerini hayvanlarını doğru dürüst otlatamadıklarından, sulayamadıklarından dolayı kızdırıyordu. Erdoğan bir gece dağa yatmaya gitti. Sabah erken kalkacak ağaçları ilaçlayacaktı. Vardığında baktı ki Çoban Hayrettin gece hayvanları sahaya yatırmış, ineklerin altında kalan ağaçların çoğu eğilip kırılmıştı. Erdoğan Hayrettin'e çıkışsa da babayın malı mı cevabını almıştı.
Zaten köylü Güdük İreşid'in Hasan (Erdoğan'ın babası) buranın tapusunu alacak, benzinlik yapacak diye yaygarayı basıyordu. Erdoğan ağaçları dikerken mal edinime düşüncesi içinde olmamış, hatta ağaç dikmesine babasının azarları karışmıştı.

Üç gün sonra Erdoğan kapısını çaldığı Milli Emlak'ın müdüründen, buranın orman sahası olduğunu, Orman Müdürlüğü’ne başvurması gerektiğini, öğrenir. Orayı kiralamaya ve hayvanlardan ağaçları kurtarmaya gidip eli boş dönen Erdoğan'ın keyfine diyecek yoktu. Soluğu o zamanki adı Fidanlık Müdürlüğü olan dairede aldı.

Durumu olduğu gibi anlattı. Müdür Mehmet Özer demek Kırşehir'de böyle karşılıksız hiçbir beklentisi olmadan ağaç diken bir gönüllü varda biz ne diye duymadık? Ne istersen hemen yapalım. Sürmeye araç mı? Dikmeye ağaç mı? Hemen verelim. Hayır, Müdürüm siz o sahayı tel örgüye alın ben parasını vereyim. Ne münasebet orası bizim orman sahamız. Bir hafta sonra saha tel örgüye alınıp hayvan girişine kapatıldı.

Bazen Çoban Hayrettin, Cönünün Mehmet, Çamcının Paşa gizlice hayvanı sokuyorlardı. Erdoğan onları tek tek uyarıyor, yarın yakalanırsanız benden bilirsiniz diyordu. Nitekim Hayrettin yakalanmış bir sürü para cezası ödemiş, bunu da Erdoğan'dan bildiği şüphesiyle birçok ağacı kırmıştı.

Erdoğan Radyo, TRT1'de yayımlanan İzmir yapımı SÖZDEN EYLEME ÇEVRE adlı programın yöneticisi İlhami Arslan'ın dikkatini çekmiş, ona radyoda konuşma imkanları tanımıştı. Bir dikkatsiz piknikçinin bir anlık dalgınlığı ile büyük bir yangın çıkmış, birçok ağaç  yanıp kül olmuş, o günden bu güne saha pikniğe yasaklanmıştır. Olayı Radyo 1'e yazan Erdoğan'ın mektubunu okuyan spiker gözyaşlarına hakim olamamış hıçkırıkları metni okumaya mani olmuştur. O spiker şuanda TRT İzmir Radyosu’nda halen görev yapan bir beyefendidir.

Erdoğan buna ilaveten çeşmesinin altında ören bir çeşmeyi de tamir edip ayağa kaldırmış, ağaçlandırmış (şimdi o söğütlerin altında insanlar piknik yapıyorlar) orayı da her hafta pırıl pırıl temizlemiş, nasıl buluyorsan öyle bırak diye yazılar yazmıştı. Yıllar sonra Boztepeli Hacı Mahmut Altaş'ın önderliğinde şimdiki Boztepe yolu üzerine iki musluklu çeşme yapılmış, oranın tamir bakım ve çevre temizliğini Erdoğan bıkıp usanmadan halen yapmaktadır.

Hatta oranın atık suyunu altı yüz metre boru çekerek kendi adıyla anılan (Erdoğan Çeşmesi) orman sahasına, orman yolu kenarından çekip büyük bir su havuzu yapmıştır. Bunlar hep para işi, bu hayrı sizce kaç kişi yapabilir? Yol kenarına badem tohumları atmış o ağaçlar boy boy büyümüş gelenler bademini yemektedir. Havuzdan aldığı suyu yeraltına döşediği borularla sahaya yaymış, yaptığı logarlara ilave ettiği borularla sulama işini yapmıştır.

Bu işlerle her hafta uğraşı verirken bir ufak rakı içer, çalışırken üstü başı berbat olur, dağ ve çeşmeler yüzünden ihmal ettiği hanımı ile arası açılırdı. Hatta bir ara kızan hanımı beni mi, dağı mı tercih ediyorsun der ve aldığı dağı cevabına kadın şok olur.  Erdoğan 2000 yılında eski çeşmesinin beş yüz metre ilerisinde Boztepe yolu altında bir su kaynağı bulur. Babası ve Özbağlı Ahmet Turhan'la çeşmeyi yaparlarken 2004'te babası ölür.

Üç ay sonra Ahmet Ağayla çeşmeyi, duvarlarını, oturma masalarını, buna ilaveten de büyük bir havuz yaparak tamamlar. Çeşme gürül gürül akıp kurda kuşa insanlara su vermektedir.
Ahmet Turhan ustalık için gerek Hasan'dan, gerek oğlu Erdoğan para almamıştır.

Hafta sonu akşam olunca Erdoğan çeşmelerin mıntıka temizliğini sırasıyla yapa yapa son olarak Kervansaray Dağı’nın Kırşehir yönündeki meşhur Çanak Pınar Çeşmesi’ne gelir, oranın da mıntıka temizliğini yapar, son dublesini atıp evinin yolunu tutardı. Eve dönüş çok zoruna gider, dağın tepesinde bıraktığı romatizma ağrıları tekrar vücuduna biner, bir hafta onların ızdırabını çekerdi. O gün arkadaşlarıyla hem çalışmış, hem şakalaşmış, piknikçilerin yaptığı hayırdan dolayı teşekkürlerini alıp mahzun mahzun arabanın direksiyonuna geçmişti. Kervansaray Dağı’nın tepesine gelince Çanak Pınar’a sağa dönüş işaretini verip yoluna devam etti.
Dönüş yola, biraz yüksekçe 10 veya 15 metre rampa çıkınca eski iptal olan yola ulaşırdı. Erdoğan sağdan rampayı beş altı metre çıktı ya da çıkmadı karşıdan gelen  otomobilin yanında durmasıyla biran şaşırdı. Onların işaretiyle kendisi de arabasını durdurdu. Dışarı akşam olduğu için dağ bayağı zifiri karanlık olmuştu. Aracın içerisindeki ışık Erdoğan'ın gözünü alsa da onların 20 ila 25 yaşlarında beş genç olduğunu fark etti. Selamdan sonra gençler “ABİ MAL VAR MI?” sorusunu yönelttiler.

Onların ne demek istediğini Erdoğan o saniye anlamıştı. İşi geçiştirme yoluna gidiyor, gençler mal ne malı? Ne renkti? Karanlıkta nasıl belli olacak, ben görmedim! Gençlerde abi sarışın olur! Esmer olur, anlarsın ya! İş uzadıkça uzuyor, soru üstüne sorular soruluyor, gençler bir türlü kendilerine uygun cevabı alamıyorlardı.

Atlatıldıklarını zannedip bayağı hırçınlaşmaya başlamışlardı. Gençler ben ta baştan beri ne demek istediğinizi anladım, ama esnaflığımın bana vermiş olduğu terbiye sizinle tartışmamı önledi. Ben pezevenk miyim lan diye size çıkışmadım, malı hayvan diye yorumladım. Ben Ünal Çarşısı’nda yıllardır esnaflık yapan İpçi Erdoğan'ım. Benim böyle şeylerde bezim olmadı, olmazda. Siz bir daha adamınızı iyi seçin, başkası olsa vallahi billahi şu silahla sizi vururdu. Ön koltuğun üzerinde duran, başım üşümesin diye yanında taşıdığı örgü bereyi gösterdi. Gençler baskın gelip de işi dövüşe dökseler berenin altındaki ekmek bıçağı onlara ne yapabilirdi ki?.. Hayali sükuta uğrayan gençler sonradan toparlanmaya çalışıp kendilerini haklı konuma getirmenin gayreti içine girdiler.
Abi biz devamlı bu bölgede karşı arabayla sinyalleşip mal alırız. Kusura bakma sende bir daha dağ başında sinyal yakma. Bir sinyalin sadece trafikte geçerli olduğunu sanan Erdoğan, zorda kalmaz ise bir daha ıssız dağ yolunda sinyal yakmamaya sabır etti.
NOT: Öyküdeki ağaçlandırma bölümüne aşağıdaki 9 Kasım 2009 Çağdaş Kırşehir gazetesinde çıkan, şiiri kısaltıp sunuyorum.
GELİN AĞAÇ DİKELİM
Gelin hep beraber el ele verelim
Uzak, yakın demeyip hemen gidelim
Kır-şehrimizin bozkırını yenelim
Gelin arkadaşlar ağaç dikelim
Dik yamaçlara, çok sarp tepelere
Ayaklarımızın ulaştığı her yere
Erozyon sürüklemiş taşlık yerlere
Gelin çevreciler ağaç dikelim
Senin de doğada dikili ağacın olsun
Büyüyünce dallarına kuşlar konsun
Altında oturanlara gölgelik olsun
Gelin yarenler ağaç dikelim
Ceviz, zerdali, vişne, armut
Çam, elma, ayva, kiraz, dut
Erik, çınar, akasya, palamut
Her çeşitten ağaç dikelim
Önce yere derin çukur eşelim
Elimizdeki fidanları hemen dikelim
Toprakla örtüp can suyunu verelim
Gelin akranlar ağaç dikelim
Erdoğan'ım otuz yıldır ağaç dikerim
İki daire parası harcadım az derim
Gücüm yerinde oldukça hep dikerim
Yarınlara bırakacak budur servetim
Gelin Kır-şehirliler ağaç dikelim

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek, mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

++++++++++++++++++++++++++++++++
EKİNİN BOYU

 

03/11/2011

Kısa olan yaşamımızda başımızdan acı, tatlı ve mizahi yönde çok olaylar geçmiş, bu da zamanla suya yazılan yazılar gibi unutulup gitmiştir. Genelde mizahi olan olaylar çoğu utanılma ya da küçük düşürülürüm düşüncesiyle ya bir başkasının üzerine mal edilmiş ya da bilinen nüktedanlardan Nasrettin Hoca gibilerinin üstüne yıkılmaya çalışılmıştır. Ben bir Karacaören sevdalısı olarak, köyümde ve çevremde herkesçe bilinen, kahramanları köylüm ve yakınım olan, yaşamlarının çoğuna şahit olduğum kişilerin başlarından geçen olayların mizahi yönünü ele aldım. İlerde bunlara başkalarının sahip çıkmalarını önlemek için kağıda dökme gayretine girdim. Köyümde benim bildiğim İbişoğullarından Etem amca (Etem Fal), yine aynı sülaleden İbili amca, Balağın Hacı Hasan, Çolağın İbili, Tomür Abdullah gibi nüktedanlar, kimse alınmasın Nasrettin Hoca'ya taş çıkarır cinstendiler. Bu ve bu gibi şakacı Karacaörenlilerin başlarından geçen olaylar yerel olarak sadece köyde biliniyor, orada kalıyordu. Olayların köy dışına duyulup yayılmasında da, sınıfta öğretmenin en önde oturan öğrenciye söylediği sözün en son öğrenciye kadar değişmesi gibi değişime uğruyordu.

Bu değişimin burada noktalanması için ilerde bunların kâr kazanç düşünmeksizin, olayları öyküleştirip baki kalmasından yanayım. Öyküdeki olaylar 1900 yılından bu yana olan olaylar olup, devamını da benden sonra yaşayanlar yazmaya gayret etsin. Öykülerdeki ana tema her Karacaörenlinin bildiği veya yaşadığı olaylardır. Bilindiği gibi öyküler tarihi bir belgesel, aynı zamanda bir tarih değildir. Mekan ve kahramanlar pek önem taşımaz, olaylar öyle değil de böyledir, kişiler Ahamad ağa değil de Mehmed ağa olur. Ben öyküleri yaşamış, duymuş kişilerden kulaktan dolma bilgilerle, duyumlarla, çoğu kahramanları kendim yaratmakla, yeteneğimde var olan olayları süsleme sanatıyla yazdım. Öykülerde geçen kahramanlara akraba ve yakınlık hissine kapılıp koruma ve kollama yanlışlığına düşmeyip yaklaşımlarımı aynı ölçüde tutma gayretinde oldum. Öykü kahramanlarını küçük düşürmemeye, rencide etmemeye, onurlarını kırmamaya, mahkeme edip yargılamamaya, nesillerini ve mirasçılarını utandırmamaya dikkatim çok olmuştur. Öykülerimin başlığı ana temadır, olaylarda “Vaaa kül çıktı” da olduğu gibi kül bazen bir sigara paketinde, bazen de bardaktaki ayranda da çıkabilir.

Olaylara geniş açıdan girmedeki amacım o zamanlardaki köylülerin yaşamları, hayat tarzları hakkında okuyucularımı bilgilendirmek, konuları açıklığa kavuşturmaktır. Bu KAMYON KARACAÖREN'E giderde şoförün trafik kurallarına olan riayetini, VEBALİ BİZDE de canlı hayvan alım satımcılarının (çelikçi) yaşamlarını, BANA GADAK DADANDI da Karacaören'in misafirperverliğini, BU ARABA CAHANDEME giderde çevreyle olan yol ulaşımını, BİR KARACAÖRENLİNİN TARİFİNDE Karacaörenlinin eğitime verdiği önemi dile getirdim.
Öyküdeki kahramanlara, mekan ve tarihlerde yanılgılarım olabilir. Benim hiçbir Karacaörenli ile şahsi husumetim olmamıştır, esnaf olduğum için belki bazen benden alışveriş yapmamış olanlara kırgınlığım olmuş olabilir. Onu da yapım icabı zaman içerisinde unutmu-şumdur. Ben her köylüme alışverişlerinde başkalarına kefil olmuş, onların güvenilir kişiler olduğunu övmüş, acılarına ortak olup acım bilmişim, düğünlerinin hep davetlisi olmuşum, düğünlerimin başmisafiri olmuşlardır.
Öyküleri yazarken onların bilgisine başvurmuş, bana verdikleri destek, cesaretim ve şevkim olmuşsa da bazı yanlış anlaşılmalar olabilir. Doğacak hatalarımdan onların hoşgörüsüne sığınır, özür dilerim. Her şeyi içimden atamadığım, yıllarca hasretiyle beni kemiren Karacaören sevdasına yaptım, yapmaya, yazmaya, o toprakları ağaçlandırmaya, yerine göre çeşmeler yapmaya, arızalı olanları da tamir etmeye ömrüm ve gücüm elverdikçe devam edeceğim. Bu böyle biline. Bendeki bu hoş sevda bitmez diyerek öyküme başlıyorum.

Baharın gelmesiyle Damlacık’tan, Horla’ya, Seyfe'ye, Kocakaya'dan Boztepe'ye, Malya'ya, Güneyin Burnu'ndan Tereli’ye, Üçkuyu’ya, İn’e kadar her yeri beyaza boyayan karlar erimişti. Bunun akabinde doğa yemyeşil bir örtüye bürünmüş etrafı cıvıl cıvıl öten kuş sesleri çınlatıyordu.
Güzden tarlalar ekilmiş, atlar, öküzler seneye lazım olur diye ahırlara çekilmiş, bunların çoğu da bakımsızlık ve yemsizlikten ölmüştü. Bu fakirin kaderiydi, nasıl olsa öküz aldıkları celepçiye borç tehiri ettirmeye alışmışlardı.

Tarlalarını eken köylü bahar gelmesiyle kış uykusundan uyanmış, iyi bir mahsul almanın ümidi ve duasıyla yazı bekler olmuştu. Mahsulünü kaldıracak, Yerköy Ofisi’ne gidecek, günlerce kuyrukta sıra bekleyip satıp parasını alacak, eksiğini, gediğini giderecek, oğlunu everip kızını çıkaracaktı. Bu hevesle baharı coşkuyla karşılayan köylü, kışın yıkılan evinin duvarını, tandırını, bacasını tamir ediyor, her yeri bembeyaz kireçle badana yapıyordu. Topraklık denilen mevkiden getirilen toprak, bolca sulandırılarak beyaz badanalı evlerin alt eteğine bir metre yüksekliğinde sürülerek kırmızı nakış veriliyordu. Bu öyle güzel kokardı ki, çocuklar bunu tırnağıyla kavlatıp yerdi.

Hayvanlar sığıra katılıyor, seneye ekilecek nadasa bırakılan tarlalar sürülüyordu. Sürümler genelde traktör herkeste olmadığından atların çektiği pulluklarla ya da öküzlerin çektiği karabasanla yapılıyordu. İlaçlama falan yapılamayan tohumlar kucaktaki çıkıdan alınıp elle tarlaya saçılırdı. Çiftçi bundan aldığı çok az bir verimle kıtlık olmaz ise geçimini kısıtlama yaparak sağlardı. Geçen yıl büyük bir kuraklık olmuş, daha Mayıs ayının başlarında yeşile bürünmüş ekinler sıcaktan sapsarı kesilmişti. Çoğu kimse civar köylere kerpiç kesmeye ameleliğe, ırgatlığa, çobanlığa gitmişti bile.

Mahsul sonrası ödemeye alınan öküzlerin parası celepçiye bir sonraki yıla tehir ettirilip, faizi de üstüne eklenilmişti. Bakkala, terziye, manifaturacıya olan borçlar köylüyü kara kara düşüncelere sevk etmişti. Ne düğünlerin, ne yaşamın tadı kalmış, sarılan cigaraların biri yanarken biri sönüyordu. Etem emminin şakaları, Goguyla oynanan küllemeçler, İmirze'nin “alımını aldın” takılmaları kimseyi mutlu etmeye yetmemiş, umurlarında dahi olmamıştı. Kıtlık artık geride kalmıştı. Hayvanlarını sığıra katan, tarlasını süren köylü artan zamanlarında evlek evlek dolanıp şu dağ senin, bu dağ benim kenger, mantar bulmaya dolaşıp vakit geçiriyordu.

Mantar evleklerinin çoğunu orman sahası sürülürken kaybetsek de şu an bile Dalgara, Yayla, Ağan Dağı etekleri, Güney’in arkası, Kurtderesi, Küçükmaden Deresi, Büyükmaden Deresi, Tereli, İn, Üçkuyu, İsmailsivrisi Dağı ve etekleri denilen yerlerde rastlamak mümkündür. Çizgi halinde koyu yeşil ot olarak bulunan evleklerde Mayıs ayı gelmesiyle mantarlar oluşur, bunları köyün yaşlısı, genci toplar, bunlardan bazıları da şehre getirip satar cep harçlıklarını çıkarırlardı. Kadir köyde Abile lakaplı asıl adı Mustafa olan, geçimini çiftçilikle sağlayan fakir bir ailenin küçük kardeşi Ömer'le iki oğlundan biriydi. Kadir, Ömer'den yaşça daha büyük olduğu için çiftin ucundan daha erken tutmuş, ilkokulu bitirdiğinde babası bana yardımcı olsun diye diğer Karacaörenli gençlerin gittiği gerek Hasanoğlan, gerekse Pazarören Ziraat ve Öğretmen Okulu’na göndermemişti. Kadir, babasının bir dediğini iki etmeyen, onun her yumuşuna koşan biriyken, sonradan yetişip gelen Ömer bunun tam tersiydi. Buyurulan işlerden kaytarmasını bilen, işleri Kadir ağabeyinin hoşgörüsünden istifade edip onun üstüne yıkan bir gençti. Kadir'i, babası çok geç evlendirip, başını bağlamıştı.

Kadir, derli, toplu, edepli, saygılı, arkadaş ortamını seven, köy düğünlerinin tadı, neşesiydi. Aynı zamanda dağ, bucak gezmeyi mantar, kenger toplamayı, neredeki evlekte daha çok mantar bulunduğunu bilir, bunu herkese söylemezdi. Bu yüzden de çok akranları onunla arkadaş olmak için can atardı. Günleri böyle geçer, Ömer'i bulamayan babası iş gördürmek için köşe bucak onu arar, o da babasına hiç gücenmezdi. Ömer'in kaypaklığından dolayı köylüleri Mustafa amcaya “Abile fos/Altın tas/Ömer gücük söz tutmaz/Tahta çürük mıh tutmaz” diye takılırlardı. Kadir'in boyu akranlarına göre sülaleden kime çektiyse biraz kısaydı, ama onun öyle ahesteli bir yürüyüşü vardı ki sokakları kostak kostak gezerdi. Herkes onun yürüyüşüne imrenirdi. Bu yüzden Kostak Kadir lakabını uydurmada gecikmediler. (Yukarıdaki dörtlük öğretmen Köksal Güler'den alındı.)
Boyu ufaktı, ama giydiği ona çakı gibi yakışır, diri ve atik bir vücuda sahipti. Onunla yürüyüş yapan arkadaşları arkada kalır, soluk soluğa ona yetişmeye çalışırlardı.
Kadir, o gün de arkadaşlarıyla mantara gitmiş, ora senin, bura benim dağ bayır dolaşmışlardı. Güneyin Burnu’nda ekili olan tarlaları incelemişler, Boztepe yoluyla köye giriyorlardı.
Vakit akşama yaklaşmış, Arif'in Haceli abdestini almış, yavaş yavaş caminin yolunu tutmak için evinden aşağı iniyordu. Birden karşısından gelen gençleri görünce kendi gençliği aklına geldi. Biraz hüzünlendi.

Gözleri artık eskisi gibi görmese de yine de arkadaşlarının önünde kostak kostak yürüyen bacısının oğulluğu Kadir'i seçmişti. Kadir de, onu fark etmede gecikmedi. Bohçasından çıkardığı mantardan dayısına ikram edip, elini öptü. Hal hatırdan sonra Haceli, “Gençler, nereden gelip nereye gidiyorsunuz” diye sordu. Elindeki mantar çıkısını bağlamakla meşgul olan Kadir, arkadaşlarından önce atılıp, “Dayı mantar, kenger toplamakla vakti akşam ettik, gelirken de ekinleri yokladık” diye cevap verdi.

- Peki oğlum ekinler nasıl? Başak çıkmış mı? Boy atmış mı? Sararma var mı?
Kadir, kendi boyuna göre ekinleri beğenmiş, çok hoşuna gitmiş, bu yıl iyi mahsul alırız inşallah diye babasına müjdeleyecekti. El çabukluğu edip, “Vallahi dayı, ekinin boyu ta şurama geliyor” diye göbeği üzerine bir elini koyarken diğer eliyle mantar çıkısını tutuyordu.
Arif'in Haceli bir sağına bir soluna baktı üzüntülü bir şekilde, “DESENE OĞLUM BU YIL DA KITLIK VAR” dedi.

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

++++++++++++++++++++++++++++++
CAHANDEME DAVUL DÖVMEYE

 

29/10/2011

Vakit ikindi namazına yakın, köyün yaşlıları ezanın okunmasını bekliyorlar, bir yandan da elindeki bastonla yere çizdiği harita üzerinde katıldığı savaş yerlerini gösteren Güdük İreşid’i dinliyorlardı. Teneffüse çıkan öğrencilerde kulaklarını açmışlar bu ufak boylu, beyaz sakallı adamın hareketlerini izliyorlar, anlattıklarının tarih dersinde öğretmeninden duyduklarından bir farkı olmadığına dikkat ediyorlardı. Güdük İreşid dünya savaşlarının arkasının kesilmeyeceğini, üçüncü dünya savaşının da çizdiği haritada bastonunun ucuyla gösterdiği şimdiki Filistin ve o bölgeyi işaretliyordu. Güdük İreşit aralıklarla 15-16 yıl 4 sefer çift bozarak savaşlara katılmış, üç kardeşini cephelerde şehit verip köyü Karacaören'e dönmüştü.

Ölen kardeşlerinden ikisi kız, ikisi oğlan dört yetimi büyütüp yetiştirmek ona kalmıştı. Zamanla oğlanları evermiş, evini, tarlasını verip ayırmıştı. Boyu doğuştan mı, yoksa sonradan mı oldu bilinmez ufak tefek biriydi. Bu yüzden köylüleri ona Güdük İreşit diye seslenirdi. Bu da yetmezmiş gibi Yerköy Ofisi’nde buğday teslimi kayıt sırası ona gelince amcaoğlu muzip mi muzip Etem Fal hemen önüne atılıp onun adını İreşid, gadersiz diye yazdırınca lakabı ikiye çıkmıştı.

Dört oğlu olmuş, hastalanan hanımı Küçük Hasan'ı daha kundaktayken yetim koyup dünyadan göçmüştü. Hanım ölünce evlenmeye pek yanaşmamış, Hasan'ı kardeş kızı Yetim Fati büyütmüştü. Fati ve bacısını öz kızı bilmiş, zamanla Fati'yi askerden gelen oğlu Rızayla evermek isterse de ona bir bacı gözüyle bakan Rıza ısrarlara dayanamaz önce Kayseri'ye, oradan da Adana'ya kaçıp Sümerbank’ta çalışmaya başlar. Güdük İreşit onu araya sora Adana'da bulsa da artık iş işten geçmiş Rıza bir başkasıyla evlenmiştir.

Rıza'dan sonra da askerden gelen oğlu Halil ağabeyimi ziyarete gidiyorum diye evden çıkar gidiş o gidiş, bir daha köyüne dönmez. Bu son darbe gadersiz İreşid’i tüm yıkar. Fakir mi fakir, bunun yanında tarlası az, çiftçilik zayıf, tarlaları öküz koşup sürer, eker, kağnılarla taşır, 15-16 yaşındaki oğlu Tahsin'in yardımıyla emmisi Hacı Nuru’nun verdiği harman yerine taşır, Dövenle sürer, savururdu. Yılın birinde celepçiden aldığı öküzlerin parasını ödeyememiş, süreyi uzatmışlar ertesi yılda ödemeyince celepçi öküzlerini geri almıştı.

Konu komşunun öküzleriyle o yıl harmanı kaldırmış seneye perişan olmayayım diye iki öküzü sonra ödeme-ye anlaşıp bir akrabasından satın almış, onlarda yem-sizlikten bahara varmadan ölmüş, “İreşid'in öküz aldığı gibi” diye köye alay konusu olmuştu. Ertesi yıl öküzlerin borcunu ödemek, hem de nişanladığı Tahsin'i evermek için biraz tarla satar. Tahsin'le tarlalara gittiği zaman yol satılan tarladan geçecek olursa oğul öküzleri başka yerden götür de orayı görmeyeyim diye hayıflanırdı.

Fakirliğin diz boyu oluşu onu zenginlere alay konusu ediyordu. Akrabası ve aynı zamanda arkadaşı Keloğlan’ın odasına başka köyden bir misafir gelirse bende boş yer kalmadı, sen git ÇİFTE FENERLİ İREŞİD'İN odasında misafir ol, diye gönderirken bıyık altından gülerdi. Bırak İreşid'in evinde çifte feneri, lambada yakacak gaz yoktu. Hanımsız İreşid'in evinde ışık yanmaz, yatsı namazından sonra kesik baş tavuk gibi yatağına düner, dünya başına dar gelirdi. Oğlu Hasan'da üstelik yetişip gelmiş, önünde ağabeyleri olduğundan iş güç öğrenmemiş, bir elinde toplu tabanca, o düğün senin, bu düğün benim akşama kadar aylak aylak geziyor bu da kendisini çok üzüyordu. O yıllarda yaylım yeri kavgasından Dalakçı köyüyle dövüş çıkmıştı. Bunlardan birinde oğlu Hasan bağ bellerken dövüşe elde silah katılır. Dalakçılı kır bekçileri Hacı Mustafa’ların davarının bir bölümünü götürürlerken bir yandan da kendilerine ateş açan gence mavzerle ateş ederler. Hasan bacağından vurulur.

Güdük İreşit oğlunu önce şehre, oradan da Ankara'ya götürür, tedavi bir ay sürer. Baba oğul çok perişan olurlar. Güdük İreşit bir ara oğluna kızar.

- İşin yok, gücün yok, bizim de kapımızda bir melerimiz (koyun) yok, sen ne diye dövüşe katılırsın? Hacı Mustafaların bekçisi misin? Aha onların ruhu duydu mu? Çileyi biz çekiyoruz. Hem sen ben ölünce nasıl geçineceksin? Mezerime bir delik koyda bakayım.

Oysa Hasan çok uyanık biridir, askerliği çıkar, Ankara'da görevini ifa eder, teskeresini alıp geldiğinde cebi paralıdır. Köylülerinin çalıştırdığı bir biçerdövere ortak olur, bu arada da evlenir. Babası onun biçerdöver almasına, bir de kendisine danışmamasına kızmaktadır.

“Parayı yerde mi süpürüyon? O biçer kimi ihya etti ki seni onduracak” diye kendini yenemeyip oğluna çıkıştı. Hasan da boş bulunup, “Sana ne, içinde kaç kuruşun var?” der. Güdük, “Öyleyse Hasan sen bunu biçerin hayrını görme” der ve öyle de oldu. Bir gün müdür Mehmed'in kapısında kucağında küçük Erdoğan'ı avutuyor bir yandan da arkadaşlarına laf yetiştiriyordu. Biçeri satmaya götüren Hasan biçeri durdurup elini öptü, “Haklıymışsın baba, affet, şehre satmaya gidiyoruz” dedi. İbişoğulları sülalesi çabuk küser, ama kin tutmaz, Güdük İreşit de oğlunu affedip, “Güle güle git, Allah işini rast getirsin” dedi.

Zamanında bu çabuk kırılıp küsme hastalığı koca sülaleyi ikiye bölmüş. Anlatılanlara göre bir lok develeri hastalanır, deve kesilir, vay bize niye danışılmadan bu hayvan nasıl kesilir diye ayrılırlar. Bir kısmı Yozgat Şefaatli’de, bir kısmı Karacaören'de yaşama devam ederler. Güdük İreşid yalanı, dolanı, hileyi beceremediği gibi doğru dürüst bir iş görmeyi de beceremezdi. İş görürken akıl vereni asla sevmez, benim işimi benden iyi yapan olmaz der. Bir de bakarsın yaptığını ertesi gün bozardı. Onun bu huyu köyce bilinirdi de Etem Fal bunu başka yorumlardı. Bir gün Etem'e, “Ben ölürsem nasıl ağıt edersin? Canım sağ iken söyle de dinleyelim” der. Senin ağıdın kolay emmi diye söze başlayan Etem, “Yapar yapar bozar emmim, bozar,bozar yapar emmim” diye ağıt yakarken, sözü yarıda kalır, “Aman Etem ağıdın orda kalsın” der.

Artık torunlar büyümeye başlamış giyecek, yiyecek sorun olmakta, çocukların birbirini dövmesi gelinler arasında hıra güre sebep olmaktadır. Akşam olup çalışmaktan yorgun argın eve gelen Tahsin ve Hasan'a hanımları dert yanmakta, onları da ister istemez kırgınlıklarına ortak etmektedirler. Gelinlerin tandırda yufka ettikleri günün birinde gadersiz İreşid, tandıra saçma atmaktadır. Birden değneğinin ucuna bir ay evvel kaybolan sucuk halkaları takılır, sizi gidi hırsızlar diye gelinleri bir güzel kötekler.

Bu vesile ile evde çıkarmış oldukları geçimsizliğin öfkesini almış olur. Arada torbasına doldurduğu akide şekerlerini akşama kadar mahalle mahalle köy çocuklarına dağıtıp onları sevindirirdi. Adı şekerci dedeye çıkmıştı. Akşam eve geldiğinde torunları boynuna dolansa da anne ve babalarının bitmeyen geçimsizliklerinin ayyuka çıktığının farkındaydı.

Onlarla bir toplantı yapıp evlerini, eşyalarını ayırdı. Gönüllü, gönülsüz herkes payına düşene razı geldi.

Evde bulunan dört yer döşeğini, ikişer adet, üç yorganın ikisini birer adet, tek yorganı da bir yorgan daha dökülünceye kadar birer hafta sırayla kullanmaya karar verilip taksim yapıldı. Havalar soğuktu, her bir oğlunun en az 3-4 çocuğu vardı, sıra unutuluyor, kimin gücü kime yeterse o yorganı kendi çocuklarının üstüne atıyordu. Yünü gidip Hacı Nuru’nun Halil'in evinden ödünç alır, emmi evi değil mi derdi. Sonra öderdi de yüzüne çekilecek mitili almaya cepte para yoktu. O hem bunları düşünüyor, hem de gelinler arası yorgan dövüşüne kulak kabartıyordu. Olacak gibi değil, elden bir şey gelmiyordu. Biran evvel şu evden gideyim de kafam bari durulsun, deyip kendini hışımla sokağa attı.

Arkadan dede dedeee diye bağıran bir çocuğun sesi kulağına geliyorsa da o buna pek aldırış etmiyordu. Ama çocuğun sesi gittikçe çoğalıyor, üstelik bu ses kendisine hiç de yabancı gelmiyordu. Ses kendisine daha yakından gelince arkasına dönüp baktığında bir de ne görsün?
Kendisine koşarak hem de bağırarak gelen çocuk torunu küçük Bayram'dı. Bayram bir yandan koşarken bir yandan da dede dedeee nere gidiyon diye de soluk soluğa sorular soruyordu. Evden çok kızgın olarak çıkan dede adeta hıncını torunundan çıkarırcasına “CAHANDEME DAVUL DÖVMEYE GİDİYOOM” diyerek Bayram'a bağırıyordu. Küçük Bayram cahandemi, zebaniyi, oradaki kaynar suları ne bilsin. “DEDE BENİ DE GÖTÜR” diye dedesinin boynuna sarıldı.
Aldığı cevap karşısında Güdük İreşid oraya diz çöktü. Estağfurullah tövbe getirdi, gözünden iki damla yaş süzülürken torunu Bayram'ı bağrına basıyordu.
NOT: Allah kösengiyi dibine kadar yakmaz, Güdük İreşid bizlere ibretlik bir öyküdür bilenler bilir. Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

+++++++++++++++++++++++++++++
GÜZELE KAŞ

 

17/10/2011

Karacaörenli Güdük İreşid’in oğlu Hasan ile Yağcı Hacı'nın oğlu Ömer, emsal oldukları gibi çocuklarından beri candan iki iyi arkadaştılar. Onların çocukluklarında köyde ilkokuldan başka göze batacak doğru dürüst ne bina, ne ev, ne konak, ne de üzeri kiremitle örtülü bir dam vardı. Evlerin temeli taştan örülür, üzeri kerpiçle tamamlanır, damına sırıklar atılıp üzeri de sap, saman ve toprakla kapatılırdı. Radyo öyle her evde olmaz, olan evler de haberi dinlemek için dolup taşardı.

Gerek Güdük İreşid, gerekse Yağcı Hacı fakir kişilerdi. Güdük İreşid zamanında savaşlarda üç kardeşini şehit vermiş, çiftçilikle geçinen ufak boylu birisi olduğundan adının önüne Güdük lakabı konmuştu. Boyu doğuştan mı kısaydı, yoksa yaşlanınca bükülüp küçüldüğünden mi bu lakabı aldı, kimse bilmez.

Yağcı Hacı ise tarlası tapanı olmayan, geçimini elverişli günlerde köy köy çerçilik yaparak, Ağustos veya Eylül aylarında yetişen zeyrek denilen mahsulün ücret karşılığı yağ çekme makinesinde yağını çıkarmakla karşılardı. Belki o da yağcı lakabını bundan almıştır. Onun çıkardığı yağı köylü kışın o katıksız günlerinde çığırtma denilen hamuru ateşte kızartıp yerdi. O da çok nefis olur, yiyen bir daha yerdi.

Hasan’la Ömer her akşam olduğu gibi o akşamda yemekten sonra hafızın evi ile müdürün evinin arasındaki boşlukta buluştular. Delikanlılığa yeni adım atmışlar, sakal ve bıyıkları yeni terlemeye başlamış, kızlara ayna tutacak yaşa gelmişlerdi.

Ömer kara yağız delikanlı, Hasan ona bakarak biraz sarışın, iki yakışıklı arkadaş idiler. O yıllarda köylerde genelde elektrik yoktu. Bu yüzden sokaklar şimdiki gibi geceleri ışıl ışıl değil, adeta zifiri karanlık olur, ayın belirli günlerinde o gün bulut olmaz ise doğan ayın ışığı ile aydınlanırdı. Seyfe Gölü'nün üstünden doğan ay ilk önce kocaman olur, gölün üzerine bir kızıllık çökertir, her gün biraz daha küçülerek yerini karanlığa terk ederek kaybolurdu. O gün geceye adeta zifiri bir karanlık hakimdi, Yaş Kemal’in kapısından Yeni Camii yönüne doğru giden ayak sesleri kulaklarına aksetti. Bu ayak sesleri gecenin bu vaktinde olsa olsa nişanlıya giden birisine ait olabilirdi.

O yıllarda nişanlıya gidecek delikanlı ortalıktan el ayak çekilince evden çıkar, bakkala uğrar, oradan aldığı çereze (kuruyemişe) ilaveten çorap, yazma, mendil, krem, ayna gibi lazım olan şeyleri alıp gecenin karanlığında kimseye görünmeden nişanlısının evinin yolunu tutardı. Çok tedirgin ve dikkatli olurlardı. Öyle ya üç-dört arkadaş bir olur karanlıkta hadi önünü kesip döverler, elindekileri alırlarsa ya da nişanlısının ev komşularından müzümsüzün biri fark edip taşlar, bir yerini yaralarsa.

Hasan'la Ömer karanlıkta sesin geldiği yöne iki koldan bir müddet yerden buldukları veya önceden hazır ettikleri taşları fırlattılar. Adam nişanlıyı, mışanlıyı bir tarafa bırakıp adeta uçarcasına kaçtı. Adam kaçarken çat diye çıkan bir sesi fark eden bizimkiler, sesin geldiği yöne koştular. Geceleyin sesler daha net ve çok çıktığı için bu sesin kaçan kişiden düşen aynaya ait olduğunu, akabinde korkunun yarattığı şaşkınlıkla çerez torbasını da atıp kaçtığı kanısına vardılar. Hasan hemen cebinde-ki el lambasını çıkarıp Yaş Kemal’in kapısının önüne tutup yeri ışıkla aydınlatmaya çalıştı, fenerin pili zayıf olduğundan bir şey görünmüyordu. Fakat Ömer keskin gözleriyle mi fark etti, yoksa el yardımıyla mı bilinmez, yerde yatan kamayı bulup cebe indirirken fenerin zayıf ışığında Hasan'a hafifçe sevinçten gülümsüyordu. Hasan elindeki el lambasını hemen söndürüp oradan hızla uzaklaşıp püsküllünün harman yeri ilerisindeki Güneyin Çayı denilen derede soluğu aldılar. Alelacele kamayı gözden geçirdiler. Ömer kamayı tanımıştı. Kama az önce taşladıkları Kör Cuma'nın oğlu Osman'a aitti. Ömer, Osman'dan bu kamayı elde etmek için çok kafa yormuş, onu kandırıp da kamayı bir türlü elde edememişti, kısmet demek ki, bugüneymiş. Karacaörenli gençler o zamanın en iyi silahı olan kama ya da biz denilen ucu gayet sivri çelik çividen yapılma tahtadan saplı alete veya iyi bir bıçağa korunmak, saldırmak için sahip olurlardı. Çok az kimsede tabanca bulunur, genelde fakir köylü ve gençlerde olmaz, ancak hayallerini süslerdi. Ömer ile Hasan cığıl cığıl yanan bu kamayı günlerce, aylarca sırayla taşıdılar, bundan da kimseye bahsetmediler. Çünkü köy küçük, foyaları çabuk meydana çıkar, eldekinden olurlardı. Ne de olsa Osman yaşça onlardan büyük olduğu için yerine göre tek düşürüp döver kamayı tekrar ele geçirirdi.
Ağlamışların Hasan Hüseyin, Ömer ile Hasan'dan yaşça bayağı büyük, evli barklı biriydi. Beş mermi alan toplu tabancası vardı ki değ-me gitsin. Düğünlerin baş davetlisi olup kayınların önde gideniydi. Gençler onun tabancasına gıpta ile bakar ki sormayın gitsin. Adamın pozundan yanına varılmazdı. Tabancaya her delikanlı gibi bizimkiler de özeniyordu. Ama paraları olmadığı için ne onun alımına, ne de kama ile takasına yanaşmaya cesaret edemi-yorlardı. Tek sermayeleri eldeki kama idi, onunla tabancayı değişmek için teklifte bulunsalar bu kez belki foyaları meydana çıkardı.

Ne olursa olsun bu kamayı elden çıkarıp tabancaya sahip olma cesaretini gösterdiler. İş olacağına varsın deyip Hasan Hüseyin ağabeylerinin evinin yolunu tuttular. Uzun süren pazarlıkların sonunda adama kama ile üç beş lira verip hevesleri kursaklarında komayıp tabancanın sahibi oldular. Keyiflerine diyecek yoktu. Az şey mi, o yaşta, o zamanda çok kimsenin alamadığı, rüyalarında bile göremediği tabancaları vardı. Arada köyden uzaklaşıp yaylada, inde Tereli’de Üç Kuyu denilen yerlerde atış talimleri yapıp tabancayı deniyorlardı.
Arkadaşlarına caka satıyorlar, düğünlerde sırasıyla bol bol mermi yakıp neşelere neşe katıyorlardı. Gel gör ki, mermi parası onların keselerini biraz zorluyordu. Kamada olduğu gibi tabancayı da sırayla taşıyorlar, azar işitme korkusuyla durumu babalarından saklıyorlardı.
Silah ortaklığını böylece uzun bir müddet devam ettirdiler. Bahar mevsimi başlarında her yıl olduğu gibi o yılda köye Çingeneler gelmiş, çadırlarını kurmuşlar, köylüye lazım olan kalbur, kasnak, çinaar, un elemek için elek yapmaya, kalay yapmaya başlamışlardı bile.

Çingene aşireti belirli bir yerleşim yerleri olmayan o yıllarda at arabalarıyla “o köy benim, bu köy senin” gezen gezginci kişilerdi. Erkekleri kalbur, kasmak gibi lüzum olan şeyleri yaparlar, hanımları da bunları satarken, yanlarında da sırtta taşıdıkları bohçalarda kumaş, sofra bezi vs. sokak sokak dolaşıp satıp geçimlerini temin ederlerdi. Bazen de köylü kadınların fallarına bakarlar, çocuğu olmayanların güya tedavilerini yaparlar, çok nadir olarak da uyutma denilen kandırma şekliyle onların altınlarını gasp ederlerdi. Köylüler eli boş kalınca doğru Çingen çadırlarına koşar, orayı boş bırakmaz, yerine göre yarenlik ederken nasıl çalıştıklarına, kalayı neyle yaptıklarına, gümüşü nasıl parlattıklarına boş yere kafa yorarlardı. Ömer ile Hasan da bunlardan biriydi. Arada çadıra uğrarlar, mesleklerinden başka ne işi yaptıklarını sorarak hem meraklarını gidermeye çalışıyorlar, hem de onların samimiyetini kazanma yollarını seçiyorlardı. Bir şeye ihtiyaçları olup olmadığını yerine göre bunu karşılamaya yardımcı olacaklarını söylüyorlardı. Bu tür gidiş gelişler az buçuk onlarla samimiyet ve güven ortamı doğurmuş, asıl amaçları başka olan iki arkadaşa şansları daha çabuk yardımcı olmuştu. Onlarla alışverişe önce tabancalarına mermi almakla başladılar. Adamlar bilinen işleri haricinde tabanca, mermi gibi yasal olmayan gayri meşru işlerle de uğraşıyorlardı. Çadıra diğer bir gidişlerinde mermilerinin düğünde bittiğini, tekrar mermi alacaklarını bahane edip asıl amaçlarına ulaşmanın hesabı içindeydiler. Eğer Çingenelerde tabanca var ise pazarlık yapıp ucuza alacak iki tabancaları olacak ya da iyi bir para alırlarsa kendi tabancalarını onlara satacaklardı. Bu sayede üzerine beş on lira koyup iyi kaliteli bir tabanca sahibi olabilme imkanı doğacaktı.
Selam verip hoşbeşler yapıldı, altlarına birer el dokuması minder atıldıktan sonra hal hatır faslı başladı. Adamlardan orta yaşlı ile genç olanı kalbur yapıyor, yaşlı olanı da elindeki gümüş yüzüğü parlatırken yan gözlerle gelenleri süzüyor, asıl amaçlarını öğrenmeye çalışıyordu. Oğlum gelinlere söyle de kahve yapsınlar diyerek genç olana yumuş buyurdu, o da bunu diğer çadırdaki hanımlara iletmek için dışarı çıktı. Çadırın içi gölge ve serin olsa da meşinimsi bir koku bizimkilerin burun deliklerine işliyor, sıkıntıdan buram buram terliyorlardı. Buyurun tekrar hoş geldiniz diyerek yaşlı adam söze başladı.

- Mermiden başka bir şey isteyecekmişsiniz gibime geliyor, benim yapabileceğim bir şey ise amenna emriniz olur.

Hasan konuşmayı Ömer'e göre daha iyi becerebilen kabiliyete sahipse de ticari ve ikna yönünde terazi kefesinde Ömer'den biraz hafif kalırdı. Kendilerinde bir tabanca olduğunu, bunu varsa iyi bir tabancayla değişmek istediklerini veya bedelini verirseniz size satmayı ya da sizde aynısı varsa anlaşırsak satın almayı diye sözü uzatırken Ömer tabancayı belinden çıkardı. Tabancayı orta yerde duran masa yerine kullanılan ekmek tahtasının üzerine koydu. Yaşlı adam tabancayı usulen eline alıp yalancıktan süzüp değersiz anlamında bir tutum sergileyerek o değilden tabancayı aldığı yere koydu. Adam cin gibi yapıya sahip birine benziyordu, ama bunu gençlere belli etmemenin çabası içindeydi.

Bu ara kahveler geldi. Kahveyi getiren kız mı, gelin mi bilinmez dünya güzeli bir huri idi. Dilber, Hasan'ın kahve verirken dikkatini çekti, bir an göz göze geldiler, gelin kahveyi ikram edip çadırdan çıkarken tekrar dönüp baktığında fırsatçı Hasan geline bir kaş atmıştı. Ömer ile yaşlı adam arasında sıkı bir tabanca pazarlığı sürerken dışarıdan çadıra aralıklarla elleri değnekli kişiler girip oturuyor birbirine Hasan'ı işaret ediyorlardı. Adamların gözlerinde kin, suratlarında öfke dolanıyor, Ömer'de bu işten gıcıklanmaya bir bit yeniği aramaya çalışıyordu. Yoksa adamlar çadırda kendilerini mi dövüp, tabancayı mı alacaklardı ya da işin içinde akıllara gelmeyen bir şey mi vardı...

O anda Hasan'a durumu öğrenmek için bir bakış fırlattı ki, Hasan uyanık biriydi, bu bakışlardan Ömer'in ne öğrenmek istediğini kavrar gibi olmuştu. Pazarlık pazarlıktan çıkmış pek ilgi kalmamış yine de yalan yanlış devam ediyordu. Hasan arkadaşının kulağına pazarlıkla ilgili bir şey söyleyeceğini, onun rızasını alacağını söyleyerek, etraftakilerin müsaadesini alıp Ömer'in kulağına eğildi. Ömer az önce ben kahve getiren geline bir kaş atmıştım her halde içeriye bu adamlar ondan doluştu.
Ömer, Hasan’a sen devamlı hiç durmadan etrafa kaş at tembihinde bulunurken ikisinde de ecel terleri dökülmeye başlamıştı.
Bulundukları yer Çatalkaya'nın az ilerisinde Kaya Bağlarının alt eteğinde Deli Yusuf'ların harman yeriydi. Köye bağırsan duyulmayacak kadar mesafede oldukları için onları kimse kurtaramazdı. Ömer pazarlık işini ufaktan ufaktan idare etmiş gözükse de aklı fikri çadırdan sağ salim çıkmanın, köye ulaşmanın hesapları içindeydi.

Meğer çadırdan dışarı çıkan gelin dışarıdakilere olayı olduğu gibi anlatmış, onlarda bu namus meselesi gelenlere iyi bir ders verelim diye anlaşıp eline geçirdikleri kötek ve değneklerle çadıra dolmuşlardı.

Hasan arkadaşının tembihi üzerine sağa sola kaş atmaya devam etse de oradan sağ salim kurtulmanın çok zor olacağını biliyordu. Ömer, yaşlı adama, “Ağa sen biraz durgunlaştın, pazarlık işini adeta bir tarafa bıraktın, hayırdır yoksa bir yanlışımızı mı gördün. Dışarıdan gelen arkadaş sana bizim anlamadığımız bir dilde (Çingene'ce) hakkımızda kötü bir şey mi söyledi” dedi. Kızgınlığı an be an artan, eli ayağı tir tir titreyen adama sitem edercesine, biraz da korkunun verdiği sıkıntıyla adeta çıkıştı.

- Bu eli sopalı adamlar niye birden bire çadıra doluştular neden bizim pazarlık işi rafa kaldırıldı?
- Adam, Ömer oğlum, ben size çadırımı açtım, yakınlık gösterdim, samimi oldum, fakat senin arkadaş az önce kahve getiren hanımıma yanlış yapmış.

- Biz de herkes gibi namusuna düşkün kişileriz, fakiriz, fukarayız, ama namusumuza göz koyana da gereği neyse onu yaparız. Bunun için dışarıdakiler çadıra eli sopalı girdiler, arkadaşına gerekli cezayı verecekler, sakın araya girme, onu arkalarsan sende nasibini alırsın.
Ömer söze girdi, “Hayırdır, Hasan bir hata mı yapmış, mesele neymiş, kendisi kötü biri değil, öyle olsa ben onunla arkadaş olur muyum? Varsa yanlışı sizden önce ben pataklarım, size olan yanlış bana yapılmış demektir” deyip gözlerini adamın gözlerine dikti.

“Senin iyi dediğin arkadaşın benim hanımıma kaş atmış, Allah aşkına şu hiç yakışık alır mı? Gençliğe sığar mı? Hasan ettiğini bulacak, cezasının bedelini bu sopalarla ödeyecek” diye konuşmasını sürdüren adam hepten kapkara kesildi.

- Yapma ağa, günah alma, vebale girme, Hasan'da tik hastalığı var. O devamlı istemeden bunu yapar, bu ilk değil ki. Başına ne bela geldiyse bu illetten geldi. Zavallı ne sopalar yedi.
Ortalığı derin bir sessizlik kapladıktan sonra hava tekrar yumuşadı. Bizimkiler biraz olsun toparlanıp karşı taarruza geçme hazırlığına başladılar. Yaşlı adamın işaretiyle dışarı çıkan adamlar bizimkilere adeta özür dilercesine bakıyor, utana utana çadırı terk ediyorlardı.
Yaşlı adam yaptıklarından utanmış az kalsın bir yanlış anlamanın verdiği öfkeyle başlarına büyük bir iş açmış olacaklardı.

Büyük bir suç işlemişçesine yere bakıyor, gençlerin bastırmasıyla da tabancalarını değerinden fazla paraya alarak bir yükten kendince kurtulmuş oluyordu. Yaşlı adamın korkusu bir yanlış anlamayla Hasan'ı dövmüş olsalardı köylü kendilerini hem döver, hem de köyden atarlar, bu yüzden de ekmek ve aşlarından olurlardı.

NOT: Ben bu öyküyü Ömer amcadan babam ölmeden önce de, öldükten sonra da çok dinledim. Köylülerimden de kulaktan dolma dinledimse de konu saptırılmıştı. Sağlığında babama bu kaş atma işini sorduğumda “Ömer'in uydurması sana yalan söylemiş. Ben böyle bir şey hatırlamıyorum” cevabı belki ben oğlundan utandığındandı. Babamın 1947’de yazdığı Güllü Keklik şiirini bu öyküye ilaveten sunuyorum ki Ömer amcanın bana anlattığı tarihle şiirin yazılış tarihi hemen hemen uyuşuyor. Ben bu şiiri babamın belki de çadırda gördüğü güzele yazdığı kanısına düştüm.

GÜLLÜ KEKLİK (Mart 1947)
Mart ayında eski, yırtık iki çadır kurdular
Kuşgözü, kalbur, elek, çinaar ördüler
Karacören'de pazar kurup bunları satışa durdular
Göçerlerde böyle bir güzel daha görmedim
Kurdukları çadır parça parça, her yeri delik
İçlerinde bir güzel var ki ismini sordum, dedi: Keklik
Güllüsünü duymadım, oldum bir anda aşık
Göçerlerde böyle güzel görmedim
Bacağında uzun desenli, kırmızı donu
Elinde kızılcık değnek, uzundu kolu
Heybesinde yağ, yumurta, ekmeği, unu
Göçerlerde böyle güzel görmedim
Hapisten yeni çıkmış garibim, aşık
Kulpsuz tava, delik sahan, kırık kaşık
Kel Hakkı çok yaşlı, Güllü henüz küçük
Göçerlerde böyle sadık gelin görmedim
Kel Hakkı'nın karısı ölmüş, kalmış kız ile oğlan
Güllü Keklik’i almış, olmasın yuvası talan
İşte kınalı Keklik’e bunlardır miras kalan
Göçerlerde böyle kaderine razı gelin görmedim
Soğuktu, söküp çadırı bizim samanlığa getirdik
Çocukları pala, yorgan verip yatırdık
O Keklik'le kırk gün beraber geçirdik
Göçerlerde böyle güzel görmedim
Keklik anasıyla, babasıyla yatardı
Boynuna gümüş kolye, saçına toka takardı
Küçük yetimlere öz ana gibi bakardı
Göçerlerde böyle sadık gelin görmedim
Keklik! Seviyorsan söyle, seni asmazlar
Çingene'ce konuşma, senin dilini kesmezler
Kel Hakkı'yı sana layık görmezler
Göçerlerde böyle güzel görmedim
Hakkı, kalay yapar, kirlenmiş yüzü
Güllü Keklik, pırıl pırıl, cam gibi gözü
Onun ailesine bağlılığı şaşırttı bizi
Göçerlerde böyle güzel görmedim
Hava soğuk mu soğuk, her yer buz tutmuş
Güllü Keklik yanar, sanki kor yutmuş
Çoluk çocuk derdi, o kendini unutmuş
Göçerlerde böyle ceylan görmedim
Gençliğine doymamış, yaşamla yanmış
Töre demiş, kaderine karşı gelmemiş
Kel Hakkı'yı bunca zaman sırtlamış
Göçerlerde böyle sabır torbası gelin görmedim
Kar, yağmur gitti, hava düzeldi
Çingene gelini Keklik kadar güzeldi
Ona olan sevgime yazgıyı yazmadı
Göçerlerde böyle güzel görmedim
Süslendi karşımda, o güzel giysisini giydi
Yükledi göçünü güdük eşeğe, bindi
Hasan, ben Çingene'yim, seninle olmaz dedi
Göçerlerde beni böyle yakan gelin olmadı

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

+++++++++++++++++++++++++
DURAN, TEYP ALIYOR

 

10/10/2011

1970'li yıllarda Türkiye'de istikrarlı hükümetler kurulamıyor, gerek ekonomi, gerek dış ilişkiler bundan kötü yönde etkileniyordu. Dış ülkelerde elçilerimiz öldürülüyor, Kıbrıs harekatındaki başarıdan dolayı Amerika haşhaş ekimini bahane edip ambargo uyguluyor, ülke kuyruklardan başını alamıyordu. Yurt da öğrenci olayları, bunun devamında önceleri ufak tefek sokak çatışmaları oluyor, hükümetlere verilen muhtıraların ardı arkası kesilmiyor, şapkayı alıp giden tekrar azınlık hükümeti veya M.C.'li koalisyon hükümetlerini kurmaya geliyordu. Yetmişli yılların sonlarına gelindiğinde ülkeyi azınlık hükümeti yönetiyor, benzin vaadin de “İçtik mi” diyen Başbakan az buçuk milleti kuyruklardan kurtarıyordu ama ülkedeki kaosun arkası kesilmiyor, iktidar ve muhalefet partileri bir araya gelip Cumhurbaşkanı'nı seçemiyorlardı. İşçiler, memurlar derneklere ayrılıyor, ülkede kurtarılmış bölgeler oluşuyor, misafirliğe gidenler çevrilip sağcı mısın, solcu musun diye tartaklanıyor, dinci bir partiye de oy vermeyenler cehenneme gidiyordu. Sağ ve sol ayrımcılığı çatışmalara dönüşüyor, önceleri ufak tefek olan olaylar kahve taramalarına kadar varıyor, günde 50-60'a varan insanlar ölüyordu. Bir Mayıs İşçi Bayramları anlamını yitirmiş, büyük çatışmalara sahne oluyor, insanlar ölüyor, son zamanlarda bunlara, halklara, özgürlük sloganları ekleniyor, hatırlanmasını istemediğimiz görüntüler boy boy TV ekranlarında yer alıyordu.

Ülkede can güvenliği olmadığından vatandaş silahlanma gereksinimi duyuyor, bu da silah tüccarları ve taşeronlarının ekmeğine yağ sürüyor, oldukça büyük bir pazar oluşuyordu. Ülkedeki iktidarsızlık yıllarca bu kişilerin işine yaramış, ekmeklerini bu sektörden (kan döken şerden) çıkarmışlardı.

12 Eylül 1980 sabahı Türk Silahlı Kuvvetleri Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren liderliğinde yaptıkları darbeyle idareye el koyup olayların önüne geçmiş oldular. (Bu bir öyküdür, doğrusu yanlışı tarihindir.) Hiç değilse bir nebze olsun ülkedeki insan kanı akışı durmuş, olaylar oluyorsa da gazete, radyo ve TV'lerde yayınlarına rastlanmıyordu. İhtilalin olmasıyla ülke genelinde silah, mermi alım-satımı durmuş, bu işleri yapan firmalar ve taşeronları gelir kaybına uğramış. Sermayesi olanlar yasal olmayan işlere yönelmiş, çoğu taşeronları ise evine ekmek götüremeyecek kadar naçar durumlara düşmüşlerdi. Polis Mehmet Ali ihtilaldan 27-28 yıl önce amcaoğlu Çolak Duran’la Mucur'da bir lokantada basit bir tartışma sonrası istemeden kaza kurşunu ile Kocanın Mahmut denen şahsın ölümüne neden olurlar. Yıllarca cezaevlerinde yatıp cezalarını çekip çıkarlar, geçimleri için namuslarına helal getirmeyecek işler yaparak hayatlarını idame ederler.

Anarşi olaylarının yoğunluk kazandığı son dönemlerde Mehmet Ali de herkesin yaptığı gibi birkaç tabanca beş on mermi alım-satımı yapmış, bir müddet geçimini bu yoldan temin etme yolunu seçmişti.

İhtilal olup ta bu işleri yapamayan Mehmet Ali maddi ve manevi açıdan çok zor ve badireli günler yaşadı. Delikanlılığının verdiği gururla kendisine sunulan yardımları kabullenmedi. Serde eski kabadayılık vardı, kalkıp kazma kürek işine de gidemezdi, bir de ne olsa yaşlanmıştı da, yavan soğan yiyorsa da bunu kimseye belli etmiyor, yasal olmayan yollardan geçinmeyi aklına dahi getirmiyordu. Yüksek tahsilli olmasa da her köylüsü gibi ağzı iyi laf yapar, yerine göre kalemini konuşturan bir mizacı vardı. Bu durumdan kurtulmanın bir çıkış yolu olmalıydı.
Kenan Paşa'ya memuriyetten cezaevine nasıl düştüğünü, çıktıktan sonra çektiği ve yaşadığı sıkıntıları dile getiren, ondan bir iş isteği ricası olan dilekçe yazmaya karar verdi. Yıllar önce işlenen cinayeti kendisinin değil amcaoğlu Duran'ın elinden olduğunu, haksız yere cezaevine düştüğünü, polislik mesleğinden atıldığını, cezaevinden çıkınca da çoluk çocuğun geçimi için az buçuk mermi tabanca alım-satımı işine karıştığını, onu da yaparken motosikletiyle jandarmadan kaçarken çok kaza yapıp yaralandığını anlatan bir dilekçeyi yazıp Milli Güvenlik Konseyine postaladı. Köylüsü berber Şık Mehmet, Ünal Çarşısı arkasında bulunan iş yerini aksatmaz günlük açar, gelen müşterilerini tıraş eder, eş, dost ve köylüleriyle akşama kadar hasbıhalle vakit geçiren dar gelirli bir esnaf idi. Başı hiç boş kalmaz, herkes onu sever akşama kadar değinilmedik konu kalmaz, mazide kalmış acı tatlı olaylar dile getirilir, tekrar canlandırılır, hele inancı zayıf olan Mehmet'in eline aşırı dinci birisi düşerse vay haline. Her zaman olduğu gibi o günde dükkan ağzı beraber doluydu. İçerdeki sesler bağırtılı, bazen ağlamalıklı, bazen tartışmalı, dükkan komşularının dikkatini çekecek yükseklikteydi.
Meğerse aradan geçen bunca süre içerisinde Mehmet Ali'nin dilekçesi konseye ulaşmış işleme konmuş Mucur Karakoluna gelen bir yazıyla Çolak Duran’ın köyüne ulaşmış, karakolda ifadesi alınmış, serbest bırakılınca da Duran soluğu köylüsü Şık Mehmet'in berber dükkanında almış, oradaki bağırtı çağırtının sebebi buymuş. Olayı duyan başta amcası Tilkinin Hüseyin olmak üzere akraba ve köylüleri oraya dolmuştu.

Tilkinin Hüseyin, oğlum başından geçenleri bize doğru dürüst anlat da dinleyelim, heyecanlanma ağlama, bağırıp çağırma, meram böyle anlatılmaz, konuyu komşuyu buraya toplamanın ne anlamı var diyerek yeğeni Duran’a çıkıştı. Bunun üzerine sakinleşen Duran olayı anlatmaya başladı. Emmi Dalgara Dağı’nda danaları güdüyordum. (Duran silah mermi alım-satımını pek becerememiş köyünde canlı hayvancılıkla uğraşıyordu.) Öğle sıcağı düşmüş buram buram terliyordum. Danaları büvelek tutmuş her biri pirem pirem olup etrafa dağılmıştı.
Onları toparlarken şu ayaklarımın, bacaklarımın haline bak emmi diyerek çoraplarını çıkarıp pantolonunun iki paçasının dizüstüne kadar toplayarak, çalının, dikenin, taşların, yaraladığı yerleri gösteriyor, bir yandan da elindeki değnekle kuru zayıf bacaklarına vurarak takır tukur çıkan seslere kendi sesleri karışıyordu.

Duran anlattıkça pareleniyor, ağlamamak için kendini sıktıkça sıkıyor kızar diye arada emmisine bakıyordu.

Emmi danaları toplayıp kendimi tam alıç ağacının gölgesine yorgun argın attım ki gelen cendermeler beni apar topar cipe atıp doğru Mucur Karakolunun yolunu tuttular. Danalar orada kaldılar!

Güya Goncanın Maamıdı ben öldüresiymişim pulus (polis) Mehmet Ali suçsuzmuş, Kenan Paşa'ya böyle dilekçe yazmış. Benden ne istiyoon kel tıtıııı… 27 senelik Goncanın Maamıdı sen mi diriltecaan (cinayet işleneli o gün 27 yıl olmuş) ulan kel tıtıııı… (Mehmet Ali'yi kastediyor kafası keldi) diye bas bas bağırdıktan sonra biraz sakinleşti. Emmi karakolda cendermeler beni bozulattıktan sonra ifademi alıp Kırşehir'deki cenderme karakoluna getirdiler. Burada bana cinayetle ilgili sorular sorup arada copladılar, sen olsan ne yapan emmi.

Ulan kel tııı… Senin eviyin ununu, ekmaanı ben getirmiyom mu? Düğünü, bulgurunu, yağını, yoğurdunu ben getirmiyom mu? Ne istiyoooon benden kel kıtı diye bağırıyor, ağlıyor etrafındakiler pür dikkat onu dinliyor, gülmesi tutanlar kendini zar zor dışarı atıyordu.
Zaten Duran’ın mizacında bağırmak, çağırmak, kuru gürültü mevcuttu. Berberin tüm dükkan komşuları gibi İpçi Erdoğan da ordaydı zaten kendisi köy ve köylü hikayelerine bayılır, hele Duran’ın köyündeki yaşanmış mizahi olaylara pür dikkat kulak kesilir, sanki bir bant gibi onları beynine işler, ezberler, dağarcığında toplardı.

Duran’ın berbere gelişini ta başından izlemiş işi gücü bırakıp olayları dinlerken kendisinden geçmiş adeta duyduklarını beyninde canlandırıp yaşıyordu ki birden birden Tilkinin Hüseyin'in sesiyle gördüğü rüya aleminden uyandı.

Duraaan Duraaan Karacaörenli teyp bizi alıyor, konuşmalarına dikkat et Duraan, ileri de başımıza kakıç olur Duraaan.

İpçi Erdoğan bu tatlı hatırayı kakıç etmese de teybe alacağını almıştı.

NOT: Mehmet Ali Ağabey’in dilekçesi işe yaramış Belediye’ye bir imtihan sonrası zabıta olmuştu. Öyküde geçenlere Allah rahmet eylesin... Öyküyü; kişileri küçük düşürmek, mirasçılarını rencide etmek için yazmadım. Affola...

++++++++++++++++++++++++++

YAŞANMIŞ ÖYKÜLER BİR KARACAÖRENLİ TARİFİ

 

29/09/2011

1959 yılının son aylarıydı, mevsim sonbahar, köylü bir yandan harmanını kaldırıyor, nişanlı çiftleri everip düğünlerini yapıyor, ağır ağır da tandırlarda pekmezini kaynatıyordu.

Eylül ayı içerisinde okullar açılmış, kaynayan pekmez leğeninin başında pekmez köpüğünü parmaklayıp tadan çocuklar istemeye istemeye okulun yolunu tutuyorlar, uzun yaz tatilinin ne çabuk bittiğine hayret ediyorlardı. Öğretmen Yaşar Durdu'nun tayini o yıl Karacaören'e çıkmış. Yaşar öğretmen aslen Mucurlu yakışıklı mı yakışıklı, kara yağız bir delikanlı olup, sınıfa girdiği zaman öğrencilerin hiç de alışkın olmadığı mis gibi kokan bir parfüm kokusu etrafa yayılıyordu.

Okul eski bir bina idi. Ama oyma taşlardan yapılmış çok emek verilmiş mimari değeri olan sınıfları geniş mi geniş hem de serin tutan yapıya sahipti.  Okul altı zemin kat, üstüde sınıflar olmak üzere iki kattan ibaretti ki, alt kata okulun erzak ve yakıtı konduğundan oraya kömürlük denir, hatta dersine çalışmayan ve yaramaz öğrencileri öğretmenleri seni kömürlüğe kapatırım diye ihtar ederlerdi.

Okul 1927 yılında köyün aydın ve ileri gelenlerinden öğretmen Habip Arıöz'ün gayretleriyle kendisine yardımcı olan köylülerce yaptırılmıştı. Öğretmen Habip Arıöz, Karacaören'de 1895 yılında doğmuş, tahsilini İstanbul'da yapmış, dönemin padişahına karşı olan bir partiye kayıt olmuş, kendisi gibi düşünen arkadaşlarıyla ceza almış, o da Rumeli'ye kaçmıştı. Bulgaristan ve Makedonya bölgelerinde bir süre öğretmenlik yaptıktan sonra padişahlığın ortadan kalktığını, Mustafa Kemal Paşa'nın Kurtuluş Savaşı’nı başlattığını öğrenince doğru köyüne döner, köyden topladığı gençlerle yurdu düşmandan temizleme mücadelesine girer. Savaş bitimi Atatürk'ün Kırşehir'e gelişinde Habip Hoca orada biriken kalabalığa nutuk atar, ahalinin takdirini toplar, Ata'nın yüksek onurlarına mazhar olur. Hoca köyün ileri gelenlerini bir araya toplar, köye bir okul yapılmasını, böylelikle de herkesin okuma-yazma öğrenip cahillikten kurtulacağını uzun uzun anlatır. Köyün orta yerine okulun temeli atılır, köylü hem tarlasına, tapanına, bağına, bahçesine koşuşturmakta, hem de okulun yapımına yardımcı olmaktadır. Kağnılarla taş, toprak, tahta taşınmakta, çoğu kişilerde çocuklarının okumasıyla çiftin çubuğun ucundan tutmayacağını şehirlere gidip, işe gireceği korkusuyla okulun yapımına mani olmakta iseler de okulun yapımı bitmiştir.

Köylünün Habip Hoca’ya güveni artmış okula öğrencilerin her gün bir yenisi eklenmekte, sınıflar öğretmen ve öğrencilerle şenelmekte. Ama gel gör ki, arada istemezükçülerin tahrikleriyle okulun bazen kapıları sökülmekte, bazen camları kırılmaktadır. Bu olaylar hem Habip Arıöz’ü, hem ona inananları, hem de öğretmen ve öğrencileri tedirgin etmekte, aynı zamanda hırslandırmakta bozulan yıkılan yerleri hemen tamir etmektedirler. Köylünün okuma ve okula olan azmini bunlarla yenemeyen cahiller okulu ateşe vermişler, çatısından fırlayan kızgın çiviler köyün üzerine birer mermi gibi yağmış çok yaralananlar olmuştu. Bu ve bu gibi olaylar yer yer devam etse de zamanla kaybolmuştur.

Öğrenim eski harflerle olduğu için öğrenmesi çok zor oluyordu. Atatürk'ün yaptığı devrimlerden birisi de eski yazının kaldırılmasıydı. Devrimden önce eski yazı Arap harflerinden oluştuğu için kutsal sayılıyor, yasa ile kanunlaşıp kullanılmaya başlanan Latin harflerine bu yüzden karşı çıkılıyordu. Habip Arıöz eski yazının öğrenmedeki zorluğunu, kutsal olmadığını Latin harflerini öğrencilerin daha kısa zamanda öğreneceğini öğrenci ve velilerine anlatıyordu.
Aradan geçen süre içerisinde her şey yoluna girmiş, okul artık mezunlarını vermeye başlamış, bunların kolundan tutan Habip Arıöz babalarının karşı çıkmasına rağmen Pazarören ya da Hasanoğlan okullarına zor kötek kayıtlarını yaptırıyordu.

O yıllarda bu okullar kabul ettikleri öğrencileri tarımcılık, inşaat, amele ve ustalığı, hayvancılık gibi köylüye gereksinimli meslekleri öğretip mezun ettikten sonra kendi köylerine öğretmen olarak gönderiyordu. Karacaören'de eski nesiller yavaş yavaş ölüp kaybolurken yeni nesiller okul ve okumanın kıymetini bilmekte, zamanla devletin her kademelerinde yer almakta öğretmen okullarından mezun olanlar tayin oldukları köylerde bu ışığı devam ettirmekteydiler.
Yaşlısı, genci tüm Karacaörenlilerin eğitime olan ilgi ve destekleri zamanın Milli Eğitim Müdürü'nün dikkatini çekmekte, arada bir köyü ziyaret etmekte, hem de kendisi Pazarören'de öğretmen iken öğrencisi şimdi öğretmen olan Kemal Akpınar'dan köyle ilgili bilgiler almaktadır. Durumu zamanın Milli Eğitim Bakanı Hakkı Tonguç'a arada rapor etmekte kendisinden bu köye Yapı Sanat Okulu ayarında bir okulun yapımı için fon ayrılmasını talep etmektedir.

Müdür dediğini yaptırır, gelen parayla okul ve bunun yanında öğretmen lojmanları, yatılı öğrenciler için yatakhane çok kısa bir zaman içerisinde yapılır. Fakat siyasi polemiklerden dolayı bunun arkası gelmez, ülkede hükümet değişikliği olur. Kemal Akpınar, Yeşiloba köyüne sürülür, orada bir cami, bir okul yapımında önder olur. Gelen hükümet yetkilileri seni aramızda görmek istiyoruz hocam derler, oda Allah yazdıysa bozsun diye gelenleri tersler. Bunun üzerine genç öğretmeni Pinilli köyüne sürgün ederler. Askerlikti, görevdi derken sekiz yıl sonra Karacaören’e öğretmen olarak dönen Kemal, binaların harap olduğunu, temel taşlarının dahi kalmadığını görerek şok geçirir.

İlkokulun yapıldığı yıllarda çevre köylerde okul olmadığından elinde imkanı olan aileler çocuklarını Karacaören'de bir yakınının evine yerleştirip okutma yoluna gittiler. Bugün Karacaören öğretmen ocağıdır. Aradan geçen yıllar içerisinde bu öğretmenlerin çocukları ile bunlara özenen diğer köylü çocukları çeşitli branşlarda devletin en üst görev kademelerinde yer almışlardır. Karacaörenli okumak zorundaydı ve zorunda da arazi çok dar çıkan mahsul karın doyurmaz. Öyle ahım şahım zengini olan bir köy değildi.

Şimdi okulu öğrencisi az diye kapanıp taşıma sistemi ile eğitim mücadelesi veren Karacaören'de öğretmen çok sevilip sayılır, onların yoğurdu, sütü, yumurtası, yakacağı bir karşılık beklemeden karşılanır, birer evlat muamelesi görürlerdi. Havalar soğumaya yüz tutmuş, artık kalın giysiler giyilmeye başlamış köylü öğretmenine ne kadar sahiplense de, ana yüreği uzaktaki evladı için yanar tutuşur, ona bir şeyler sunma telaşına girerdi. Yaşar ne kadar büyürse büyüsün öğretmen olsun, baba olsun o yine de anasının yanında daha kundaktaki çocuktu.  Kocasına kalk git de çarşıdan biraz iplik al, Yaşar'ım gurbette belki üşür, ona kollu bir kazak öreyim de sende onu götür giysin der.

Adam denileni yerine getirdi, kadıncağız az gören gözleriyle zor da olsa kazağı örüp bitirdi.
O yıllarda Karacaören'e ulaşım zor şartlar altında oluyor. Şimdiki gibi yol bel olmadığından Kervansaray Dağı’nın rızası olursa at arabalarına yol verir, genelde at ve eşeklerle sağlanırdı. Yaşar'ın babası damadını eve çağırdı, oğlum minibüse bin Kırşehir'ine var gördüğün bir Karacaörenliye kaynananın ördüğü kazağı ver, dönüşte de Yaşar'dan iyi haberler getir der. Kış o yıl erken bastırmış, her yer bembeyaz kesilmiş, ortalıkta deli bir poyraz ve akabinde soğuk insana göz açtırmıyordu.

Şehre gelen damat bırak Karacaörenliyi bulmayı neredeyse ortalıkta gezinen insan görünmeyecek kadar azdı. Sağına soluna bakındı tanıdık kimse de gözükmüyordu. Dışarı ikindine yaklaşıyor Mucur'a nasıl dönerim telaşına düşmeye başlamıştı bile. Beri öte şehri dolaşıyor bir yandan da üşüyordu ki birden karşıdan Dalakçılı öğretmen Alim Şahin'i görünce dünyalar onun oldu. Hoş beşten sonra durumu Alim Hoca’ya anlattı.

Alim Hoca eğer aklında Karacaören'e gitmek varsa bunu sil, çünkü kardan yol bel kapalı kara kış bu yıl erken bastırdı. Hocam öyleyse Karacaören'e ben bu paketi nasıl göndereceğim kaynanam beni eve komaz deyince o anda muzip bir yapıya sahip olan Alim öğretmenin beyni dank etti aklına bir cinlik düştü. Yeğen ben sana yine de bir Karacaörenli tarif edeyim de sen boş yere dolaşıp vakit öldürme hanın önünde, fırının önünde, elinde değnek, önünde eşek, iri yarı, amel şapel, kafası büyük, şapkası güççük, birini görürsen bil ki, Karacaörenlidir. Alim Hoca bıyık altından gülerek oradan ayrılırken gidemezsen eve buyur diyordu.

Damat denilen yerlere bakarken karşıdan tarife uygun bir adam gördü.  Selam verip toka yaptıktan sonra amca ben bir Karacaörenli arıyordum Allah seni karşıma çıkardı! Kaynıma şu kazağı gönderecektim lafı ağzında kaldı oğul ben Cemeleliyim.

NOT: Ben bu öyküyü yazarken rahmetli Yaşar öğretmenimden bilgiler aldığım da “Alim Hocanın şakaları” demişti… Öyküyü; kişileri küçük düşürmek, mirasçılarını rencide etmek için yazmadım. Affola...

+++++++++++++++++++++++++++
“AT DA VUR İSMEYİL EMMİ” Dalgara Savaşları!

 

25/06/2012

Dalgara Dağları, Kervansaray Dağları’nın Dalakçı köyü ile Karacaören köyü arasında bulunan hayvan yaylımına oldukça elverişli, otlak mı otlak, üzeri çeşitli ağaçlarla bürünmüş adeta bir orman görünümünde olan bir koludur. İki köyün arazi taksiminde dağın İnek Deresi diye tabir edilen kısmı Dalakçı köyüne, Değirmenyolu diye adlandırılan yer ise Karacaören köyüne taksim edilmişti.

O yıllarda geçimini hayvancılıkla temin eden köylüler, hayvan yaylım yerlerinin az olmasından dolayı birbirlerinin arazisine tecavüz etmek durumunda kalıyorlardı. Yine bunun yanında iki köyün de pekmez ve bulgur kaynatmak için yakacak gereksinimi Dalgara’daki ağaçları, çalıları kesmek suretiyle tedarik etmeleri, bunun için de aynı yaylım da olduğu gibi kaçak yollara başvurup birbirlerinin arazilerine girmeleri ufak tefek dövüşlere neden oluyorsa da araya giren büyüklerin telkinleriyle olaylar büyümeden kapatılıyordu. Zamanında At Kuyusu denilen mevkide Abile’nin kuyusu yakınında Karacaören'e ait bir tarlanın Tilki’nin oğluna satılmasıyla Dalakçı köyüne geçmesi, hayvanların Karacaören arazisinde yayılırken bu araziye ister istemez girmesi, Tilki’nin oğlunun da buna kızarak çobanları dövmesi bardağı taşıran ilk damla oldu.

Köye gelen çobanlar gerek hayvan sahipleri, gerekse köyden onlara katılanlarla bir olup tarlaya tekrar gelmesiyle onları gören Tilki’nin oğlunun sağa sola usulen ateş ederek atına binip korkudan (katil olurum) Dalakçı’ya kaçması, Karacaörenlilerin de tarlada kalan yamçıyı, kamçıyı, kağnıyı alarak köylerine götürmeleri bardağı taşıran ikinci damla oldu. Bunu duyan Dalakçılılar da başka bir gün Dalgara'da tandırda yakacak için ağaç kesen bir Karacaörenli'yi döverek kağnısını yakarlar. Bu ve buna benzer olaylar uzun süre devam edip gider. Yine araya giren iki köyün aklıselim kişileri işi yatıştırmayı başarsalar da olayların önü arkası kesilmez.

Günün birinde akşama yakın bir vakitte Yerköy'den buğday satıp dönen 7-8 Dalakçılı, Hacı Mustafa’ların odasında misafir kalıp ağırlanırlar. Çok yorgundurlar. Oda da laf koyu geldiğinden 5-6 kilometre yolu yürümeyi göze alamadıklarından orada yatıp yorgunluk gidermeye karar verirler. Gecenin ilerleyen saatlerinde oda sahibi “Arkadaşlar sabah erkenden işçiler Dalgara'ya odun kesmeye gidecekler, erken yatıp erken kalkalım” deyip altlarına yataklarını serdirir. Sabah kahvaltıdan sonra işçiler erkenden odun kesmeye giderler. Bir saat kadar sonra da misafirler kahvaltı yapıp köylerine dönerler. Onlar gittikten sonra Hacı Mustafa'nın kafasına kuşku girer.

“Dalakçılılar odun kestireceğimizi duydu sakın bizim işçilere bir oyun etmesinler” diyerek silahını kuşanıp atına atladığı gibi Dalgara’nın yolunu tutar. Bir de ne görsün! Şüpheleri onu doğru çıkarmış... Kağnılar devrilmiş, işçiler dövülmüş. Silahını belinden çıkarıp onlara doğrulturken “Ula dürzüler şimdi size Güccük burnunu dar ederim. Aşam yediğiniz yemeğin, yattığınız yatağın hiç mi hatırı yok? Yaptığınız ayıp değil mi” diye Dalakçılılara bağırıp çığırır.

Kavgalara arada sırada silah karışmakta, haliyle de kurşunla yaralananlar olmaktadır. Bunlardan babasının yumuşunu tutmayan Abile’nin Omar onun “İnşallah sırtından vurulun da gövden gara yere gelir” diye intizarını alarak sabah erken evden çıkar. Tesadüf bu ya öğleden sonra çıkan dövüşte bir Dalakçılının mavzerinden çıkan mermi sırtını sıyırıp geçer ve yaralanır. Bunu duyan babası “Oğlum ben ne halt ettim, intizarım tuttu da sen yaralandın” diye elleriyle dizlerini döverken o sırada yanında bulunan bir köylüsü “Senin intizarın tutuyor, bir de benim şu deli oğlana etsen de o da yaralansa” derken orada bulunanlar güldüklerini belli etmemek için öte dönüyorlardı.

Bu dövüşlerde yerine göre çok gülünç olaylar oluyordu. Bazen Dalakçılıların, Karacaörenlileri esir alıp kır bekçisi Kör Halil’in elindeki mavzere güvenerek onu ayakta diktikleri Karacaörenlilerin başına bekçi diktiklerini, kendilerinin de o uzun boylu adamların gölgesinde yatıp istirahat ettiklerini kasıla kasıla anlattıkları oluyordu. Bir başka zamanda bunun tersi yaşanıyordu. Dövüşlerin birinde Dalakçılılar kıstırdıkları kendilerinden az kalabalık Karacaörenlileri Sandık Kayası’ndan İnek Deresi’ne doğru kovalıyorlardı ki Ezi ve yanındaki birkaç arkadaşının direnciyle karşılaştılar. Ezi, kafadan biraz noksan, güçlü, kuvvetli, vurduğunu un eden yapıya sahip biri idi.

Taarruza geçen Dalakçılılar, Ezi’nin darbeleriyle bir bir yere serilirken Behri’nin Memmet “Gürrük İsmeyil’in köpeği on Karacaörenliyle başa çıkıyor da bir Ezi’yi yirmi Dalakçılı durduramıyor, aman gözünüzü seveyim Ezi’yi durduralım” derken kendisi de ondan birkaç darbe alıp yaralanıyordu.

Kendisini biraz toparladıktan sonra eline geçirdiği bir kürekle Ezi’ye arkadan yanaşıp kafasına vurmak suretiyle onu saf dışı bırakması bir oldu.

Silahlı çatışmalar gündüzleri ara sıra devam ediyorsa da akraba olan iki köylü akşam el ayak çekilince birbirine geçmiş olsuna gidiyorlardı. Yine çıkan silahlı çatışmaların birinde Karacaörenli Bal Memmet de ayağından giren bir mavzer mermisiyle yaralanıyor, iki köyün arasındaki kavga gün geçtikçe ciddi kavgaların çıkmasına gebe oluyordu. Güdük İreşid’in Hasan yanında bulunan 6-7 arkadaşıyla Kayabağlar’da bulunan bağlarını belliyorlardı. Tam o sırada Hacı Mustafa’ların bilmem kaç sürü davarı (koyun-kuzu) Dalakçıların Dalgara’daki arazisine girmiş. Çobanı korkutmak için kır bekçileri havaya ateş açmışlar, çobanlar da gidip köyden yardım alıp gelmişler. Haliyle eskisinden daha büyük dövüş başlamıştı. Hasan arkadaşlarıyla bağ belleme işini bir yana bırakarak koşarak doğruca Kozluca’da bağ belleyen arkadaşı Yağcı Hacı'nın Omar’ın yanına varır. Onunla ortak oldukları tabancayı alarak koşmak suretiyle Fettah Deresi’ne varıp sağa sola ateş ederek dövüşe katılır. Henüz 17-18 yaşlarında olduğu için gözü bir şey görmez. Dalakçılı kır bekçisi Kör Halil onu tanımıştır.

Halil, asker arkadaşının oğlunu korkutmak için yere birkaç mermi sıkar, bunlardan birisi taştan sekerek genç Hasan'ın diz altı kaba etinden girip öbür taraftan çıkar. Yetişen Omar tabancayı elinden alıp Moru’nun Ali'ye teslim ederken Hasan'ı da birkaç kişiyle at arabasına yükleyip köye getirip babasına teslim eder. Yaralı Hasan, Kırşehir Devlet Hastanesi’ne oradan da Ankara'ya sevk edilir.

Aradan birkaç gün geçtikten sonra Güdük İreşid Yağcı Hacı'nın evine varır. Sağdan soldan konuştuktan sonra “Bizim kapımızda bir 'melerimiz mi' (koyun-kuzu) var da Hasan ile Omar Dalakçı dövüşüne katılıyorlar. Varsın gitsin Keloğlan’ın uşağı ile Hacı Mustafa'nın uşağı dövüşsün” diye öfkesini orada atarak üzüntüden oturup oğlu için ağlar.
Karacaörenlilerin saldırılarından birinde Sandıklı Kayası’nda mevziye yatan 9-10 Dalakçılı, Ali Sayıd’ın mavzerine güvenmekte, o meretinde mekanizması pas tuttuğundan bir türlü ateş edememektedir. Korkudan herkesin eli ayağı titrerken kalabalık olan Karacaörenliler de oraya doğru yaklaşmaktadır. İçlerinden biri “Mavzere sidik işenirse belki pası açılır” diye teklifte bulunsa da heyecandan kimse bu görevi yerine getiremez. O sırada orada bulunan 8-10 yaşlarındaki Bakkal Osman'ın oğlu Süleyman'ın mekanizmaya sidik işemesiyle tüfek atışa başlar. Bunun üzerine Karacaörenliler Ağaçalı çeşmesine doğru ağaçların arasından kaçarlarken bazıları da acemi toy gibi dümdüz arazide kalırlarsa da aslında tüfeği kullanan Ali, Sayıt’ı korkutmak için hedefe değil de boşluğa ateş etmektedir. İşin gırgırında olan Dalakçılılar da güya bazı Karacaörenlerin Ağaçali çeşmesinde çamaşır ve yün yıkayan kadınların arasına saklandıklarını (yıllar sonra) gülerek anlatırlar. Karacaörenliler Ağaçalı çeşmesine doğru kaçarlarken Duman'ın İsmeyil de (Tilki'nin oğlu) önceden her ihtimale karşı (belki Karacaörenliler Dalakçıya saldırabilir) tedbir olarak yanına aldığı 20-25 kadar köylüsüyle Dede Dağı’nın tepesinde elde mavzer sipere yatmıştı. Kendisi dağın en tepesinde yatarken arkadaşları da dağın Dalakçı yönünde yatarak siper almışlardı. Duman'ın İsmeyil'in bir gözü Ağaçalı’ya doğru kaçan Karacaörenliler de, bir gözü de arkasında bulunan köylülerinde, elde tetik sessizce beklemektedir.

“Vur İsmeyil emmi, at da vur” diye arkasındaki bir Dalakçılı'nın gürlemesiyle ortadaki sessizlik birden bozuldu. Biraz düşünen İsmayıl ağa estağfurullah tövbe geçirdikten sonra “Dürzünün yediği b… bak. Beni gaza getirip katil edecek her hal” deyip içinden bir küfür savurdu. Tekrar eski vaziyetini alarak el tetikte bir göz önde, bir göz arkada hafifçe geriye dönerek o gür sesiyle “Haydi attım da iki Karacaörenliyi vurup yere devirdim, ammaaaa akşam eve gidacaaam, dağa gidecek daalim” diye anlayana manalı bir söz edip tabakadan bir sigara sarıp yaktı.

Bu arkası gelmeyen dövüş ve kavgalarda Dalakçılıların Karacaören'e ait birçok at ve öküzü, davarı, ineği, danayı rehin alması, kağnı ve at arabalarını yakması sonunda işi Jandarma’ya intikal etti. Kümbet ile Dalakçı arasında çıkan kavgalarda cinayet işlenmesi ve bunun akabinde aynı şeyin 'Karacaören ile Dalakçı arasında da olur korkusu' ağır bastı. İki köyün ileri gelenleri uzun süre bir araya gelerek bu işe bir son verdiler.

Habip Arıöz'ün gayretleriyle Karacaören hakkını savunmak için Müfit Hoca’yı avukat tuttu. Uzun süren mahkemelerin neticesinde yeniden sınır çizildi. O günler mazide kalırken şimdi dost olan bu iki köy halkı yaşananları “Sen şöyle yaptın, ben böyle yaptım” diye şaka vesilesi yaparken o yerler sahipsiz kalıp orman ve piknik alanı oldu.

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

+++++++++++++++++++++++++
KAYA’NIN KESE YOLU ESNAFLAR

 

05/05/2012

Herkes okuyup devletin kapısında çeşitli kademelerde işçi, memur olursa geriye kalan diğer işleri kimler yapacak? Kimileri özel sektörde çalışırken, kimileri ya dükkan açacak veya babasının mesleğine göz dikecek, zamanla onun devamcısı olacak. Dükkanlar dua ile açılırken sahibine de Ahi töresi hatırlatırken “eline, beline, diline sahip olacaksın ki ayakta kalıp ekmeğini temin edeceksin” diye nasihat edilir. Dalakçılı Aşık İhvani de “içki, zina, kumar, yalan, karşılıksız çek, banka kıredisi esnafın ocağına incir ağacı diker” derken kendine göre esnafa bir yol göstermektedir.

Karacaörenli Şair Hasan Çalışkan da (babam), “Doyum olmaz ticaretin tadına. Müşteri aldatmayı asla koyma kafana. İşlerin bozulursa bir daha girmez yoluna. Hileden nasip beklemeyin yavrularım” diye oğullarına vasiyet etmiştir. Esnafın gecesi gündüzü çek, para, alışveriş üzerine kurulmuştur. Planındaki en ufak bir aksaklık beklediği işi etkilerse borçlu olduğu tarafa kredisini zedeleyeceği bilincindedir. Dakikası dakikasını tutmaz. Stres onun arkadaşıdır. Ne tatili olur, ne de doğru dürüst yaşamı (bunlar küçük esnaflar için). Aceleyle ne bulursa onu yer. Arada kıymalı ekmek onun balı baklavasıdır. Ayakta aceleyle yediği şeyler bir saat sonrasında midesinin ezilme ve ekşimelerine neden olur ki içtiği haplar derdine hiç fayda vermez.

Ömrü hep müşteri kazanmak için eğilip bükülmekle geçer, ona samimi görünmek için yapmacıktan sahte minikleri artistlere taş çıkarır cinstendir.

Karınca kararınca geçinmeye çalışırken müşterinin on dediğinden birini yapmaz ise ağaçtaki sayılı elmanın tek tek yere düştüğü gibi bir yandan onları kaybederken bir yandan da yenisini kazanmaya çalışır. Bağıydı, dükkan kirasıydı, bağlı bulunduğu odanın aidatıydı, telefonuydu, elektrik parasıydı derken bir de bunun yanında vergi dairesine olan vergi borcunu ödemekte zorlanır zar zor öder. Peşin verginin, KDV'sinin, yok efendim eğitime katkı payı gibi bir sürü verginin arkasına yetişemez. Ticaret çok tatlıdır, hele mesleğini sevene bir başka haz verir. Kapıdan giren müşterisinden o da “tatlı dil, güler yüz, hayırlı işler” gibi dilekler bekler. Bazı müşterileri suratını ekşitip dükkanın bu başından girip öbür başından çıkarken kendisine “buyurun” diyen esnafı vurguncu mu yoksa tefeci mi olarak görüyor orasını ancak Allah bilir gerisi yoruma… Bazı müşteri de gövdesi dışarıda kalacak şekilde kapıdan kafasını dükkandan içeri uzatıp “şu var mı” diye sormadan “şu kaç lira” diye sorduğunda başka yerden aldığı malın üttüm mü, ütüldüm mü diye muhasebesini yapacağını esnaf ne bilsin! Bire bin kazanan esnaf işini çabuk kaybedecek esnaftır. İsmet İnönü'nün “aşar” zamanında bile esnafa tanıdığı kar oranı % 20'iyken “şu kaç” diye soran müşteriye söylenen fiyat o anda müşteri de şok etkisi yapmakta, sanki tokat yemiş gibi kızmaktadır. Onlar zannediyor ki bu malı dükkancı sabaha kadar imal edip akşama dek satıyor...

Esnafın en şikayetçi olduğu noktalardan birisi de biri mal alırken, diğer bir müşterinin sanki vazifesiymiş gibi onu caydırması ki, hele bir de kalabalık gelirlerse “çok akıl boş akıl” yüzünden ala vere yapamaması, kızgınlığını içine atıp kimseye bir şey diyememesi ona adeta kanser hastalığı etkisi yapar. Esnaf geçim derdindedir. Biriyle konuşurken onu dinliyor gibi yaparsa da aklı fikri kapıdan girecek müşteridedir. Misafiri onun yüz ifadelerinden “ben seni zoraki dinliyorum arkadaş, bir an evvel buradan git ne oluru” bir anlayabilse, dükkanlara, “ziyaretin kısa olanı makbuldür, en iyi dost en az meşgul edendir” gibi levhaların yazılmasına hiç gerek kalmazdı.

Eli boş tayfası misafir, hem oturur, hem de gelen giden müşterinin alışverişine, giyimine, kuşamına karışır ki kendince bir iş yaptığını zannederken aslında esnafın işini bozmakta, ona zarar vermektedir. İşyerleri sır yerleridir. Esnaf müşteri ilişkileri “bacı kardeş, itimat” ön planda tutulurken orda oturan eli boşa bunu anlatamazsın. Karacaörenli Halil İbrahim Kaya askerden geldikten sonra Ankara'da bir işyerinde yıllarca “kuru temizlemeci” dükkanında çalışır. Birikimiyle 1982 yılında Eski Ankara Caddesi Ünal Çarşısı karşısındaki Uğrak Pasajı’nda mesleği ile ilgili bir dükkan açar. Hoşgörülü, kimseyi aşağılamayan, herkesle iyi geçinen, çıtı dahi çıkmayan bir esnaftır. Herkes onu sever, sayar, dükkanı eşle, dostla, köylüsüyle, Kırşehirspor taraftarıyla dolar taşar. Kimseye de “az öte çekil de gelen müşterimle ilgileneyim” diye öfkelenmez, diyeceği varsa da hep içine atar... Anasının teyzesi Gasıllının Mehmet Ali'nin hanımı Hatice bacı köyü Karacaören'de hastalanır, “Kaya beni doktora tedavi ettirsin” diye sabah erkenden dükkana gelir.

Hoş beşten sonra Kaya (Halil İbrahim'i kimse söylemez) oğlu küçük Raşid’i, “Eve git anneni al gel de Hatice teyzemi doktora götürelim” diye gönderir. Yarım saat sonra dükkana gelen hanımı Elmas'la beraber teyzesinin koluna girip doğru Doktor Adem Egelinin Cacabey Camii yanındaki muayenehanesine götürürler. O günlerde köylülerin tabiriyle herkes “ara hastalığına” yakalandıkları için kendilerine muayene sırası, ancak ikindi vakti geçtiğinde gelir. Adem Egeli gözlüğünü az yukarı kaldırıp “Hastalığın nedir bacı anlat bakalım” diye sorduğunda zembeleği boşanan kurmalı saat gibi “Ağzımda bir acı, dizlerimde bir sızı, karnımda bir sancı, midamda (mide) bir kazıntı…” gibi aklına gelen bir sürü ağrıyı sızıyı Hatice bacı Adem Bey'e sıralamaya başlar. Muayeneden sonra eczaneden ilacı aldıklarında kasabanın otobüsü öğleden sonra saat beşte kalkmış olduğundan Kaya, teyzesini hanımıyla o gece misafir etmek için evine gönderip kendisi de dükkanına gelir gelmesine de kazancından olduğu için adeta burnundan solumaktadır. Kadın o gece sabaha kadar “vay şuram ağrıyor, vay buram ağrıyor” diye aileyi uykusuz bırakır. Kaya, sabah erken evden çıkıp Turşunun Lokantası’nda bir tas işkembe çorbası içtikten sonra dükkanına gelir.
Kaya evden çıktıktan sonra Hatice bacı Elmas'a “İlla beni dükkana götür, ben oradan köye giderim” diye sıkıştırır. Elmas'ın “Arabanın on iki de kalkacağını, sabah erkenden sen dükkanda ne yapacaksın” demesi yaşlı kadına hiç fayda vermez, Elmas da ona uymak zorunda kalır. Kolundan tuttuğu gibi onu dükkana götürür.
Az soluklandıktan sonra “Aman Kaya oğlum inne, ilaç fayda vermiyor, beni bir daha doktora götür, aman şuram, aman buram” diyen Hatice bacının dırdırları Kaya'nın sinir kat sayılarını artırır. Bir de bunun yanında gelen müşterilere “Senin hanımın yok mu senin kirlini o yıkayamaz mı” diye karışıp Kaya'nın işini baltalaması bardağı taşıran son damla olur. O yıllarda Karacaören ve çevre köylerin dolmuşları şimdiki Ahi Çarşısı’nın altındaki Belediye’nin tahsis ettiği boş arsadan kalkardı. Burası da Kaya'nın dükkanına ancak yüz-yüz elli metre gelirdi. Kaya teyzesini cezalandırmayı aklına koymasıyla dükkanı oğlu Raşid’e bırakıp “Haydi teyze kalk bakalım, saat on buçuk, on ikide de araba kalkar biz, ancak oraya varırız. Garaj çok uzak ama ben seni kese yollardan götüreyim ki sen az yorul” deyip yola düşerler. Kaya önde, teyzesi arkada şimdiki İş Bankası'nın önünden Çarşı Camii’ne geldiklerinde hasta ve yaşlı kadın iyice yorulmuştur. Orada biraz dinlendikten sonra Uzun Çarşı istikametiyle düşe kalka Kapalı Spor Salonu'nun önüne gelirler. Orada biraz dinlendiklerinde “Kaya'm yavrum daha yürüyecek miyiz, daha var mı varsa çok mu” diye soluk soluğa sorular sorduğunda “Aman teyze ben seni hiç yorar mıyım? Ne kadar kese yollardan götürüyorum baksana” diye teyzesini ikna etmeye çalışırken için için gülüyordu. Irmağın kenarıyla Kız Sanat Okulu’nun yanına geldiklerinde Kaya şöyle bir saatine bakıp “Aman teyze sen şu okulun duvarına kös gel de benim bir işim çıktı” diyerek orada teyzesini bırakıp on dakika kadar Kırşehirsporlu oyuncuların statta antrenmanını seyrettikten sonra geri döndü. Teyzesi de bu boşlukta biraz dinlenmişti.

Tekrar yola koyulup otobüsün kalkmasına on dakika kala garaja geldiler. Otobüsün ön koltuğuna bindiğin de kadında ayakta duracak hal kalmamış, neredeyse koltuğa düşüp bayılacak duruma gelmişti. Az sonra şoför Orhan gelip direksiyona geçti.
Orhan onun durumunu görünce meraklanıp, “Aman Hatice bacı betin benzin gitmiş yoksa hasta mısın?” dedi.

- Aman Orhan'ım, Kaya'nın dükkanı buraya ne kadar uzakmış, yürü babam yürü yol yürümekle bitmiyor. Beni şuralardan alıp (yalan yanlış yer adları sayıyor) kese yollardan ancak otobüse saatinde yetiştirebildi.

Az soluk aldıktan sonra, “Allah ondan razı olsun, bir de keseden getirmeseydi halim ne olurdu?” dediğinde Orhan meseleyi anlamış dışarıda dikilen Kaya'ya “Ulan adam yaşlı teyzesine de mi hendek sağdırır” diye içinden söylenip gülerken arabanın marşına basmıştı bile.

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

+++++++++++++++++++++++++++++
SELAM AĞASI

 

23/04/2012

Güzel yurdumuzun her köyünde olduğu gibi Karacaören'de de insanlar yıllarca geçimlerini çiftçilik ve hayvancılıkla temin etmişlerdir. Köylerde ticari saha olmadığından alışverişler hep şehirde olmuştur. Köylüler de kazandıklarıyla her türlü ihtiyaçlarını şehirden temin ederken birikimler hep “biri beşe” satanların ceplerini doldurmuştur.

Karacaören'de ekim alanları az olduğundan toprak kıymetli idi. Bir çizgi fazla ekebilir miyim diye yerine göre tarla yollarını dahi sürme ve ekip biçmeyi tercih eden çiftçiler oluyordu. Yollar daralınca da tarlalara gidip gelen kağnılar, at arabaları sonradan bunlara katılan traktörler yola sığmadıklarından dolayı tarlalara girip çiğnemek suretiyle yollarına devam ediyorlardı.

Tarlaların herk zamanı (nadas) bu durum pek önem taşımazdı. Ekili olduğu zaman mahsul başak tuttuğunda çiğnendiğinden dolayı hasat kaybına neden oluyordu. Durum böyle olunca da kıt kanaat geçinen çiftçi zarar ediyordu. Karacaören'de Haziran ayı sonlarına doğru arpalar yavaş yavaş sararmaya başladığından tarlası yol kenarında olanlar bunları gelene geçene çiğnetmemek için tırpanla ön kısımdan biçerdi. Arpa biçmeye gidenler sabah evden erken çıkar, tırpan omuzda tarlasının yolunu tutardı.
Esen poyrazın serinliğinde kendisini yormadan ağır ağır tırpan sallayarak çalışır öğle sıcağı hafiften bastırdığında işi bırakıp evin yolunu tutarlardı.
İkindi serinliği çökerken tekrar tarlaya gidip akşam güneşi batmaya yakın evlerine dönerlerdi.

Bu gidiş gelişlerde herkes birbirine selam verirken “Kolay gelsin, Allah bereketini artırsın” diye iyi dilek temennilerini dile getirirlerdi.

Çolak Ahmed'in Şık Hasan da, tarlası yol kenarında olan, aza kanaatle geçinen çiftçilerden biriydi. Köyün hemen önünde küllü yer denen mevkide üç dönüm arpa ekili tarlası vardı.
Babası her gün sabah, akşam “Hasan oğlum git de küllü yerdeki tarlanın yol kenarını biç de gelen giden çiğnemesin” diye sıkıştırıyordu. Hasan da, “Olur baba çaresine bakarım” diyor, ama hiç de oralı olmuyordu.

Hasan'ın yedi oğlu üç de kızı vardı. Kız evlatları neyse de onun aklı fikri oğlanları okutup öğretmen yapıp devletin kapısına yamamaktaydı. Zaten yapı icabı çalışmayı pek sevmez onun aklı bilek işinde değil kafa işindeydi. Bir keresinde bir akrabasının rica minnet yalvarmasıyla bir dönüm bırçağını keseniye işlemeye anlaşmış bir ayda içinden zor çıkmış, akrabası da ona bir daha iş gördürmemeye yemin etmişti.

Çolağın Şık Hasan, yıllar sonra içindeki en büyük emeline ulaşmış oğlu Ali, askerden sonra Ankara'da işe girmiş diğer altı oğlu da okuyup öğretmen olmuştu. (Belki bu Türkiye rekorudur.) Bundan dolayı da Karacaörenliler “Kendirdenmiş Şık Hasan'ın kuşağı/Okuyup bir bir muallim (öğretmen) oluyor her uşağı” diye türkü dahi yakmışlardı.
Çolağın Şık Hasan babasının ısrarlarına fazla dayanamayıp tırpanı omuzladığı gibi tarlaya erkencecik vardı. Yalan yanlış tırpanı iyi biçsin diye taşlayıp bismillah diyerek arpaya tam salladı ki, “Selamın aleyküm Şık Hasanağa kolay gelsin” diyen bir köylüsünün sesiyle işi bırakıp “Aleyküm selam sağol hemşehrim. Kolaysa başına gelsin” dedi.

O gün öğleye kadar tarlaya gidenlerin selamını alıp vermekten bir karış yeri dahi biçemedi. Öğleden sonra tırpan sallamaya gidenlerin selamı, akşama doğru da köye dönenlerin selamı derken o gün tarlaya boşa gitmiş oldu. Ertesi gün, daha ertesi gün derken neredeyse arpaların biçimini bitiren köylü artık yeten buğdayları biçmeye başlamış, Şık Hasan, iki adımlık yeri selam alıp vermeden biçememişti. Akşam eve vardığında güya çok çalışmış da yorgunmuş gibi esniyor, böylelikle babasını kandırmaya çalışıyordu.
Yemekten sonra babası, “Oğlum kulağıma bazı sesler geliyor. Aslı varsa sen tarlada çalışmıyor gelenle gidenle bol bol selamlaşıyormuşsun” dedi.

Az durup biraz nefesini toplayan baba, “Oğlum yoksa adını selam ağasına çıkarırlar. Tarlayı erken bitir de sen de başkalarına selam ver” dedi. Şık Hasan utancından yere bakıyor, yaşlı babasını üzmek istemiyordu. Babası az düşündükten sonra, “Oğlum kalk git de halanın oğlu Bidi Gaya söyle yarın sana tarlada yardım etsin de şu işi bitirin…”
Bidi Gaya İreşit iyi tırpan çalan, kelle atımında üstüne olmayan, yerine göre geçim için amelelik, çiftçilik yapan, bazen de köyün sığırını, eşeğini, danasını güdüp çobanlık yapan iri kıyım bir delikanlıydı. Boğazına çok düşkün olduğundan öyle azınan uzunan doyacak biri değildi. Dayısının bir dediğini iki etmezdi. Onun her işine yardım eder, ahırdaki hayvanlarının yemine, suyuna koştuğu gibi tozuna aldırmadan samanlığa saman bile atardı. Bu işleri yaparken belki de onun gönlünden neler geçiyordu kim bilir!..

Ertesi gün sabah Şık Hasan hala oğlu İreşid Gaya'yla işe dört elle sarılsalar da yine selamların ardı arkası kesilmiyordu. Gaya İreşid arada acıkıyor, kesedeki süzme yoğurda yufka ekmeği bandırıyor tekrar işe saldırıyordu. Böylece bir iki gün daha geçti.
İşe başladıkları günün birinde öğleye yakın Çolak Ahmet yaşlılığına aldırmadan, “Şu uşaklar ne yapıyor tarlaya bakayım” diyerek evden ayrıldı.

Soluk soluğa geldiği tarlada bir de ne görsün daha üç dönümlük tarlanın yarısı bile işlenmemiş öylece duruyordu. Kafasını bir beri, bir öte çevirip,“Ula deyyuslar! Eşek olsaydınız el kadar tarlayı üç günde yayılıp bitirirdiniz” diyerek yere çömeldi.
Öfkeden tir tir titriyordu.

“Oğlum Hasan bir haftadır ne bok yemeye buraya gelip gidiyon” derken o değilden yeğenine bakıp ona bir şeyler diyecek gibi oldu sonra bundan vazgeçti. Dayısının laflarından kendine pay çıkaran İreşid Gaya, “Ula dayı her gün yedirdiğin el kadar kese yoğurduyla ancak bu kadar çalışılır” diyerek tırpanı yere çalıp köyün yolunu tuttu.
Olanlara çok içerleyen Şık Hasan'ın morali bozulmuştu. Babasını kırmak ve incitmek istemiyordu. Ne de olsa adam bin kere haklıydı.

Kafasını yere eğerken, “Ne yapayım baba, gelenin gidenin selamını alıp vermekten şurada SELAM AĞASI oldum. Ne bağırıyon” diyerek tarlanın anına otururken, “Allah'ım çocuklarımı sen bu tarlalara muhtaç etme” diye dua ederken gözlerinden akan yaşları gömleğinin yenine siliyordu.

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

+++++++++++++++++++++++
VARA AMCAN OLMUYAYDI

 

14/04/2012

Kış mevsimi çoktan geride kalmış neredeyse bahar mevsiminin ortalarına gelinmişti. Kışın kuyrukta müşterilerine ip satmaktan yorulan İpçi Erdoğan'ın sıcakların çökmesiyle işleri durmuş neredeyse “sinek avlayan esnaf” durumuna düşmüştü. Arada dükkândan dışarı çıkıyor, öfkeyle bir sigara yakıyor ümitsizce sağa sola bakıyor, acaba dükkâna ip almaya gelen bir müşteri düşer mi diye Eski Ankara Caddesi’ni göz gezdiriyordu. Usanmıştı. Herkes işiyle gücüyle meşgul iken o hangi dükkân komşusunun yanına varıp da orayı rahatsız etsin. Bu kendisine yakışmazdı. Laf atmayı, laf dinlemeyi çok sever, gel gör ki o gün “müşteri dursun” bir arkadaşı dahi yanına gelmemişti.

Şuradan Dalakçılı berber Şık Memmed'in yanına bari varayım da belki lafazan bir Dalakçılı bulurum da bari iki kulağımın pasını atayım diye düşünerek ani bir kararla berberin kapısından içeri daldı. Şık Memmet iş icabı bir yere gitmiş olacak ki dükkânda yoktu.

Dükkânın lambaları içeride müşteri olmadığı için yanmadığından dışarıdan içeriye girdiği anda İpçi Erdoğan'ın gözleri loşluktan biraz etkilense de sonradan gözlerindeki pus yerini görmeye bırakmıştı. İçeri girdiğinde masa başında oturan koca kafalı, koca şapkalı iri kıyım bir adamın oturduğunu fark etti.

- Selamın aleyküm, Mehmet ağabey yok muydu ağabey?..
- Aleyküm selam yeğen, Memmed'i ne yapacaksın? Eğer tıraş olacaksan bir yere kadar gitti, beklersen az sonra gelir…
- Yok ağabey; ben şurada onun dükkan komşusuyum da usandım, az laflarım diye gelmiştim…

Adam Erdoğan'ı süzüyor, Erdoğan'da adamı. Ama bunu ikisi de birbirine belli etmemeye çalışıyordu. Bakışları birbirine çakıştığında her ikisi de aniden gözlerini birbirinden kaçırıyorlardı.

İpçi arada berberin kapısından dışarı eğilerek gelen giden var mı diye dükkânına bakıp gerisin geriye berberin dükkanındaki sandalyeye oturuyordu.
Aradan bunca zaman geçmesine rağmen sessizlik ve birbirini süzmeleri devam ediyordu. Bir müddet sonra “Yeğen nerelisin?” diyen adamın gür sesi ortalıkta ki sinek tınlaması duyulacak kadar olan sessizliği bozdu.
İpçi, adamın gözlerine bakıp onu bir müddet süzdükten sonra Karacaörenliyim ağabey derken sesini mahsustan masumane bir ton da çıkarmıştı.

Adam da, sanki Erdoğan'ı yeni görüp tanıyormuşçasına ağır ağır başını ona çevirip gözlerini gözlerine masumane dikerek,

- “Yeğen ben Karacaören'i iyi bilirim soyunuza kimler derler? Kimlerdensin? Adın ne?”

Aslında dükkâna ilk girdiğinde İpçi Erdoğan gözlerindeki loşluğun verdiği karaltıyı atınca masada oturan adamın Dalakçı köyünden olduğunu anlamıştı. Adının da köylülerince adının önüne konulan babasının lakabı “Canavar”dan dolayı Canavarın İrbaami tanımakta zorluk çekmemişti. Az düşündükten sonra adamın kendisinden kaç kez iplik aldığını, ip alırken de “Sizi Dalgara'da çok guvaladık ipi bana ucuz ver ha” diye şakacıktan takılmalarını hatırlamış, ama bunu karşısında oturan adama belli etmemişti.

Canavarın İrbaam, iyi giyinmeyi, ağırdan ağırdan konuşurken arada kelimelerine şakalar katmayı seven, her dalakçılı gibi ağzı laf yapmayı bilen biriydi. Kimseyle hırı gürü olmayan, ekmeğinin mücadelesini yapan, herkesçe sevilip sayılan, saygıda kusur etmeyen bir kişiliğe sahipti.

O da İpçi’yi dükkâna girdiği anda tanımış, fakat İpçi ona tanıdıklık vermeyip o değilden gelince o da karşısındakine aynı tavrı takınmıştı. Canavarın İrbaam bütün Karacaörenlileri, çoluğundan çocuğuna, yaşlısından gencine kadar tanırdı. Zaten bu iki köy ufak tefek çalı, çirpi, yaylım yeri davasını yapsalar da birbirlerine asla kin tutmamış-lardır. (Bunu ilerde sunacağım “At da vur İsmeyil Emmi” ya da “Dalgara savaşları” adı altında okuyacaksınız.)

Canavarın İrbaam’in, “Kimlerdensin, adın ne” sorusu karşısında İpçi Erdoğan, az düşündükten sonra aklına gelen muziplikle
- “Adım Erdoğan ağabey, Karacaören'de falan adamın yeğeniyim…”

Erdoğan'a tanıdığını belli etmeyen Canavarın İrbaam;
- Falan adamın sen nerden yeğenisin amıcan mı, dayın mı?

Aslında ikisi de birbiriyle dalga geçerken kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyorlardı. İpçi Erdoğan sorulan soru karşısında başını mahsustan yere eğip “Amcam olur ağabey” dedi.
Canavarın İrbaam, bu işten belki İpçi’den daha fazla zevk alıyordu ki tanışıklığını ona belli etmeden sabırla rolünü oynuyordu. Başını bir sağa, bir sola çevirdikten sonra “Yeğen falan adam vara amcan olmuyaydı kendine gadirlik etmişsin” dediğinde ikisi de gülmemek için kendilerini zor zapt ediyorlardı.

Aradan geçen sessizlikten bir süre sonra Canavarın İbraam, artık kendisini tutamamış, rolünü fazla sürdürmenin anlamsızlığını anlamış olacak ki “Ula Güdük İreşid'in Hasan'ın oğlu İpçi Erdoğan, birbirimizi tarttığımız artık yeter” diyerek tanıklığını ele verirken Erdoğan da, onun ellerini öpmeye başlamıştı bile...

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

+++++++++++++++++++++++++++++++
BEN ÜNİVERSİTE MEZUNUYUM

 

29/03/2012

Türk siyasi tarihinde çok partili sisteme geçildikten sonra yakasına tuttuğu partinin rozetini takan seçmenler zamanla neredeyse kamplara ayrılmışlardı. CHP'de “Halk Cephesi”, Demokrat Parti’de ise “Vatan Cephesi” gibi kurulan ayrışımcılıklar zamanla bu partilere oy veren seçmenleri birbirine düşman ilan edecek duruma getirmişti.

Bunun akabinde “Kırşehir kaza yapılıp Nevşehir'e bağlanmış”, 27 Mayıs 1960 ihtilalı olmuş, CHP hariç tüm partiler kapatılmış, art arda gelen bir sürü muhtıralardan sonra 12 Eylül 1980 ihtilalı olmuş CHP dahil bütün partiler kapatılmıştı. Türk siyasi tarihinde İsmet İnönü, Celal Bayar, Alparslan Türkeş, Osman Bölükbaşı, Bülent Ecevit, Necmettin Erbakan, Süleyman Demirel, Turgut Özal iz bırakmış liderlerdir. Şimdi bile bu liderleri kendi görüşlerinden sayan partiler Atatürk'ün posterinin yanına bunların resimlerini de asmayı ihmal etmezler.

Yıllardır gerek parti liderleri, gerek parti milletvekilleri, gerekse parti il ilçe teşkilat yöneticileri halkın gözünde birer “iş bitirici veya iş takipçi”, anlayacağınız “işi düşenlerin umut kapısı” olmuştu. Karacaörenli Şey Bey, yıllarca sağlıkçı olarak görev yapmış köyünü, köylüsünü, yurdunu ve çevresindeki herkesi seven ve sayan yardım etmeyi seven, emekli olduktan sonra da herkesin sevgisine güvenerek şehirde mesleğiyle ilgili bir büro açmış, aynı zamanda bir partinin ilçe başkanlığının yanında bir dönem Belediye Meclis Üyeliği de yapmıştır.
Şey bey, “Sen bilirsin” diye kapısına gelen darda kalmış kişilerin yardımına koşmuş, kendi yapamadıklarını rica, minnet edip üst kademelerde olanlara yaptırmaya çalışmıştı. Bu sayede çok kişiyi iş, aş sahibi etmiştir. Bunda da tahsil yıllarındaki arkadaşlarının ve dolayısıyla da üyesi olduğu partinin çok katkısı olmuştur. Eski sağlıkçı Şey Bey'in kapısını siyasi görüşünden dolayı işe alınmayan, çoluk çocuğu mağdur Karacaören'e yakın köylerden üniversite mezunu bir genç çalar. Ağabey durumum “böyleyken böyle” diye söze başlar. Anlatır anlatır, anlattıkça da parelenir ki neredeyse tabiri caizse dokunsan ağlayacak durumdadır.

Kendisini sabırla dinleyen Şey Bey, misafirine bir çay ikram ettikten sonra, “Oğlum senin için gerekli mercilerle görüşüp bir hal çaresine bakacağım, kalbini ferah tut” diye onu bırakıp bir başkasının sağlıkla ilgili derdini dinlemeye başlar.

Birkaç gün sonra Belediye Başkanı'yla yalnız kaldıklarında kendisine falan köylü hemşehrisinin durumunu gündeme getirir. Belediye Başkanı, Şey Bey'i dinlerken yüzü biraz asılmış hafiften kızarmıştı.

Biraz sessizlikten sonra, “Şey Bey seni sever sayarım, belediyeye adam lazım değil, olsa bile senin kontenjanın doldu, başka arkadaşlar da bundan dolayı bana burun kırın ediyorlar” der.
Şey Bey, Başkanı bir süre süzdükten sonra, “Zevzeklenmede bu çocuğu iş alalım. Hem köyüme yakın bir köyden hemşehrim, hem de üniversite mezunu. İlerde belediyeye faydalı bir eleman olacağı kanısındayım” diyerek “iş oldu” kanaatine vararak vedalaşıp ayrılır. Bir süre sonra belediyede işe alınan genç, Şey Bey abisine nasıl teşekkür edeceğini bilemiyor.
“Allah senden razı olsun, bu iyiliğini nasıl unuturum” diye iki büklüm oluyordu.

Aradan altı ay geçti geçmedi Belediye Başkanı, Şey Bey'i nerede görse bir şey diyecek gibi oluyor geri de bundan vazgeçiyordu. Bir gün büroya rakip partiden bir Belediye Meclis Üyesi geldi. Çay, kahve derken laf lafı açıyor, hoş sohbet particiliği bir kenara bırakırken ortalığı kahkahalar kaplıyordu.

Aradan epey vakit geçmişti. Adam, “Hayırlı işler Şey Bey” deyip yerinden kalkmasıyla aklına ne düştüyse geri yerine oturdu. Şey Bey'e rakip partiden bu adam saygın, çevresi geniş hatırı sayılır “tuttuğunu koparan” bir kişiydi.

Adam bir sigara yaktıktan sonra,
- Ağabey sen ve ben içimizdeki insaniyetten dolayı sağa sola bir sürü adam aldırıyoruz.
Sigaradan bir nefes daha çekip külünü tabağa çırparken,
- Demezler mi bu adamlar milletten rüşvet alıyor. Bundan sonra ben böyle işlerde yokum.
- Ağabey kime iyilik yapsam karşılığı bana kötülük olarak dönüyor. Adam olmadık birini bankaya memur olarak işe aldırdım. Çarpmayı bölmeyi bilmez, ama gitmiş düğünün birinde aleyhimde atmış tutmuş.

Adamın öfkeden neredeyse ağzındaki sigara dudağına yapışıyordu. Onu alıp yere fırlatacak gibi oldu sonra geri bundan vazgeçti.

Aklına yeni düşmüş olacak ki, “Yakında seninkinin de cılkı çıkar, kulağıma başkan bir şeyler söyledi” diyerek tekrar vedalaşıp ayrılır.

Şey Bey'in kafası iyice karıştı. Kendi kendine, “Başkan bir şeyler diyecek gibi oluyor demiyor, bu adam geldi böyle diyor” diye derin düşüncelere daldı.

- Acaba mesele nedir gidip bir ara başkandan bunu öğreneyim.
Birkaç gün sonra başkan büroya gelmesin mi! Adam hop oturup hop kalkıyordu.
- Ağabey senin bu adam beni çalışanlarımın yanında küçük düşürüyor. Bir odaya ya da ofise girdiğim de herkes “başkanım” diye ayağa kalkarken bu kalkmıyor. Hatırın olmasa hemen işten el çektireceğim.

Başkanı biraz sakinleştiren Şey Bey, “Başkanım sen hele git biraz istirahat et, gerisini ben hallederim. Sen sağlıkçının sözünü dinle.

Ertesi günü Şey Bey, köyden biriyle gencin babasına gelsin diye haber saldı. Adam birkaç gün sonra sabah erkenden büroya geldi. Haber salınan genç de belediyeden izin alıp az sonra dükkana girdiğinde babasını orada görünce onun elini öpmeye eğildi. Öfkeden beti benzi atan adam utanmasa oracıkta oğlunu tokattan geçirecekti. Elini ona vermedi bile.

Ortalık biraz sakinleştikten sonra sağlıkçı, “Oğlum rica minnet seni belediyede işe aldırdım, gel gör ki sen beni elin adamının yanında kel etmeye utanmadın mı? Neden başkanın içeri girdiğinde ayağa kalkmıyorsun bana laf getiriyorsun. Ayıp değil mi?” derken ilk defa işe aldırdığı biri için pişmanlık duyuyordu.

Laf kime söyleniyor, ne için oraya toplanılmış, bunu kendine mal etmeyen gencin, “Ben üniversite mezunuyum, Başkan ise lise mezunuymuş. Benim tahsilim ondan fazla, onun için ben ayağa kalkamam” deyip ardına bakmadan büroyu terk edişi görülmeye değerdi.

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

+++++++++++++++++++++++++++++++++
İPÇİ TIMARHANEYE...

 

29/02/2012

İpçi Erdoğan, 1978 yılının Eylül ayında yıkılan eski Saat Kulesi karşısındaki şimdiki Cacabey Parkı’nın bulunduğu yerdeki Avukat Tevfik Görke'ye ait kirada oturduğu dükkanın yıkılmasıyla Ünal Çarşısı Eski Ankara Caddesi cephesindeki dükkanını kiralar.
Öykünün yazıldığı tarih 20 Şubat 2012 yılı olmuş, halen orada ipçilik mesleğine devam etmektedir. Otuz beş yıllık bu dükkandaki ticari hayatında yüzlerce esnafla Ünal Çarşısı’nda olsun, caddede olsun komşuluk yapmış, herkesin sevdiği, saydığı bir esnaftır. Birkaç ufak-tefek hırı gürü olduysa da zamanla “suyla yazılan yazı gibi silinip” gitmiştir.
Gerek Ünal Çarşısı, gerekse Eski Ankara Caddesi'nde bulunan dükkanlarda kimler oturmuş, kimler kalkmış tek tek listesi şu an cebinde bulunmaktadır. Uğrak Apartmanı alt cephesinde Ünal Çarşısı giriş kapısının tam karşısında bulunan dükkanı yıllar önce tandır kebap ustası Yerköylü Mulla Dayı kiralamıştı. İşleri iyi gitmesine rağmen dükkanı kapatmak zorunda kalmış, İpçi Erdoğan'a vedaya geldiğinde, “Ben gidiyorum, ama şunu hiç unutma, hayatta hep anamın hatırını sordular babamı anan olmadı” demişti.
Mulla Dayı’dan sonra orasını Adanalı Salih denen bir usta “Meşhur Adana Kebap Evi” adı altında kiraladıktan altı ay sonra da eski saat tamircilerinden Bekir Köşker’i (Şuayipli) kendisine ortak etti. Salih Usta, paraya önem vermeyen, daha doğrusu “parayı hiç sevmeyen”, eli açık, bonkör mü bonkör biri olduğundan dolayı işini fazla sürdürmeyip ortağına dükkanını devredip “Bir görüşte aşık oldum” şarkısını söyleyerek gitti. Bekir saat ustasıydı, ama zamanla Salih Usta’dan mesleğin inceliklerini kapmış, arkadaş çevresi sayesinde yıllarca bu işi yürütmüştü.

Bekir de paraya, pula önem vermeyen arkadaş canlısı biriydi. Hatta bir keresinde İpçi ona, “Ula Bekir; parayı sana kazandıracaksın, baban Musa Dayı'ya teslim edip onda değerlendireceksin” dediğinde, “Orayı boş geç İpçi, sen şimdiye bak” demişti.
Gerek Salih, gerekse Bekir'in çalıştırdığı dönemlerde Erdoğan tam karşısında olan bu dükkanda oturur, onlarla hoş sohbet ederken, hem de kendi dükkanına gireni, çıkanı takip ederdi. İpçinin Bekir'e kızdığı nokta Bekir'in şiş Adana’sı ocakta dururken onları yemeyip kendisinin evden getirdiği yemekleri gıcıklığına göstermeden şaka mahiyetinde çalıp yemesiydi. Hatta bir keresinde Erdoğan bir arkadaşıyla Ankara'ya bir gün önceden akşam maça gider.

Sabaha kadar Galatasaray-Gençlerbirliği Cumhurbaşkanlığı Kupası maçını seyredeceğim diye 19 Mayıs Stadı’nın kapısında bilet kuyruğuna girip bekler. Ertesi gün saat 11.00'de stadın koltuğuna oturduğunda yorgunluktan uyuya kalır. Uyandığında saat 13.00 olmuştur. Arkadaşı Serat’a elindeki pakete “göz kulak olmasını” tembihleyip tuvalete gider. Döndüğünde karnı iyice acıktığından arkadaşından emanet ettiği paketi istediğinde onun “bıyık altından güldüğünü” parmağıyla da geri arkayı işaret ettiğini görür. Erdoğan arkaya döndüğünde ne görsün! Bekir ağzındaki lahana sarmasını yemeğin son lokmasını çiğnemektedir.

“Ula mikrop burada da mı beni buldun” diye bağırıp çağırsa da, Bekir gidip köfte ekmeği İpçi’ye yetiştirmede gecikmemişti.

Çimelili bakkal İdris'in babası köyden oğlunun yanına ziyarete gelir. İdris de tekele gidecekmiş. “Hazır gelmişken sen burayı bekle de ben beş dakikada sigara alıp geleyim baba” der.
Çarşı da bir ıvıltım koptu ki değme gitsin. Meğer İdris tekele gider gitmez babası orada “kalp krizi” geçirir, ölür. Adamın cenazesini dükkandan alıp ikindi namazından sonra defnetmek için Çimeli köyüne götürürler.
Çarşı esnafı da cenazede bulunmak için birbiriyle istişare ediyorlardı. İpçi Erdoğan da, Bekir'in dükkanına varıp, “Biz nasıl edelim Bekir? Neyle nasıl gidelim?” diye durum müzakeresi yapıyorlardı.

O sırada dükkana yaşlı bir kadın girdi.
“Bekir oğlum İdris'in babası ölmüş, kendisi akrabamdır. Köyde ne olur, ne olmaz, sen bana oradan bir Adana kebap yap da yiyeyim” diyerek masadaki sandalyelerden birine oturdu.
Bekir bir eliyle ocaktaki şişler yanmasın diye çevirirken, bir eliyle de ateş iyi kor tutsun diye tuttuğu ince-enli maşa ile ocağa yelpaze yapıyordu.
Muziplik yapmak Bekir'in nereden aklına düştü bilinmez...

- Teyze şu karşıdaki İpçi Erdoğan var ya onu tanır mısın? (dükkanı işaret ederek)
Lafını kadın merakla kesti.
- Ne olmuş Erdoğan'a kendisini iyi bilirim. Çok ipini aldım.
Kadın örf ve adeti gereği hemen yanı başında oturan Erdoğan'a dikkatli bakmadığından onu tanımıyordu. Eğer dikkat etse zaten olay meydana gelmez Bekir de muzipliğini yapmazdı.
- Teyze, İdris'in babasına ne var ki, yaşını yaşamış, gününü görmüş, torun torba sahibi olmuş. Bugün nereden baksan en az 70, sen de 75 yaşında.

Tezgahın üzerinde duran boş pideyi alıp ocaktaki ateşte ısıtmaya sürerken, “Ah Erdoğan ah, hem bizleri yaktı, hem de çoluğunu, çocuğunu, bilmem nasıl düzelir?” derken yalancıktan ağlama pozuna giriyor, gözlerini ocağın dumanına eğip yaş çıkarmaya çalışıyordu.

Kadın da olanlardan etkilenmiş, ne diyeceğini şaşırmış, önüne konan kebaba bakmıyordu bile. Kadın gözlerini Erdoğan'ın dükkanına dikmiş mazlum mazlum orayı süzerken, “Oğlum, yavrum Allah aşkına beni merakta bırakma. Ne olmuş Karacaörenliye? Eğer bir şey olduysa dükkanı niye açık duruyor?” dedi.

Bekir arada İpçi’ye bakıyor “Aman ha açık verme” dercesine kaş, göz, el işaretleri yapıyordu. Ocağa bir-iki Adana daha koyduktan sonra,
- Ah teyze, sorma gitsin. Sabah dükkanını açan İpçi İPLERİİİM, İPLERİİİM diye bağırarak sağa sola saldırmaya başladı...

Hem kendi, hem de orada oturan Erdoğan sabrı nerden aldılar bilinmez, gülmek nedir akıllarına dahi gelmiyor, rollerini tam yapıyorlardı. Kadın meraktan neredeyse çatlayacaktı.
- Ya sonra Bekir'im ya sonra?
- Sonrası var mı teyze az önce İstanbul'dan ambulans geldi. İpçi’yi zincire vurup tımarhaneye götürdüler.

Lafı ağzında İpçi’nin, “Yeter ula Bekir yeter” diyen o gür sesiyle yarım kaldı. İpçiyi karşısında gören yaşlı kadın sevinçten neredeyse ağlayacaktı.

İpçinin onu teskin etmesiyle kadın soğumaya yüz tutmuş kebabını yemeye başladı.

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

++++++++++++++++++++++++++++
SENİN BAM TELİNE!..

 

23/02/2012

Köylük yerde kadınlar arası dövüşler hiç eksik olmaz. Eften, püften bahanelerle birbirine kakıç kakarlardı.

- Vay efendim falanın evinde niye bizim aleyhimizde atıp tuttun ayıp değil mi gocaman avratsın sana yakışır mı…
- Senin oğlan benim gıza ayna tutmuş çok ayıp…
- Senin eşek kadar oğlun benim şuncacık el kadar oğlumu dövmüş. Hiç utanmanız yok mu?
- Ben senin ekmeğini etmeye öndüç taktım da seni çağırdığım da niye gelmedin utanmaz karı gibi ağız dalaşlarıyla birbirlerine küserlerdi.

Kadınların en çok buluştuğu yerlerin başını köy çeşmeleri çekerdi. Orada su doldurma sıralarını beklerlerken dedikoduların en büyüğünü yaparlardı ki, su doldurma sırasının kendisine geldiğini bilmezlerdi.

Eğer orada nişanlı bir gelin kız olur da su doldurma sırasını nişanlısının bir akrabasına vermezse vay haline ki oradan ayrılınca arkasından atılanı, tutulanı boş testiler almazdı.
Kadınlar arası dövüşler öyle vurdulu kırdılı olmaz, genelde “ağız dalaşı” şeklinde birbirine kötülüklerini yüzlerine vurma, daha doğrusu “seyredenlere duyurma” şeklinde ayırt edicisi olmadığı için sürer giderdi. Bazı kadınlar olanları akşam kocasına bire bin katarak anlatır da onun sinir katsayısını artırırsa olay erkekler arası dövüşü getirirdi.

Karacaörenli Müdür Memmet geçimini duvar ustalığı yaparak temin ederdi.

Köyün damı, duvarı onun usta ellerinde şekil alır bu yüzden de tercih edilen ustaların başında gelirdi. Karacaören'de dam-duvar yapımı ya da tamiratı olmadığı zamanlarda da yakın çevre köylere yanına aldığı birkaç ameleyle günlerce sürecek yatılı çalışmaya giderlerdi. Bu gidişlerinin birinde yeni uğradıkları falan köyde bir zengin adam yeni everdiği oğluna tam takım ev yaptıracaktı. Adam evin yapımını “keseniye” olarak yaptırmak istiyor, Müdür Memmet de amelenin yemesi, içmesi, yatması sorun olacağından bu işe yanaşmıyordu. Uzun süren pazarlıklar sonucu araya girenlerin ısrarıyla “gündelikçi” olarak çalışmakta karar kıldılar. İş günlerce, aylarca sürdüğü için arada Karacaören'e gelip ihtiyaçlarını giderdikten birkaç gün sonra bindikleri eşeklerle tekrar çalışmaya gidiyorlardı. Günlerden Cuma idi. Günlerce çalıştıkları için ibadetlerini pek yerine getiremiyorlar, bu da onları manen üzüyordu.

İçlerinde en yaşlı olan Müdür Memmet ile Bal Memmet, gençlerin de “Siz Cuma'ya gidin, biz de biraz çamur karalım” diye bastırmasıyla abdest almak için çalıştıkları yere biraz uzak gürül gürül akan bir çeşmenin yolunu tuttular.

Çeşmeye doğru yaklaştıkça kalabalık bir kadın grubu oraya dolmuş, gürültü ve ne denildiği anlaşılmayan bağırtılar ortalığı inletiyordu. Çeşmeye yaklaştıkça durum daha da belirmeye başlamıştı.

Toplanan kalabalığın arasında iki kadın birbirine öyle bağırıp, çağırıp hakaret ediyordu ki değme gitsin. Birbirlerine kızgınlıkla ettikleri küfürler, ağza, dile alınacak sözler değildi.
Bal Memmet ile Müdür Memmet ister istemez kalabalığın yanına iyice yaklaştılarsa da kadınlar onları “erkek” diye hesaba katmıyor, ellerine geçirdikleri su dolu bocaları, testileri, kovaları birbirinin üzerine fırlatıyorlardı. Bu yüzden de üstleri başları yaşardığından “su dökülmüş kediye” benziyorlardı. Tabii ki onları seyreden kadınlar da bundan nasibini alıyordu.

Öyle ki bu kadınların çığırtkanlığından köy imamının caminin toprak damı üzerine çıkıp okuduğu “Cuma salası” duyulmuyordu bile.

Kalabalık içerisinde bulunan yaşlı bir kadın, iki erkeğin dikkatini çekmek ve belki ayırt ederler düşüncesiyle, “Ne yapayım sakalım yok ki sözüm tutula” diye sesini onlara duyurmak için yüksek bir tonda çıkardı.

İki Mehmet birbirine bakıştı. Bal Memmet’in sakalı yoktu, ama Müdür Memmet yaşı itibarı sakal bırakmıştı. Bal Memmet, Müdürü biran süzdükten sonra, “Bu iş sana düşer Memmet ağa” dedi.

Kendi kendine bir yaşlılık kısvetine bürünen Müdür Memmet, kadınlara yaklaştıktan biraz sonra,
- Fışkılar ayıp değil mi! Şurada iki komşusunuz, yaptığınız size yakışır mı? Ayıp ayıp hadi evinize gidin…

Kadınlardan bir tanesi belki de ayırt edecek biri çıkar mı diye bekliyor mudur nedir oradan hızla uzaklaşırken diğeri ona doğru atılıyordu ki Memmet ağa onun önüne geçip, “Çekil fışkı, yeter gayri evine git dedim duymadın mı?” dedi.

Kadın ne kadar hırçınlaşıp azdıysa, “Çekil önümden yadırgı (yabancı). Şimdi senin bam teline nebiyim neylerim” deyip diğer kadının arkasından koşup gitti.
Böyle bir hareket beklemediğinden şaşkınlık geçiren Müdür Memmet, biraz sonra arkaya dönüp, “Bam teli ne demek ula Baloğlan? dedi.

Bal Memmet biraz düşündükten sonra, “Ağızdaki dudağın çene kısmına denir Memmetağa” dedi.

- Vay fışkı vay... İyi ki azıcık üst kısmına şey etmemiş. Yoksa içimiz dışımız şeyle dolardı Memmet'im derken abdest almaya durmuşlar bile.

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

++++++++++++++++++++++++++++
CİNNER DİYOR Kİ!..

 

11/02/2012

- Kolay gelsin Zahide bacı, bugün seni rüyamda gördüm onu demeye geldim.

O anda tandır çamuru karmakta meşgul olan Zahide ana bir eliyle tuttuğu yazmayla terini silerken, bir eliyle de çömeldiği yere destek verip selam vereni görmeye çalışıyordu.

- Ooo İbili sen misin? Hoş geldin, sağol, hayırdır? Rüyanda ne gördün?
- Ben Seyfe Gölü'nde suda boğuluyordum. Allah razı olsun. Sen yetişip beni kurtardın. Onun için sana sağol demeye geldim, eğil de yanağından şap diye bir öpeyim.
- Gudur gudur emi, seni delibaşına daş düşesice.

Zahide bacı İbili'nin anası yaşındaydı. İbili'yi bir evladı gibi sever, onlardan ayırt etmezdi. İbili de onu bir ana gibi bilir, sevip, sayar, arada bir şaka yapar, belki de böylelikle Zahide bacı da yıllar önce ölen anasının hasretini giderirdi.
İbili kardeşi selam ağacı Çolağan Şıkhasan'la evlerini ayırmış, tarlalarını bölüşmüşlerdi. Az buçuk olan tarlasını eker-biçer, arada kerpiç kesmeye başka köylere gider, çalışmaktan yılmaz, evinin geçimini bu ve bu gibi işlerle temin ederdi. Şaka yapmayı, şakalaşmayı çok sever, bunu yaparken de karşısındakinin sinir yapısına göre dozunu ayarlardı.
Bir gün sırtında kalbur kasnak yüklü bir Çingene kadın kapılarını çalar. Kadın İbili ve anasına sırtındakileri satma telaşında iken İbili'de Çingene'ye nasıl bir şaka yaparım düşüncesindedir.

Anası kadından bir elek, bir de kalbur alıp parasını odadan getirmeye giderken, muzip İbili'ye, Çingene'ye şaka yapma fırsatı doğmuştur.

- Teyze der. Şu içeriye kalbur götüren kadın babamın yeni hanımı. Kapımıza gelin geleli altı yıl oldu, hâlâ babamın kucağına bir çocuk veremedi. Sen bu işlerden eğer anlıyorsan onu iyi bir muayene et de doğurur mu, kısır mı? Bunu bir öğren. Ayrıca seni gönüllerim.
- Ben anlamasına anlarım da sen analığının gönlünü et, bakalım o muayene olmaya razı gelir mi?

İbili para getirmeye giden anasını ikna etmek için peşinden gider.
Anası oğlunun şakasına kendisini alet etmesine önce kızsa da zar zor muayeneye razı olur. Kadını muayene eden Çingene bir doktor edasıyla “Oğul analığın kısır kere kısır” deyince “Fışkı öyleyse ben nereden oldum?” diyen İbili'den bir sürü azar işiten kadın verdiklerinin parasını dahi almadan evi kaçarcasına terk eder.

İbili'nin şakalarına köylüsü alışkın olduğundan kimse onu yukarı almaz, başkalarına yaptığı şakalarında da pot kırmazlardı. Şimdi ki Tekel binasının önünden Karacaören ve diğer köylere dolmuşlar kalkardı. Yükü fazla olan müşteriler de kamyonlara doluşur, onlarla köylerine giderlerdi.

Şofor Goca Duran “Beyaz kuş” adı verilen kamyonuyla müşteri bekliyordu. Arabanın kasasında 5-10 kişi birikmiş, Çolağın İbili'yi dinliyorlardı.

Allah rızası için bir sadaka diyen yaşlı kadının sesiyle sohbetleri yarıda kaldı. Kadının elindeki kesede (küçük bez torba) para olduğunu anlayan İbili'nin hemen gözleri ışıladı.

- Analık sen bunları kaç günde topladın?
“Oğlum sabah işe çıktım öğleye kadar ancak bunu topladım” dedi.
İbili de, “Ben sabah evden çıkarım yarım saatte senin topladığının yarısını toplar bir hafta sonra dörde katlarım” dedi.

Kadının gözleri fal taşı gibi açılmıştı.
- Bu iş nasıl oluyor oğul?
İbili bir bilgiç edasıyla!
- Bende bir tavuk var, kuluçka zamanı gelince ben topladıklarımı onun altına koyarım bir hafta sonra param dörde katlanır.
- Al öyleyse benimkilerini de oraya yatır diye çıkısını kamyonun arka kapağından uzatırken etrafta gülmedik adam kalmıyordu.

İbili'nin doğuştan mı yoksa sonradan mı oldu bilinmez bağırsaklarında hava toplanması, bundan dolayı karnının gurul gurul ötmesi, bazen de bunu gürültülü, gürültüsüz kaçırması önceleri insanlardan utanıp kaçmasına neden olduysa da sonradan bunu da şakalarına katmış, eğlence konusu etmişti.

Evine nüfus sayımı için köylüsü öğretmen Cemal Arıöz ve şehirden görevli bir memur gelir. O anda İbili büyük un çuvalına (kağnı çuvalı) hanımının verdiği unları çiğneyip pekleştirirken, bir yandan da zorlandığından ortalığı bombardımana tutuyordu.
Cemal hoca işin şakasından giderek, “İbili Efendi, bu evin sahibi dişi mi, erkek mi” diye sorarken yanındaki memur da duydukları ve gördüklerinin verdiği şaşkınlık içerisindedir.
İbili çalışırken un tozu tutmasın diye giyeceklerini çıkarmış, üstüne uzun bir atlet giymesine rağmen alt kısmına bir şey giymemişti.

- Hoca iyi bakarsan cinsiyetimi anlarsın, ona göre kağıdına yaz, bana ne soruyorsun derken misafir memurun şaşkınlığı diz boyundaydı ki, atılan bombardımanlardan sofayı çarçabuk terk etti.

Havaların soğuk gittiği günlerde köylüsü Halik’le Horla köyünde bir hafta kerpiç keserler. Çalıştıkları süre içerisinde ev sahibi sabah hariç bunlara her öğün gıcıklığına kuru fasulye yemeği yedirir. Akşam yataklarını avluya ederken altlarına ince döşek sererek bağırsakları zaten hasta olan bu iki arkadaşın üşütüp iyice rahatsız olmasına neden olur.

İşleri bitince yaya olarak Karacaören'in yolunu tutarlar. Öyle rahatsız olurlar ki birbirinden utanmayı bir tarafa bırakıp atış yaparak yol alırlarken İbili işi yarışa dökmeyi teklif eder. Karacaören'e girişlerinde Halik yarışı kazanmış, kendine güvenen İbili arkadaşına nasıl mağlup olduğunu bir türlü akıl edememiştir.

Bağırsaklarındaki rahatsızlık İbili'nin başına olmadık işler getirmekte adı da TIRK İbili ya da os…lu İbili diye anılmaktadır. Köye gelen kalaycının birine rahatsızlığını anlatırken gözlerini adamın kalay yaparken kullandığı nişadıra dikmiştir. İçine bir muziplik doğar.

- Benim arkama sen nişadır sürersen bu rahatsızlıktan belki kurtulurum! Dermanım sende diye adama yal yal yalvarır.

Adam böyle bir şey hayat da asla başıma gelmedi diye şaşırırsa da, başını bir sağa, bir sola çevirirken teklifi kabul etmek zorunda kalır. İbili alt giyeceklerini sıyırırken kalaycı da nişadırı hazırlamıştır.
İbili'nin eğilmesiyle karnı daha da sıkışmış, adam tam nişadırı arkaya süreceği anda İbili atış taarruzuna başlamıştır.

Kalaycı yaşamında başına gelmedik bu hareketten çok tiksinti duyar, köyde kaldığı 15 günü bulantı ve kusmakla geçirir. Olaydan altı ay sonra kalaycının iki oğlu Karacaören'e gelir. Babalarının tiksintiden öldüğünü, sebep olan kişinin adını bilmediklerini, ondan şikayetçi olacaklarını muhtara anlatırlar. Gerek muhtar, gerek köylüler o adamın bu köyden olmadığına, o gün için misafir olduğuna adamları ikna edinceye kadar akla karayı seçerler.

Karacaören'de herkes nüktedandır, ama Tönür Abdullah'ın derecesi onlardan biraz daha yüksekçedir. Evine gelen deşirciyi gönülleyecek, ama ona verecek bir şeyi olmadığından nazikçe sepetleme yollarını bilirdi.

Köyün bağlar tarafında oturan hayırsever biri olan Çolağın İbili'nin anasının öldüğünü, altını, üstünü verecek bir fakir aradığını deşirciye tembihlerken bir yandan da bıyık altından gülmektedir. Çolağın Tırk İbili, o gün tarlaya ekeceği buğday tohumunu hanımıyla beraber elemektedir.

Gelen deşirci araya, sora evini bulmuş, selam ve hoşbeşten sonra neden geldiğini, kimin gönderdiğini, soluya soluya bi kalemde anlatırken terden boynu gözükmüyordu.
- Öyle mi? İyi etmişin! Şu goca köyde herkes zengin oldu! Kimseye anamın hayrını veremedim. Aç torbayın ağzını. Bir, iki, üç, dört çinik derken elediği buğdayla uzatılan torbayı doldurdu. Deşirci şaşkınlık içerisinde, bu nasıl ağaymış diye düşünürken aç ikinci torbayı diyen İbili'nin gür sesiyle kendine geldi.
İkinci torbayı, üçüncü torba takip ederken deşirci hayal aleminde kendinden geçmiş, yeter ağam, bereket versin, sen tarlana ne ekeceksin demiyor, sevinçten ağzının suyu akıyordu. İbili'nin artık tepesi atmış dördüncü torbayı doldururken, “CİNNER DİYOR Kİ, AL AL BOŞAT!” diye kendi kendine somurturken bunu duyan deşirci de, “Uyma ağam sen CİNNER'E UYMA AĞAM” diye terden ve sinirden kıpkırmızı olmuş İbili'ye telkinlerde bulunuyordu.

Başlarına toplanan köylüler gördüklerine, duyduklarına gülmekten altlarına kaçırıyorlar, bu işin sonunun nereye varacağını merak ediyorlardı. İbili sakinliğini bir müddet daha devam ettirmiş, ama onunda artık bir yerde tepesi atmış, yerinden fırladığı gibi torbaları tek tek geri boşaltırken bunlara deşircinin kendi torbalarına da dahil ediyordu.

“Niye böyle yaptın İbili ağa? Şimdi bunları sen geri tek tek eleyip zahmete gireceksin, yazık değil mi sana!” diyen köylülerine yalancıktan kaşlarını çatan İbili, “Ula gomşular, sabah beri dürzünün torbalarını dolduruyom da yeter ağa, dursun bu kadar yeter, sen ne ekeceksin? Ne yiyeceksin?” demiyor. Bu tohumluğun başına gelmedik kalmadı, az önce de köyün imamını kovdum. Yılda sekiz sefer camiye gitmemle muhtar bana sekiz kile hoca hakkı (salma) buğday takdir etmiş Allah Allah!

Tekrar tohum elemek için kalburu eline aldığında, “Ulan Tömür! Bunu senin yanına koymam. Alacağım olsun!” diye düşünürken bir yandan da estağfurullah tövbe getiriyordu.

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

+++++++++++++++++++++++++++++
SEN OLSAN CUVARIYI YERSİN

 

23/01/2012

Kervansaray dağlarında Üçkuyu denilen sarp kayalıklarla çevrili bir vadideyiz. Mevsim kış. Ortalıkta deli bir poyraz ve akabinde bunun meydana getirdiği tipi. Bu yetmiyormuş gibi gözün gözü göremediği amansız bir sis. Ortalıkta avare avare dolaşan avcılar Tömür Abdullah, Topal Irza, Halazo Şıko, misafirleri Özbağlı Çapkın Yahya ile kuyruğu kesik tazısı.

Uzun yürüyüş ve sessizlikten sonra Çapkın Yahya'nın, “Çevirin, tavşan dereden yana kaçıyor, ateşleyin” diye emir veren narası duyuldu. Tetiklerin çekilmesiyle ortalığı insan nefesini tıkayan bir barut kokusu kapladı.
Bir müddet sonra sisin içinden Çapkın Yahya'nın ikinci narası duyuldu.
- Ey avcılar ateşi kesin, tavşan yerine beni vurdunuz derken ayağından akan kanları siliyordu.
Çapkın Yahya Özbağlıdır. Fakat günlerinin çoğu Karacaören'de geçer. Bu köye iki kızını gelin vermiştir. Misafir kalacak yer sorunu yoktur. Köyde kaldığı süre içerisinde bazen arkadaşlarıyla dağlara ava gider, bazen düğünlerin kurulan içki sofralarına muhabbetleriyle neşe katardı. Gezip eğlenmeyi, bulursa giyimi kuşamı, sivri burun yüksek topuk ayakkabıyla hava atmayı çok severdi. Fakir mi fakir, neredeyse yiyecek ekmeğe muhtaçtı. Bunu belli etmemeye çalışsa da halden anlayanlar ona elini cebine sokturmazlardı.
Özbağ'da ve Karacaören'de düğün yapacaklar evvela ona danışıp akıl alırlardı. Ustaları ayarlar, düğünün sorumluluğunu üstlenir, her şeyden sorumlu olurdu. (Yasakçı) Bir ihtiyacınız var mı diye sırayla dolaştığı düğün masalarını gezerken verilen kadehleri boş çevirmez, kafayı bulunca da köçeklere taş çıkarırcasına oynayıp göbek sallardı. Abdallarla anlaşıp kayın masalarında oynayan köçeğe bol bol para atıp kayın gelenleri tava getirir, attığı parayı fazlasıyla abdallardan geri alırdı.

Karacaörenli Gudük İreşid’in Hasan, köyünde kahvecilik yapardı. O yıllarda köy kahvehanelerinde henüz gazocağı olmadığından çay suları ocakta yanan odun ya da kömürle kaynatılırdı. Odun fazla is verdiğinden kömür daha çok tercih edilirdi.
Çalışmayı pek sevmeyen Çapkın Yahya, Karacaören'e geldiğinde Hasan'ın kahvehanesine uğrar pişti, altmış altı, bülüm gibi kağıt oyunlar oynardı. Masaya çay getiren Hasan'a, “Çay odun ateşinde iyi dem almıyor. Sana kömür getireyim de bir de öyle sına (dene)” dedi. Hasan da kabul etti. Yahya tedariklediği birkaç eşekle, birkaç yırtık-pırtık teliz çuvallarla Çiçekdağı kömür ocaklarından her ne şekilde alındığı bilinmez (!) kömürleri Hasan'a getirip üç-beş liraya sattı. Böyle de devam etti. Hasan'ın hanımına, Yahya'nın yırtık teliz torbalarına yama vurmaktan gına gelmiş, zamanla telizlerin rengarenk oluşu köyde gülüşmelere neden olmuştu.

Fakirliğinin yanında yetim kalan torunlarının da onun başında toplanması ailenin geçimini zorlaştırsa da Özbağ, Karacaören, bazen Boztepe halkı onun yükünü hafifletmek için elinden gelen yardımı yapıyordu.

Özbağ'a iş icabı gelen bir Karacaörenli görse sarılıp öper hemen kolundan tuttuğu gibi onu götürür misafir eder, yavan, yaşşık evinde neyi varsa ikramda bulunurdu. Fakir mi fakir, ama gönlü boldu. Paylaşmayı sever, tek sermayesi de şükürdü.

Özbağ, bağlık, bahçelik bir yerdi. Burada çıkan erik, armut, elma gibi meyvelerin fazla geleni köylerde çerçi denilen kişilerce satılırken, çoğu da olmayanlara bedava dağıtılırdı. Yahya'nın işin aksi tarafı bağı ve bahçesi de yoktu. Üzüm zamanı evine gelen bir misafire ikram da bulunmak için, “Hanım sen yemeği ocağa vuruncaya kadar ben yukarı bağlardan biraz parmak başı üzüm getireyim. Aşağı bağın üzümlerine daha yeni alaca düştü” diye evden ayrılırken attığı yalanın anlaşılmaması için hanımına işarette bulunurdu. Günün birinde yanındaki ev komşusu Ankara'ya göç etti. Orasını da Kırşehir köylüklerinden olan bir adam satın aldı. Ev Özbağ'ın kenar mahallelerinden birindeydi. Ekciğin Osman burayı özellikle seçmişti. Osman köyünde varlıklı birisiydi. Çiftçiliğinin yanında hayvancılık da yapıyordu. Köydeki arazilerin dağlık olmamasından hayvanlarını otlatacak yer bulamıyordu. Ekmeğini hayvancılıktan kazanan Ekciğin Osman, köyündeki taşınmazları satarak bir arkadaşının tavsiyesiyle Özbağ'a bu yüzden taşındı. Satın aldığı eve bir iki onarım yapıp yerleşti. Buna ilave olaraktan da büyük bir ahır, samanlık, davarların kalması için ağıl yaptırdı. Hayvanlarını gerek hayvan pazarlarından, gerek köylerden büyükbaş ve koyunlar satın alarak çoğalttı. Bunların bakımı için Özbağ'dan iki çoban tuttu.

Osman, boş zamanlarında köyün içine girip çıkıyor ahaliyle tanışıyordu. Yahya'da bunlardan biriydi. Osman arada Yahya'yla karşılaşıyo, selamlaşıyor, hal hatır soruyordu. Aradan geçen zaman içerisinde komşuluğu arkadaşlığa döktüler. Adeta Yahya, Osman'ın bir gölgesi olmuştu. Yahya, “ Karacaören'e gidiş, gelişlerinde bazı arkadaşlarının bakımlı ve bol süt veren inek aradıklarını kendisine söylediklerini, eğer istersen bir ayak Karacaören'e gidip onları alıp getireyim” diye Osman'a teklif etti.

Osman, pazarda ucuza hayvan satmaktansa Karacaörenlilere ödemede biraz vade tanır hem beş fazlaya satarım düşüncesiyle Yahya'yı Karacaören'e gönderdi. İki gün sonra Yahya yanında dört eşekli adamla Osman'ın kapısına geldi. Yeme, içme ve ikramlardan sonra asıl mevzua girdiler.

Yahya'nın iki tarafı ikna etmesiyle pazarlık fazla uzun sürmedi. Adam inekleri umduğundan da daha fazlaya satmış gözleri ışıl ışıl yanıyordu. İnekleri satın alan Karacaörenliler süratle Özbağ'ı terk edip Söğütlü Maslak Çeşme’de mola verdiler. Hayvanları sularken bir yandan da acele acele kendi karınlarını doyuruyorlardı. Biraz dinlendikten sonra Hamurdağı'ndan aşıp Karacaören'in yolunu tuttular. Kendi hesaplarına göre iyi bir alışveriş yapmışlardı. Köyde hangi çelikçiye vardılarsa paranız yok, size veresiye inek veremeyiz denmiş, elleri boş ayrılmışlardı. Sağ olsun Yahya'nın sayesinde bu muradımıza erdik diye Çapkın’a dua üstüne dua ediyorlardı.

Ekciğin Osman, köye iyice alışmış, herkesin huyunu, suyunu öğrenmiş, yaptığı alışverişler de birçok kişiden alacaklı duruma gelmiş, bundan dolayı da artık ayağı yer tutmuştu. Arada Yahya'yı ayağına çağırıyor, “Karacaörenlilerin ödeme günü yaklaşıyor, aman adamları sıkıştır. Vvallahi ben onu beşi bilmem. Ahırındaki Gürrük boz eşeğini alırım ha!” diye yarı şaka Yahya'yı sıkıştırıyordu. Yahya, Karacaören'e kızlarını ve torunlarını canı istediğinde gidiyor, gelmişleyin de borçluları ziyaret ediyordu.
- Aman ha beni mahcup etmeyin, yüzümü kara çıkartmayın, günü gelince borcunuzu ödeyin ki bir dahakine elin adamına yüzümüz olsun diyordu.

Onlar da, “Olur mu öyle şey Çapkın. Sana laf getirir miyiz” derken kimi hanımının ıstarda kilim dokuduğunu, bir diğeri yeni ıstar çözdüğünü, başkası da hanımının halının bir şakını yeni bitirdiğini anlatırken, öbür borçlu da bulgurluk şahman buğdayı sattığını parasını daha henüz alamadığını anlatıyordu.

Günler günleri kovaladı. Nihayet borcun günü gelip çattı. Osman'ın kapısını al arkadaş şu paran diyen bir kişi çalmadı.

Olur, insanlık hali, adam acelem ne, nasıl olsa işin içinde Yahya var, o işini çürük tutmaz, param bugün gelmezse nasıl olsa yarın gelir diye Osman kendini avutuyordu.
Bir ay sonra Ekciğin Osman, Yahya'nın kapısını çaldı.

- Git benim paramı getir. Olmazsa gerisini sen düşün. Ayıp be, şu şöyle olur mu?
Öyle kızgındı ki, hatta vuracak gibi yaptı. Elini belli etmeden geri çektiyse de Yahya işi anlamıştı.

Karacaören'e varır varmaz borçlulara, Güdük İreşid’in Hasan'ın kahvesine gelmelerini salık verdi. Yarım saat sonra borçlular ve meraklılar orada toplandılar. Yahya, bir ağa pozuna bürünüp, şapkanın şibiğini biraz yukarı kaldırmış hafiften sağa çevirmişti. Gelen borçluları sıkıştırdıkça, sıkıştırıyor, ödemeyle ilgili hiçbir garanti sözü alamıyor, vaat üstüne vaat, bahane üstüne bahaneler duyuyordu. Sigaranın biri ağızlığa sürülürken bir diğeri Yahya'nın nasırlı ellerinde sarıma giriyordu ki, “Yahya dayı çok cuvara içiyon, yoksa çabuk ölün ha” diyen birisi oradan atıldı.

Yahya öfkeyle başını sesin geldiği yana çevirdi.

- Şu hale baksana yeğen, kepazeler beni elin köylüsüne rezil ettiler. Eğer benim yerimde sen olsan CUVARAYI İÇMEZ, YERSİN derken ağızlığındaki sigaranın külü bardaktaki çaya dökülüyordu.

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek, mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

++++++++++++++++++++++++++++
BEN YALAN ATAMAM YA!BEN YALAN ATAMAM YA!

 

19/01/2012

Tarlaya vardıklarında güneş Seyfe Gölü üstüne bir adam boyu dikilmişti. Yusuf, tönge yapmak için çıt çıt otu toplamaya giderken, Tömür Abdullah da ağır ağır tırpan taşlıyordu. Tömür Abdullah, Balağın Yusuf'tan yaşça büyük olmasına rağmen yaş, arkadaşlıklarına bir engel değildi. Sadece Yusuf, Tömür'e Abdullah dayı diye hitap ederdi o kadar. İkisi de yoksul aile çocuklarıydılar, ama onlar bunu asla kendilerine dert etmezlerdi. Öyle ki Yusuf'un kardeşi Cüce Ahmet zamanın birinde bu iki arkadaşı Ankara'da Ziraat Bankası'nda odacı olarak rica minnet işe aldırtmıştı. Gel gör ki, kaldıkları altı ay içerisinde kendilerini dağlayan köy hasretine dayanamayıp geri dönüş yapmışlardı.

Tömür Abdullah, beş-on dönüm tarlasında her yıl kendisine yardım etsin diye Yusuf'un kardeşi Gara'yı ırgat tutardı. Gara'ya her kim akıl verdiyse çerçilik yapmaya heves sarmış, “Abdullah dayı kendine bu yıl başkasını çiftçi tut” demişti.

Tömür Abdullah, kendisi gibi çalışmayı pek sevmeyen Gara'yla çok iyi anlaşırdı. Gara iyi sal vurur! Daha harman yerine ulaşmadan sap arabası devrilir, kendisi-ne kızamayan Tömür'le de yanlarından eksik etmedikleri termostaki çayları içerlerken diğer sap taşıyan köylülerinin dalga geçmelerine pek aldırış etmezlerdi.

“Madem Gara, bu yıl çiftçi durmayacak ben de gider ağabeyi Yusuf'u tutarım, onun Gara'dan geri kalır neyi var ki!” diye kendi kendine söylenerek Yusuf'un evinin yolunu tuttu. Yusuf, Abdullah dayısının teklifini yalancıktan kem kümlese de sonunda kabul etti. O yıl rahmet bol olmuş, ekinler iyi boy atmış, sabaha karşı esen poyrazdan da koca koca kelleler tutmuştu. Eğer bir aksilik çıkmaz ise inşallah bu yıl iyi mahsul alırız diyen köylü, tırpan elde tarlaların yolunu tutar olmuştu.

Yusuf'un getirdiği çıt çıt otuyla ayaklarına birer tonge yapıp ya bismillah diyerek ilk tırpanı salladılar. Ekinler iyi gevremiş, deyim yerindeyse tırpanlar tarlada adeta yalabıyordu. Aradan geçen zaman içerisinde arkalarında sırasının üstünde bayağı desteler çoğalmıştı. Ekin biçtikleri yer Uluyol denen mevkideydi, hava ısındıkça susuyorlar, susadıkça da kırmızı bocayı tepeye dikiyorlar, işten bu gibi edi büdü bahanelerle uzaklaşıyorlardı.
Aşağı tarlada Güdük İreşid'in Tahsin, tırpan sallarken onun az ilerisindeki nadasa bırakılmış tarlada da (herk) Halaza Şıko’nun büyük oğlu Bayram köyün kuzu-sunu güdüyordu. Testiyi tepesine diken Tömür Abdullah, Bayram’ın kuzularının etrafında devamlı uçuşan, bazen yere konan birkaç serçe ile o kadar bıldırcın görmesiyle testiyi bir yana bırakıp koşarak av tüfeğini kılıfından çıkarması bir oldu. Nişan aldıktan sonra nefesini tutup tetiğe dokundu. Tüfekten çıkan gürültüye Tahsin ile Bayram şaşkın şaşkın kulak kabartırlarken koşan Yusuf, yerde yatan bıldırcın ve serçeleri toplamaya başlamıştı bile. Yusuf, Abdullah dayısının avcı olduğunu biliyordu da bu kadar keskin nişancı olduğunu bilmiyordu.

- Şunları al dayı, şu işe bak Allah bize öğleyin yiyeceğimizi, katığımızı gönderdi.

Bu bahaneyle işi, gücü bir yana bırakmışlar avların tüylerini yolmaya başlamışlardı. Tömür Abdullah, avı ve avlanmayı çok severdi. Kendisi gibi köyde av meraklısı Halaza Şıko, Topal Irza, Kara Mustafa, Başçavuş'un Sali gibi birkaç avcı arkadaşına Özbağlı Çapkın Yahya da dahil olur, Kaya Bağları’nda, Yayla Bağları’nda, Yayla’da, Dalgara’da, İn’de, Tereli’de tavşan, keklik, bıldırcın, bazen de Çölde günlerce süren ördek, kaz avına çıkarlardı. Vurulan avları Çapkın Yahya'nın kuyruğu güdük tazısı toplayıp avcılara teslim ederken onların sevinç naraları ta uzaklardan duyulurdu.

Yusuf ile Abdullah büyük bir zevkle avları temizlerken av ve avcılık hakkında önce doğruları, o da bitince yalanları ortaya atmaya başlamışlardı. Öyle ki anlattıkları yalanlara neredeyse bazen kendileri de inanacak gibi oluyorlardı.
- Yusuf'um bir gün Kervansaray dağlarında avlanı-yorum. Çalının üstünde bir keklik, onun az ilerisinde bir tavşan, vallahi tüfeğimde de bir tek fişek var!
- Eee dayı?
- Yusuf sen olsan ne yaparsın? Tek gözümü yummam ile tetiğe dokunmam bir oldu.
- Abooo Abdullah dayı derken Yusuf'un göz bilyeleri yerinden fırlayacak duruma gelmişti.
- Keklik yere serilmiş, ondan çıkan fişek arkada, kaçan tavşan önde kovalamaca bir hayli sürdü.
- Eee dayı?
- Eee si var mı Yusuf'um. Tavşan mermiye en sonunda teslim oldu.
“Aboo! Aboo! Babam bile böyle bir av hatırasını bize anlatmamıştı!” diyen Halaza Şıko’nun Bayram'ın sesiyle dalmış oldukları rüyadan uyandılar.

Meğerse onlar birbirine yalan savururken yanlarına gelen Bayram'ı duymamışlardı bile. Şaşkınlığı geçen Tömür, “Bayram’ım, yavrum sen biraz çalı çırpı topla da şunları pişirip hep beraber yiyelim. Seni severim, ne de olsa avcı arkadaşımın oğlusun. Bak aşağıda tırpan sallayan Güdük İreşid'in Tahsin’i niye çağırmıyorum? Ona göre” dedi.
Ala çiğli pişirdikleri av etlerini bir yandan yiyorlar, bir yandan da yalan yanlış laflıyorlardı.
- Bayram'ım, iyi ki geldin yavrum, biz birbirimize yalan ata ata tüm yalanlarımızı bitirdik. Zaten Yusuf'ta tırpan sallamaktan yoruldu! Şurada bir iki yalanı da sen at da vaktimizi bir güzel geçirelim.

Bayram böyle bir teklif karşısında şaşırdı, gerek sıcağın etkisi, gerek Abdullah dayısının teklifi alnından boncuk boncuk terlerin dökülmesine yol açtı.
- Vallahi Abdullah dayı ben pek öyle yalan atamam. Daha doğrusu hiç beceremem. Geçen gün burada koyun güderken şahit olduğum bir olayı size anlatayım da ister inanın, ister inanmayın, o sizin bileceğiniz iş.

“Hayırdır. Gördüğün neymiş? Nasıl bir olaymış? Öyle bir konuştun ki ben de çok merak ettim yavrum, diyen Abdullah dayısı bir sigara yakarken bir de Yusuf'a ikram etti.
- Vallahi Abdullah dayı geçen gün burada havadan kuzuların üstüne beraber bir kuş sağalıp indi ki görme gitsin, kanatlarının şapırtısından inanın ki kuzular havaya kalktı!
- Peki yavrum anlat derken Tömür Abdullah sigaradan bir nefes daha çektiğinde Yusuf meraktan sigarasını bitirmişti bile.

- Abdullah dayı kuşun gövdesi bir büyük. Yemin ederim ki harman yerine dökülmüş yatırma yığını kadardı.
- Ya kanatları diye Yusuf ordan atıldı.
- Yusuf abi ister inan, ister inanma. Lafımda hiç yalan (!) yok vallahi. Her biri yatırmanın küçüğü yığın kadardı.
-  Abo diyen Abdullah dayısı tabakadan bir sigara daha sararken heyecanla,
- “Eee anlat Bayram'ım ayakları, bacakları nasıldı?

- Abdullah dayı ayaklarının bastığı yerdeki izini ölçtüm. Vallahi pekmez kaynattığımız şire leğeni kadardı. Bacaklarını ise hiç sormayın, Allamı inkar edeyim ki Seyfe'deki bir kavak ağacının boyu kadardı. Abdullah dayı, Yusuf ağbi; kuş konduğu yeri öyle bir eşti ki, iptil ekmek tandırı kadardı. Sonra bacaklarını ayırıp tarlaya öyle bir yer eşti ki, sormayın gitsin. Bu kuş ne yapıyor demeye kalmadı öyle bir gerindi, öyle bir ıkındı ki neredeyse ayakları yere gömüldü sandım. Abdullah dayı kuş eştiği çukura bir yumurta yumurtladı ki, vallahi, tillahi, şerefsizim tınas yığını kadardı! (Dövenin sürdüğü)

O anda Tömür Abdullah ile ırgatı Yusuf adeta kendilerinden utandılar. Bunca yıl boşuna yalan sallamışlardı.

Şoku atlatan Tömür Abdullah, “Oğlum Yusuf, bu yalan ikimizin de ocağına incir ağacı dikti” derken şaşkınlığı hâlâ yüzünden okunuyordu.

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

+++++++++++++++++++++++++++++
ŞU KÜLLÜKTE HOROZ ÖTTÜREMEDİM

 

16/01/2012

İlkokulu köyünde bitiren Balağın Alim, okuyup öğretmen olma hayaliyle yanıp tutuşmaktadır. Babası çok fakir olsa da ondaki bu hevesi kırmamak için şehirde Aşıkpaşa Mahallesi'nde P…… adındaki yaşlı kadının bir göz damını kiralayıp Kale Orta Okulu’na da kaydını yaptırır. O yıllarda köylüler daha henüz şehre göç etmediklerinden dolayı çocuğunu okutmak için iki üç aile bir araya gelerek müstakil evlerin odalarını ortaklaşa kiralayarak çocuklarını okuturlardı.
Alim’in ağabeyi Yusuf, şehirde amelelik yaptığı için orada burada yatıyor, bayağı perişanlık çekiyordu. Karacaörenli gençler güçlü, kuvvetli olduklarından bağ belletecekler, kazma-kürek işi yaptıracaklar işten kaytarma bilmeyen bu ameleleri tercih ederlerdi. Ameleler Cacabey Camii civarında gündüz iş beklerler, eğer götüren olursa orada çalışırlar, akşam olunca da bir akrabası ya da bir öğrencinin evinde yatarlardı. Alim'e şehirde ev tutulması Yusuf'un daha çok işine yaradı. Hiç olmazsa minnetsizce orada yatıp kalkar, hem de kardeşine sahip olurdu. Alim, sabah okula giderken Yusuf da amele durağına gidiyor, orada köylüsü ve arkadaşı Dabıcın Yağmur'la buluşuyor, genelde de beraber çalışmaya önem veriyorlar, şakalaşmayla, gülüp eğlenmeyle vaktin nasıl geçtiğini bilmiyorlardı. Günler böyle geçip giderken her ne sebepse Yağmur ev sahibiyle takışmış, morali bozuk olduğu için canı iş görmeyi istemiyordu. Ondaki bu durgunluğu gören Yusuf nedenini sorar, o da durumu anlatınca, “Aman senin derdin bu mu? Boş ver biz de kalalım, kirayı üçe böleriz olur biter” dedi. Yattığı yorganı oraya atan Yağmur'un keyfine diyecek yoktu.

Kapıda öten horozun sayesinde sabah erken kalkıp hemen iş buluyorlar, hem de birbirlerine can şenliği oluyorlardı. İşe gidiş-gelişlerinde kapıda tavukların arasında beyaz iri kıyım kırmızı yeleli, mağrur mu mağrur bir horoz onların dikkatini çekiyordu. Arada tavukları kovalaması, onlara artıklık satması, üzerine yüklenmesi, yerleri deşinmesi, hele onun ötüşürken çıkardığı ses köyde gördükleri horozlara hiç benzemiyordu. P…… teyze boş vakitlerinde, “Çocuklar misafir alır mısınız” Eğer Alim’in fazla dersi yoksa biraz oturabilir miyim?” diye utana sıkıla kapılarını vuruyor, onlar da kapıyı açarak kendisini buyur ediyorlardı.

Kadın bir ay önce kocasının öldüğünü, çocuklarının evlenip başka şehirlere yerleştiğini, bir kedi ve kapıdaki beyaz horozdan başka canlı bir şeyinin olmadığını, bu kapıya nasıl gelin geldiğini, ne sıkıntılar çektiğini uzun uzun anlatırken arada eli cebindeki mendile gidiyor, bazen de kediyle birbirine sırdaş olduklarını, onun mırıltısını ninni zannederek beraber yatakta uyuduklarını anlatarak, arada gülmesi, çektiği acıları unutturamıyordu.

Kadın kedisinin karnını her gün düzenli olarak doyururken suyunu da başka bir kapta içiyor, kabını da her gün temizliyordu. Hele horoza verdiği önem bambaşkaydı. Onu sever, okşar, temizliğini yapar, yemini kendi avucundan yetirirdi. Yusuf ve Yağmur'un canı tavuk eti istediğinden gözleri her gün bu horoza takılıyor, daima onu yufka ekmek üzerine dökülmüş pilavın içinde hayal ederlerken nasıl elde ederiz planlarını yapıyorlardı. Yalnızlıktan sıkılan P…… teyze yatsı namazını kıldıktan sonra onların kapısını çaldı. Sağdan, soldan konuşurlarken birden Yusuf'un gözleri fal taşı gibi açıldı. Aklına bir plan düşmüştü.
- P…… teyze ben senin kocanı tanımam, bilmem ama bugün onu rüyamda gördüm.
- Hayırdır oğul anlat da duyalım Yusuf'um.

- Vallahi P…… teyze senin beyin üstü başı biraz sefildi. Bana dediğine göre sen onun altını üstünü tam vermemişsin. Güya orda bir işte çalışıyormuş, horoz olmadığı için yataktan her gün geç kalkıyormuş. İşe geç gittiği için de zebaniler onu her gün dövüyormuş.
Biraz nefes alan Yusuf kadının yüzüne baktı.

Rüyadan kadın bayağı etkilenmiş, adeta suçluymuşçasına terletmeye başlamıştı.
Heyecanlanan teyze;
- Eee Yusuf'um sonra?
- Sonrası var mı teyze... Adam orda bu yüzden çok rahatsızmış. P…… teyzene söyle evdeki horozu bir hoca nezaretinde ilk gördüğü iki fakir gence versin de ben öbür dünyada rahat edeyim.

Kadının adeta nutku durmuştu. Ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemedi. “Vakit geç oldu bana müsaade oğullarım” diyerek evden ayrıldı. Sabaha kadar gözüne uyku girmedi. Beri döndü, öte döndü, horul horul uyuyan kediyi kıskandı. Sabaha karşı tam bağrı tutmuştu ki öten horozun sesiyle birden irkilip kendini toparladı. “Bir hoca bulmalıyım” diyerek evden apar topar ayrılıyordu ki işe gitmek için evden çıkan Yağmur'la kapıda karşılaştı.

- Hayırdır P…… teyze, sabah sabah bu ne telaş? Bu ne acele?
Kadıncağız, Yağmur'a durumu anlattıktan sonra “Hocalar nerde bulunur” diye sordu.

Yağmur düşünüyormuş gibi yaptıktan sonra,
- Teyze hoca aramana gerek yok. Biz sana demeye utandık. Aslında Yusuf hocadır. Bu yıl çalışacak bir köy bulamadı, bu yüzden amelelik yapıyor.

Tam bu sırada Yusuf da evden dışarı çıktı! Yağmur ona gülücükle karışık iş oluyor anlamında bir işaret çaktıktan sonra P…… teyzeyle aralarında olan konuşmayı anlattı.

Kendisine bir hoca süsü veren Yusuf, “P…… teyze sen bana bir adet doksan dokuz tespih ile bir de kefaret kefili kadın bul da rahmetli amcanın altına üstüne oturalım” deyip Yağmur'la beraber işe gitmeyip kendi odalarına çekildiler. Bir saat sonra, “Hoca efendi, hoca efendi” diye çağıran P…… teyzenin evinde buluştular. Yusuf, bir hoca edasıyla kafasına bir poşu geçirerek önce içinden süreler okuyormuş gibi yapıp, devamında da dualar edip, bir yandan da “amin amin” diyerek orada bulunanların yüzüne hızlı bir şekilde üfürdükten sonra, “Önce rahmetlinin altına-üstüne oturalım” dedi. Üçel tespihi çekerken bir yandan da tekrar okuyormuş gibi yaparak dudaklarını kıpırdatıyordu. Az sonra Perihan teyze üçer kere, “Kefareti sahum (tutulmadık oruç), kefareti salat (kılınmadık namaz), kefareti yemin (yalan yere edilen yemin)” diyerek, “Parayı vekalet verdiğin Sultan halaya ver” dedi.

P…… teyze içi, önceden Yusuf'un hesapladığı üç beş lira demir para dolu çıkıyı Sultan halaya uzatırken üç kere “Aldın, kabul ettin mi” diye sordu. Çıkıyı alan Sultan halada üç kere “Aldım, kabul ettim” deyip elindeki çıkıyı aynı şekilde Yusuf hocaya, o da keseyi aynı merasimle fakir olan Yağmur'a vererek önceden yarım kalan alt-üst işini tamamladılar. Sıra ahiretteki adama horoz gönderme merasimine gelmişti. Yusuf okuyup üfürdüğü bir peşkirin ucunu düğümleyip P…… teyzeye verirken, “Aman bu horozu temsil ediyor, sen vekilin Sultan'a verdin, kabil ettin mi” diye sorup uzatırken, “Onun bacağına bununla hızlıca vur. Sultan hala da ‘Aldım kabul ettim’ diye üç sefer söyleyip peşkiri bana, ben de aynı şekilde Yağmur'a vereyim de vazifemizi tamamlayalım” dedi. Üç gün sonra davet ettikleri arkadaşlarıyla koca sininin etrafına döşenip kemiğine kadar yedikleri horozun sesini bir daha o mahallede duyan olmamıştı!
Altmışlı yılların ortalarına doğru Almanya'nın Türkiye'den işçi alımına başlamasıyla Karacaören'den Yusuf ile Yağmur bulup buluşturup kazmayı, küreği, beli bir tarafa bırakarak bu kervana katılıp Almanya'nın yolunu tutmuşlardı. Uzun yıllar Almanya'da çalışıp köye kesin dönüş yaptıklarında eski fakirlik günlerini geride bırakmışlar, çoluk çocuklarını ele güne muhtaç etmeden büyütmenin gururunu madalya gibi omuzlarında taşırlarken, eski günlerin iyi yönlerini yad ederek yaşamışlar, torun torbaya karışmışlardır.

Yağmur'un büyük oğlu Bayram askerliğini yaptıktan sonra şehirde bir işe girip oraya yerleşmişti. Arada sırada köyünü, ana-babasını özlediğinde küçük oğlu Murad’ı ve hanımını yanına alıp onları ziyarete giderdi. Yağmur, torunu Murad’ı çok sever, onu kolundan tuttuğu gibi köyü gezdirirdi. “Şu meydan mezerin başı. Şura selektör binası. Şurası eski okul. Şurası yeni okul. Şu ev falanın, şurası damına gençliğimde kelle attığım konak” diyerek yavaş yavaş evinin yolunu tutardı.

- Bayram’ın evi yüksekçe bir yerde olduğundan köy ve arazi adeta ayaklarının altında gibiydiler. Şu gördüğün Seyfe Gölü, şu köyler, Boztepe, Horla, Araplı, Dalakçı... Şuradaki dağ Ağan dağı. İlerisi Dalgara dağları. Şu tepe Özlü’nün tepesi, ilerisi şu dağ, gerisi bu dağ, alttaki yerler Kum bağları, onun bu yanı Kaya bağları...
Ayağı küllüğe değince birden sesi kesildi.

“Murat, torunum benim üzüntüm evimizin altındaki ayağımızı bastığımız şu küllüğü sen ömrü hayatında asla unutma” derken adeta sesi titriyordu. Torun dedesinin gözlerine gözlerini dikerek, “Hayırdır dede bu küllükte küp mü sakladın?” dedi. Yağmur, boyundan büyük laf eden torununun sırtını okşarken, “Küpü kim yitirmiş ki ben bulayım oğlum” diye cevap verdi.
Bir sigara yakıp dumanını iyice ciğerlerine çektikten sonra,

- Murat biz köyde yaşayan ineği, danası, davarı, tavuğu, horozu olan kişileriz. Ellerin küllüğünde horoz ötüyor da bizim küllükte ol görüp ötmüyor.

Dedesinin üzüntülü haline acıyan küçük Murat, “Neden ki dede” diye sordu.

- Oğlum her Almanya'dan izine gelişimde tavuklarımıza sahip olsun diye bir yavru horoz alırım.
Sigaradan bir nefes daha çektikten sonra,
- Horoz etlenip tam ötme kıvamına geldiğinde daha gık bile demeden yediği taşla komşuların midesini buluyor...

Bir horoz meraklısı olan Yağmur kendisini dikkatle dinleyen torununa bunları üzüntüyle anlatıp, “Bu yüzden küllükte horoz öttüremedim Murad'ım” diye sözü bitirdiğinde belki de “etme bulma dünyasında” yaşadığının farkında bile değildi.

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım...

++++++++++++++++++++++++++
FUAT’IN FORSU

 

12/01/2012

Yazın son günlerine gelinse de sıcaklar mevsim normalleri üzerinde gidiyor, insanlar gölgelik yerler arıyordu. Saat öğleden sonra 5 olup daireler mesai bitimi dağıldığında Ankara Caddesi bayağı kalabalık olurdu. Kiminin işi vardır aceleyle oradan ayrılırken, kimileri de ağır ağır yürüyerek şehir merkezine doğru gölgelik yerleri takip ederek göz ucuy-la yarenlik yapacak arkadaş arardı. Zümrüt Pasta Solonu kapısında 5-6 arkadaşın kahkahaları ve gülmekten dizlerine vurmaları geçenlerin dikkatini çekerdi. Pastane, Ankara Caddesi cephesinde olup şimdi ki Ahi Evran Türbesi ile cadde üstündeki parkın bir bölümü buranın yazlık bahçesiydi. O gün grup arkadaşlarından pastane önüne ilk önce Bıyıklı Garip gelip oturdu. Gelen garsona bir ufak çay söyledi. Az sonra Adliye dağıldı, çoğu emekliliği yaklaşmış veya geçmiş savcı ve hakimler de günün stresini atmak için acele acele pastanenin yolunu tuttular. Selam, hoş beş derken onlar da gelen garsona yiyecek, içecek gibi siparişlerini verdiler. Günün nasıl geçtiğinden, şundan, bundan bahsetseler de muhabbetin tadı tuzu Fuat, daha henüz teşrif etmediğinden kendi konuşmalarından bir zevk almıyorlardı.

Pastane sahipleri gerek Hasan Yavuz, gerek Ali Bakla veya Karacaörenli Hasan Çalışkan, onların durgunluğunu gidermek, bir nebze olsun şenletmek için sağdan soldan bahsetseler de Fuat'ın yerini tutamıyorlardı.

Bıyıklı Galip, birden karşıdan gelen hafif beli bükük kır başlı kırmızı benizli birini görünce aha o geliyor diye sevinçle ellerini havaya kaldırdı. Hemen Fuat'ın boynuna sarılıp, “Gözlerimiz yollarda kaldı bizi merakta bırakma, randevuya vaktinde gel, kendini ağıra satma” dedi.
Birer kulüp sigarası dağıtan Galip, anlat Fuat niye geciktin derken ağızdan dökülecek bal tanelerini merak ediyordu. Fuat anlatmaya başladı. Devir İnönü devri...

- Bir köye giden aşar memurları köylüyü, “Neyin var neyin yok beyan et, ona göre vergi alacağız” diye toplar.

Fuat sigaradan bir nefes çekti.

- Az sonra herkes beyanda bulunup dağılır. Memurlar elde liste köyü ev ev gezip sayım yapıyor, ne kadar aşar çıkacaksa hesap yapıyorlardı. Sıra bir adamın evine gelir, sayım yapılıp çıktıklarında odadan bir eşek anırtısı duyulur. Sesi duyanlar tekrar dönüp odaya dalarlar. Yatakta üstü yorganla örtülü kulakları gizlenmiş biri yatmaktadır. Listeye bakarlar orda ki kayıtta eşek yoktur. Yataktaki kim diye soran memurlara vergi vermekten bu yolla kurtulacağını sanan adam, “Babam” der.

Gülüşmeler baş, diz dövmeler, ağzındaki sigarayla dudağını yakanlar, eli yüzü gülmekten kızarırken öksürük tutup nefessizlikten moraranlar...

Fuat'ın cümlesi bitmemiştir, uzattıkça uzatıyor bir yandan pastacı Ali Bakla’ya Bıyıklı Galip'i işaret ediyordu. Galip prostat hastası olduğundan sık sık tuvalete çıkar, ama Fuat'ın lafının bitmesini beklediğinden gidememekte, bunu bilen Fuat da lafı uzattıkça onu altına yaptıracaktır. Fuat yapacağını yaptın diyen Galip altına kaçırmıştır. Önü ıslanıp müsaade isteyen Galip'e git de değiş, çabuk gel derken gülüşmeler diz boyundadır.

Bu gülüşmeler, şakalaşmalar gün boyu devam eder gider. Lafların birbirine karşılıklı dokundurulması kimseyi rahatsız etmezdi. Fuat, ofis memuru idi. Şakacı, nüktedan, sözleri kimseye dokunmayan, adeta ofiste çalışanların onu dinlerken ağızlarının suyunun aktığı, işini gücünü unutmalarına sebep olan bir kişi idi. Bu durum gerek Fuat'ın, gerekse çalışan işçilerin işi aksatmalarından dolayı müdürden fırça yemele-rine neden oluyordu. Zamanla ofise Ankara'dan bir Karaca-örenli tayin olup geldi. Adam ilk geldiğinde acemi bir kuş gibi gözüküp müdürü, memurları, işçileri tek tek gözden geçirip huylarını öğreniyor, bunu da belli etmemeye çalışıyordu.

Eset zamanında köyünden çıkmış, Ankara'da işe girmiş, yaşlanmaya yüz tutunca da memleket hasreti ağır bastığından Kırşehir ofisine tayinini çıkartmıştı. Ofislerdeki çalışma ortamına alışkan olduğundan oraya kısa sürede adapte oldu. Fuat'ın konuşmalarını dinliyor, bazen söze karışıyor, bu yüzden Fuat'ın lafı havada kalıyordu. Zamanında anası Topal Asiye'yle mantara yatıma gitmişler, sabah uyandıklarında evlekten çıkan mantarlar altlarındaki döşekle beraber onları havaya kaldırasıymış. Güya köydeki tarlalarında iki yüz dönüm mercimeği, üç yüz dönüm buğdayı ekilesiymiş. İnanmazlarsa gidip gördükleri herhangi bir Karacaörenliye sormalarını, yalanı çıkarsa yüzüne tükürmelerini tembihlemesi güya güvencesini artırıyor, yavaş yavaş kalabalığı kendi etrafında toplamasına neden oluyordu.

Fuat adeta yalnızlığa itiliyor, bu da onun yaşam tarzlarını etkiliyordu. Bir başka gün de, “Karacaören yayla bağlarına bu yıl beş yüz dönüm ceviz ektim” diye Eset söze başlamıştı ki, tek başına sigara tüttüren Fuat oturduğu yerden hışımla kalktı. Adeta yalnızlıktan gözleri kızarmıştı.

“Yalan söyleme dürzü o köyü ben iyi bilirim, kim de o kadar tarla var? Hepsi bölük buçuk. Ula Murat kalk git sana benden izin, bunun aslını öğren gel” diye orda çalışan Yozgatlı Murat'a (tespih satan sağlamcı) görev verdi. Murat çarşıda sordu, soruşturdu. Vallahi az bile demiş, Eset söylemiyor ama dedikleri tarlasının yarısı bile değil, diyen Karacaörenli Kara Sali, Hamid'in Ali, Güdük Reşid’in Pastacı Hasan, Mobilyacı Öğretmen Kemal'in sözlerini Fuat'a iletti.

Bu esnaflar, “Hayır Eset yalan söylüyor” deseler ellerine ne geçecekti! İşini sağlama alan Eset, sırf Fuat'a gıcık olsun diye salladıkça sallıyor, adeta onu sinir küpü ediyordu. Dairede konuşacak adam bulamayan Fuat'ın başı oraya sığmıyor, konuşmamaktan çatlıyor, ofiste sıra bekleyen insanlarla muhabbet etse de buğday teslim de adı okunan adamın yanından ayrılmasıyla lafı havada kalıyordu. Başındaki kalabalığa laf yetirmeye çalışan Eset'e arada gıpta ile bakıyordu.

Pastaneye arada bir uğrasa da arkadaşlarını eskisi gibi gülüp eğlendiremiyordu. Onlar da Fuat'taki bu değişikliğin nedenlerini araştırıyorlar, bir derdi varsa çare olmaya çalışmanın, bunu öğrenmenin gayreti içine giriyorlardı. Arada bir iki duble atan, arkadaşlarının içinde bulundukları stresten onları bir an çekip alan neşeli Fuat gitmiş, yerine başka biri gelmişti. Arkadaşları bunu ona çok kez sorsalar da atlatma cevaplarla onları geçiştiriyor, derin derin düşüncelere dalıyordu.

“Ailesiyle bir sorunu mu var gidip hanımından bunu öğrenelim” diye harekete geçseler de karı-koca arasına girilmez, belki durduğumuz yerde bir pot kırarız diye bundan vazgeçiyorlardı.
Fuat artık eskisi gibi iş çıkışı pastaneye uğramıyor, kafası yerde evine gidip geliyor, dalgınlığından verilen selamları görmüyor ya da onlara selam vermiyordu. Komşuları ve tanıyanları da Fuat'taki bu değişikliğin sebebini öğrenmeye çalışıyorlardı. Başkalarının dikkatini çeker de hanımının dikkatini çekmez miydi ondaki bu değişiklik... Kadıncağız bu şen, şakrak, şakacı, yıllarca aynı yastığa baş koyduğu hayat arkadaşının acaba kendisinden bir şikayeti mi vardı da evde sessiz, somurtkan oturuyor diye düşünüyordu. Önceleri çarşıda bir iki duble atıp gelen adam şimdi elinde bir ufak rakıyla eve geliyor, yemekten sonra oturduğu masada kadehle konuşuyor, dertleşiyor, bitirince de sessizce yatağına girip yatıyordu. Günlerce devam eden bu durum hanımının sabır melekelerini zayıflatmış, nedeni ne olursa olsun öğrenme derdine düşmüştü. Durumu çocuklara belli etmiyor, ama Fuat'ın eskisi gibi onları sevip okşamaması, dersleriyle ilgilenmemesi, okul aile birliği toplantılarına katılmaması bardağı taşıran son damla olmuştu.

Her ne pahasına olursa olsun tüm cesaretini toplayıp, “Fuat, fazla konuşmayacağım. Günlerdir beni kahreden sendeki bu derdin sebebini anlatmazsan kahrımdan şurada çatlayıp öleceğim” deyiverdi.

Fuat dalmış olduğu derin düşünce aleminden biraz uyanır gibi oldu. Gözlerini hanımının gözlerine dikti, “Hanım sen benim eşimsin, şu yemin üstüne olsun ki bendeki bu halin sen ve çocuklarımla hiçbir ilgisi yok” diyerek olayları olduğu gibi anlatırken günlerdir bunlardan kendine pay çıkarıp karanlık düşüncelerde olan hanımının duyduklarıyla yüzü pembeleşmeye başlamıştı. Benim derdimin tek sebebi Karacaörenli Topal Asiye'nin oğlu Eset!
- Eset ofiste Fuat'ın forsunu dama attı hanım. Fuat elden gidiyor hanım.

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

+++++++++++++++++++++++++++
MAÇ KAÇ KAÇ?

 

07/01/2012

Orucun başlamasına sayılı günler kalmıştı. İnsanları bir telaş sarmış, iftar ve sahurda yiyeceği, içeceği ihtiyaçlarının giderilmesine çalışıyordu. Kasap Mühittin dükkanını diğer günlere göre daha erken açıyor, parçaladığı inek, dana, koyun, kuzu etlerini buzdolabının vitrinine dizerken onları marul, maydanoz gibi yeşilliklerle süslüyor, güzel ve iştah açıcı görünüm sağlarken bir gözüyle de kapıdan gelecek müşterileri süzüyordu.

Eski Ankara Caddesi'nde bulunan işyerinde onun sabahleyin eti parçalaması, nacakla kemiğinden ayırırken çıkardığı gürültüye alışkın olan komşularına şikayet konusu olmuyordu.
İşinde titiz ve temiz olması, gelenlere hoşgörülü davranması, yıllardır da bu işi yürütmesi, ona bayağı müşteri kazandırmıştı.

O gün ikindiye kadar kafasını kaldırmadan çalıştı. Müşterileri bayağı kalabalıktı. Kimi acele ediyor, kimi de dönüşte alayım diye giderken acelesi olmayanlar da oturdukları sandalyelerde sırasını bekliyorlardı. İpçi Erdoğan kendi işini takip ederken arada dışarı girip çıkıyor, ara sıra uğrayıp lafladığı Muhittin'in yanına hem oradaki kalabalıktan, hem kendi müşterisinden dolayı gidip gelemiyor, laf diye ağzı tütüyordu. Bir süre sonra kasap Muhittin'in dükkanından vah, tüh, vay anasını, bu da kaçar mı, vur sana lan gibi sesler geliyordu. Erdoğan gidip durumu öğrenecek, eğer dövüş, çekiş varsa ayıracak. Aama dükkanı müşteri dolu olduğu için kasaba gidemiyor, meraktan da çatlıyordu.

Dışarıdaki tezgahtan müşteriye ip gösterirken bir ara Muhittin'le göz göze geldi. O kadar müşterisi olduğu halde Mühittin'in suratının beş karış olması dikkatinden kaçmadı. Acaba canciğer arkadaşıma bir hatam mı oldu diye kendine pay çıkarıp hayıflanmaya başladı. Bir ara müşterileri gelmeyen Erdoğan hemen kasap dükkanını dikize aldı. Mühittin müşterisine et hazırlarken orada açık olan televizyona yan gözle bakıyor, elimi bıçağa kestiririm diye daha çok kulakla dinlemeyi tercih ediyordu.

Erdoğan da sese kulak kesildi. Ses zayıf gelse de Fenerbahçe-Pendik diye duyduğu isimlerden TV'de maç oynandığını anlamakta gecikmedi. Üç dört gündür radyosu çalışmıyor, fırsatını bulup tamir edememişti. Maçı da öyle pek önemsemiyordu. Pendik-Fenerbahçe arasındaki mücadele elemasyon usulü tek oynanacak bir maçtı. Koca Fenerbahçe kim? İkinci ligin alt sıralarında tutunmaya çalışan Pendikspor kim? Fener yedeklerini çıkarsa en az beş çekerdi. Kasap Muhittin'in dükkanındaki bağırtılar, çağırtılar dozajını iyice artırdı. Yoldan geçenler sanki bir şeyler varmış gibi kapısına doluşmuş pür dikkat içeriye bakıyorlar, dizine vuran, saçını yolan gırla gidiyor, bazı kişiler de hangır hangır gülüyor, müşterisi gelen Erdoğan maçtaki neticenin ne olduğunu öğrenmeye çalışıyor, ekmek kapısı işyerini bırakıp gidemiyordu. Biraz sonra müşterisi kapıdan daha çıkmadan koşup soluğu kasapta aldı. İçerde bir iki müşteri sıra bekliyor, Maliyeci Mahmut da elinde çanta TV'deki maçı seyrediyordu. Mahmut vergi dairesine sabah uğrar borcunu ödemeyen esnafların listesini elindeki çantaya doldurur akşama kadar dükkan dükkan dolaşır onların ihbarnamelerini verir mesaisini doldururdu. Erdoğan selam vermeyi, hayırlı işler demeyi aklının ucuna dahi getirmeden oturmakta olan tanıdığı ve arkadaşı Mahmut'a, maç kaç kaç diye sordu. Mahmut'un birden beti benzi attı, o an mosmor olan yüzü simsiyah kesildi. Adeta İpçi’ye tokat atarcasına, “Kör müsün daha orda yazıyor” derken sinirden titriyordu.

İpçi, gözleri televizyonun küçük olan ekranının sağ üst köşesindeki küçük yazıları okumaya çalışırken, “Ben Mahmut'a ne yaptım da bana böyle davranıyor” diye de kendi kendini yiyordu.

Fenerbahçe:2-Pendik:1 yazısını okurken bir yandan da adeta kerç yaparcasına, “Niye beş değil de iki attınız? Pendik öyle iyi bir takım mı ki!” dedi.

Aslında Erdoğan PS'yi FB diye okumuş bilmeden büyük bir pot kırmıştı. Meğer Fenerbahçe 2-1 mağlupmuş. Dışarıdaki ahların vahların yanında duyulan gülüşmeler de Galatasaraylılara aitmiş.

Fenerbahçe ve Galatasaray arasında yıllardır süren bir ezeli rekabet vardır. Gerek FB-BJK gerekse GS-BJK maçlarındaki heyecan bu iki takım arasındaki heyecanı vermiyor, veremez de. Yıllar geçse de bu böyle devam edecektir. Kasap Mühittin iyi bir Fenerbahçe taraftarıyken oğlu onun aksine Galatasaraylı. Erdoğan ne kadar Galatasaraylı olsa da iki oğlu Fenerbahçelidir.

Fenerbahçe, Galatasaray'ı yendiğinde İpçi’nin iki oğlu babamın üzüldüğünü görmeyelim diye eve gelmez halasının evinde yatarlardı. Erdoğan'ın fanatik bir cimbomlu olduğunu bilen Mahmut meseleyi yanlış anlamış, “İki zil bir de kına getireyim de sana hediyem olsun” diye üzüntü ve kızgınlıkla ayağa kalkmıştı. Dünya derbi maçları sıralamasında en üst yerlerde bulunan bu iki takımın taraftarlarının fanatikliği iki arkadaşa neler yaşatıyordu.

Bu öyle bir iddia ki milli takımdaki oyuncuların çoğunun Galatasaraylı olduğu maçın birinde rakip takımı tutan Fenerbahçeliler görüldüğü gibi, bunun tersi de Galatasaraylılar da olmuştur. Şampiyonlar Ligi şampiyonu Real Madrid'le UEFA Kupası Şampiyonu Galatasaray arasında oynanan Şampiyonlar Şampiyonu maçında Jardel'in attığı golle Fenerlisi, Galatasaraylısı, BJK'lisi, Trabzonlusu ve tüm TÜRKİYE ayağa fırladığında GS'ın aldığı kupayı kıskanıp ayağa kalkmayan üç beş Fenerliyi gördüğümüz olmuştur.

Mahmut tarafından ters anlaşıldığını anlayan İpçi Erdoğan, “Vallahi Mahmut ben gerçek olarak Fener’in yenilmesini, perişan olmasını nasıl istiyorsam, bir Fenerli de Galatasaray için aynısını düşünür. Bunu sende bilirsin bende. Ama daha adı, sanı duyulmadık bir takıma yenilirseniz bu karayı ömür boyu silemezsiniz” dedi.

Ayağa kalkan Mahmut, Muhittin'in de ısrarlarıyla tekrar oturup zaten bitime iki üç dakikası kalmış maçı izlemeye başladı. Erdoğan'ın, “Üzülme Mahmut, Fener bu, sağı solu belli olmaz, bakarsın beraberliği sağlar, iki de öyle atar, bunun daha uzatması var” diye serinlik vermesi maçtan ümidini kesen Mahmut'u teselli etmiyordu. İpçi Erdoğan’ın fanatik cimbomlu gözleri Fener’in yenilmesini beklerken bir yandan da dükkanını denetliyordu. Hakem bitiş düdüğünü çaldı çalacak, maçtan eli boş çıkan Mahmut ayağa kalkmış, oradan ayrılmak üzereydi. Gözleri İpçi’nin sevinçten ışıldayan gözlerindeydi, ters ona bakıyordu. Anlaşılıyordu ki İpçi’nin verdiği teselliler, yanlış anlaşılmadan dilediği özürler Mahmut'a fayda etmemiş, adeta bildiğini okurcasına maçı falan bırakmış ters ters İpçi’yi süzüyordu. Ne yapsa ona yaranamayacağını anlayan İpçi hakemin bitiş düdüğüyle “MAHMUT MAÇ KAÇ KAÇ” diye gıcıklığına bir daha sordu. Bu bardağı taşıran son damlaydı.

Bir daha benimle asla konuşma arkadaş diyen Mahmut'un, Mühittin'e bile hayırlı işler demeden dükkanı terk etmesi görülmeye değerdi.

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

++++++++++++++++++++++++++++++
GOCA HOCANIN SAKALI

 

31/12/2011

Sıcaktan eli ayağı ıslanmış, buram buram terliyordu. Terin tuzu başından boynuna boncuk boncuk akarken gittiği yerleri kaşındırıyordu. Yere koyduğu tütsüyü yakacak, ama ıslanmış elleri kibriti çakamıyordu. Öğle namazını kıldırmış apar topar ekmeğini aşını yemeden beklemekte olan köylüsüne bir petek bal satacaktı.

Önce yırtık ve yamalıktan gözükmeyen maskesini başına geçirdi. Önceden içini mayısla (inek pisliği) doldurduğu tütsüyü zor kötek yakıp kovanlara yaklaştı. Evinin havlısı büyüktü orası onun bağı, bahçesi, tarlası, bostanı, adeta her şeyiydi. Artan kısmına beş-on kovan arı koymuş imamlıktan gelen gelirine sonradan öğrendiği arıcılığı da katmıştı. Aslen Mucurlu olup Malayıroğulları sülalesindendi. Karacaören'e bir cami yapılırken, köylüler de araya sora imam telaşındaydılar. Mucur'da Malayıroğlu sülalesinde çok imam yetiştiği duyumunu alan köyün ileri gelenleri Mucur'a gidip Hamıza'nın babasının evinin kapısını çaldılar. Fiyatta anlaşıp onu yanlarına katıp getirdiler. Kendisine yatacak bir ev tahsis ettiler. Aradan geçen zaman içerisinde Hamza Karacaören'i sevmiş, çoluğunu çocuğunu toplayıp göçünü getirmiş, gerek köylünün yardımıyla, gerek biriktirdiği parayla orada bir arsa almış, içine de sığabilecekleri damlar yaptırmıştı. Büyüyen oğulları da babalarının yolundan gitmiş, boş bulduğu köylerde imamlığa başlamıştı. Oğlu Hafız Mehmet (Hafız ona takılan lakap) köye bir bakkal dükkanı açmış, buna ilaveten de yapımı yeni biten köyün ikinci camisine imam durmuştu. O yıllarda imamlar devletten maaş almazlar, köylünün kendilerine tahsis ettiği birkaç kile buğday, para gibi maddiyatlarla geçinirlerdi.

Hamza zamanla köye, köylüye alışmış yaşı ilerlemiş, kısa olan sakalı da ona göre uzamış, Hamza adı unutulup GOCA HOCAYA çıkmıştı. Ara sıra köylü kapısına gelip muska yazması talebinde bulunuyor, muskanın bir işe yaramayan üfürükçü işi olduğunu kimseye anlatamıyordu. Artan ısrarlar karşısında ağrı sızı için bir şeyler karalıyor uzatılan hedayelere kızıyor geri yırtarım ha diye tehditler savuruyordu. O yıllarda Karacaören'de daha henüz dışarıya göç olmadığından caminin cemaati bayağı kalabalık oluyordu. Hele oruç ayı geldiğinde cemaat tek camiye sığmıyor, dışarıya serilen halı, kilim, pala, hasır üzerinde namazlarını kılıyorlardı. Vaazı kendisi veriyor, kameti de ya oğullarından biri ya da köylüden biri getiriyordu. Bunu da sonradan oruç ayı münasebetiyle köye gelen tutma imamlar yapmaya başladılar da o da rahatladı.

Mustafa Çavuş, Halil köyünde lafı, sözü dinlenen, hatır, gönül kırmayan biridir. Kimsenin varına, yoğuna karışmaz, hoş sohbeti sever, nüktedan bir kişiydi.
Dört kardeştiler, aza kanaatle yetinmişler, Alman-ya'ya bir kardeşi işçi olarak gitmiş, diğerleri de köyde çiftçilikle, hayvancılıkla geçinmeye gayret etmişti. Halil Çavuş iyi giyinir, ağzı öçbe olduğundan konuşurken herkes onu pür dikkat dinlerdi. Cami evlerine yakın olduğundan vakitlere ara vermez, Goca Hoca’ya dini bilgiler sorup eksiklerini tamamlamaya gayret ederdi. Arada da hocam cennetlikle cehennemlikle pek uğraşma ölünce onları caminin içi almaz derken cennetle cehennemin caminin arka bölmesinde olduğunu kasteder, hocayı ve çevresindekileri güldürürdü. Kış günü Cuma namazından çıktıktan sonra Muzip Halil, Goca Hoca’nın koluna girip, “Hocam ortalık kar kış, eve gidip de ne yapacaksın, şurada ikindi namazına kadar oturalım” derdi. Şura dediği yer caminin karşısındaki Hamid'in Ali'nin bakkal dükkanıydı.

Hoca, ikna oldu selam verip içeri girerlerken Ali sobaya çayların suyunu koy dışarısı bayağı soğuk şuradan şuraya üşüdük diyerek Halil sohbeti açtı.

Altlarına verilen sandalyelere oturdular. Arada dükkana müşteri geliyor, ortadaki laf devam etse de yarım kaldığı için pek tadı olmuyordu. Çaylar höpürdetilirken zaten sobadan ısınan dükkanın sıcaklığına bir de mideye giren çayların sıcaklığı eklenince başında kavuk bulunan hocanın teri sakalına iniyor, o da bunu arada çıkardığı mendille siliyor, böyle olunca da sakalının dağılmasına neden oluyordu. Goca Hoca bir yandan sakalını avucundaki tarakla tararken bir yandan da Mustafa Çavuş'un, Halil'in itina ile seçerek sorduğu sorulara cevap veriyordu. Aslında Halil'in aklından sorduğu soruya alacağı cevap çıkmış, bütün dikkatini Goca Hoca'nın sakalına verdiği önem ve özene dikmişti. Aradığı fırsat eline şimdi tam geçmişti. Dini cenneti-cehennemi, camiyi-cemaati bir yana koydu hocam diyerek Goca Hoca'ya sorduğu sorunun cevabının bitimini beklemeden, “Sen o güzelim sakalına bence daha az önem veriyorsun. Eğer o bende olsa bak nasıl bakarım, nelerle onu besler ne güzel parfümlerle kokuturum” deyiverdi. Hoca gözlerini Halil'e dikmiş kendi kendine sakalı için bir eksiği olduğu mu yorumunu yapmaya başlamış içine fitne düşmüş o da birden asıl konuyu unutmuştu.

Halil'in sözleri onu kendine getirdi.

- Hocam bu güzelim sakalın bakımı falan zor, ama hoca olduğun için bırakmak zorundasın. Peki, hocam sorumu maruz gör. Sen yatağa girdiğin de sakalın yorganın içinde mi yoksa dışında mı kalıyor?
Goca Hoca hayatında önem vermediği, umursamadığı bir soruyla karşı karşıya kaldı, teri biraz daha arttı.

Halil hiç farkında olmadan saatine baktı, “Vakit ne de çabuk geçmiş, ooo ikindi yaklaşmış ben abdest tazeleyeyim” diyerek oradan ayrıldı.

Goca Hoca, evin yolunu tutarken, abdest alırken, ezan okumaya camiye giderken, kafası Halil'in bu sorusundaydı. Hatta kendini öyle bırakmıştı ki neredeyse ezanı şaşıracaktı. Akşam namazı ardından yemek, sonra yatsı namazı derken yatağa başını koydu. Sakal yorganın içinde mi, dışında mı diye düşünürken tam dalacak birden silkiniyor, gözünü uyku tutmuyordu. Az buçuk uyuduysa da birden hanımının dürtüsüyle uyandı, neredeyse ezanı vaktinde okumaya yetişemeyecekti.

Günler böyle akıp gidiyor aklı fikri sakalda olduğundan bazen camide okuduğu süreyi şaşırdığı oluyordu. Onun bu dalgınlığı gerek hanımı, gerekse cemaatin dikkatini çekiyor, hocanın bu dalgınlığı neyin nesidir diye meraklanıyorlardı.

Yoksa Hoca oğlu Hasan'ın aklına uyup da devletten müsaade alıp eştiği defineden eli boş çıkmıştı, acaba hâlâ aklı onda mı kaldı diye yorum yapıyorlardı. Goca Hoca içinde bulunduğu durumdan hem üzüntü duyuyor, hem de ister istemez köylüden utanıyordu. Gidip, “Mustafa Çavuş'un Halil'in yakasından tutup, ulan dürzü benim sakalımın haltını karıştırmak sana mı düştü?” diye toplasa hem kendine yakışmaz, hem de bu aile ile arı sokması yüzünden bir müddet küslük yaşamış sonra barışmıştı. Tekrar küsmek ayıp olurdu. Vaktiyle Halil'in kardeşi Kara Sali tarladan at arabasıyla sap çekerken atlara hocanın kapısından geçtiği anda kırbaç sallamış, bundan ürken arılarda onu sokarak komalık etmişlerdi. Bir yerde bu arılar başına çok işler açıyor, arı sokması yüzünden komşularıyla hır gür oluyordu. Arıcılığı bıraksa ne ile geçinecekti!

En sonunda bu dalgınlığı cemaatin sabah namazında onu beklemesi, gelmemesiyle de caminin kapalı olmasından dağılması bardağı taşıran son damla oldu. Köy muhtarı ve köyün ileri gelenleri hocayı ikaz etmek için muhtarın odasında toplandılar. Köyün tellalı çırak Kadir'le haber saldı. Biraz sonra odaya gelen Goca Hoca, utancından yere bakıyor heyetin soracağı sorulara ne cevap vereceğini düşünüyordu.
Köylüler onu köylüsü kabul etmiş, bağrına basmıştı. Fakat bir aydır hocaları camiyi ve cemaati ihmal ediyordu.
Sözcü seçilen muhtar bazen yumuşuyor, bazen sertleşiyordu.
- Derdin neyse paylaşalım, yardımcı olalım.
Goca Hoca ağır ağır başını yerden kaldırdı.
- Cemaat sağ olun hiçbir derdim yok, yardım edelim demekle bana sahip çıktığınızı belli ettiniz. Beni bunca zamandır sizlere mahcup eden mesele Mustafa Çavuş'un Halil'in sakalımın haltını karıştırmasıdır. Benim de kör şeytana uyup kafamı boş yere vesveseye vermem. Kusura kalmayın, tövbeler olsun bir daha böyle olmayacak.

“Aha size yemin” derken bu badireyi atlatmasının sevinci içindeydi.

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

++++++++++++++++++++++++++
OTURMA MÜSAADESİ

 

15/12/2011

Süleyman, Mehmet Ağa’nın dört oğlunun en küçüğü idi. Kardeşi Mustafa Çanakkale'de şehit düşmüş, diğer iki kardeşi de geçirdikleri amansız bir hastalıktan ölünce tek başına kalmış, ailesinin geçim yükü üzerine binmişti.

Daha henüz delikanlılık yaşına ya gelmiş, ya gelmemiş sarı öküzle saban koşup tarlaları sürüp ekmeye başlamıştı.

Babası, yaşlandığı için işin ucundan tutan Süleyman'ı daha çocuk denecek yaşta evermişti. Gelin ev işlerinde kaynanasına yardım ediyor, harman, hasat işlerinde de kocasına yardıma koşuyordu. Geçen yıllar içerisinde çoluk çocuğa karışmışlar, beş oğlan üç kızın yükleri omuzlarına binmişti. Süleyman ufak boylu, kara, kuru bir gençti.

Nüfustaki adı köylülerce unutulmuş, adı Güccük Gara'ya çıkmıştı. Zaten Karacaören'de lakabını söylemezsen kimi tanıyabilirsin ki. Ad ve soyadından önce lakap gelir.
Çocuklar büyüdükçe oturdukları ev aileye küçük gelmektedir. Büyük oğlu Ömer'i everince bu ihtiyaç daha da su yüzüne çıktı. Şimdiki adı Bahçelievler olan yerden bir arsa alıp, bir iki göz dam, bunlara ilavetende ahır, samanlık, kümes yapıp mahalleye yerleştiler.

Almanya'ya işçi akımı Karacaören'de de başlamıştı. O da oğulları Ömer ile İsmet’i bu kervana katmada gecikmedi. Beş-on kuruş oğullarından geliyor, eskiye göre rahatlıkları ne de olsa daha iyileşiyordu. Gücük Gara dayı da (köylüleri öyle derdi), tedavisi o yıllarda belli olmayan ruhunda bir daralma, bir sıkılma hastalığı vardı. Ne kadar hacıya, hocaya muska yazdırıp okutturduysa da tedavi görememişti. Sabah namazını evde kılar köyü biraz gezip Boztepe'ye gider, orada kızını ve torunlarını ziyaret eder, öğle namazından sonra Horla köyünün yolunu tutardı.

Horla'da eş, dost gezer, bir iki ağıt söyler, onlarla şakalaşır, ikindi namazını da o köyde kılardı. Akşama doğru yayan yapıldak Karacaören'in yolunu tutardı. Oturduğu odada ya da bir yerde beş on dakika zor dururdu.

Oğlu Mustafa'yı yanından ayırmaz tarla, tapan işleri bitince Astsubay olan oğlu Adem'i hangi vilayette görev yapıyorsa ziyarete gider, yerine göre on beş gün, bir ay kaldığı olurdu. Mustafa'nın da ruhi yönden babasından pek farkı yoktu. Onun sırtı komple tıpkı zencilerin rengindeydi. Mustafa bu yüzden arkadaşlarıyla çeşmenin havudunda yıkanamaz, güreş tutamaz, onların sırtı gara diye takılmalarından utanır, köşe bucak kaçardı.

Gara dayı, oğlu sırtı Gara'yı yanına alıp Adem'i ziyaret amacıyla köyden Yerköy'e kadar bazen eşekle, bazen yaya olarak ulaşmış, oradan Kars trenine binmişlerdi. Tren Erzincan'a gelince aktarma yapar. Gara dayı, oğlu Mustafa'yı Kars trenine bindirir. Trenin kalkmasına az bir zaman kala o tuvalete gider. Çıkışta bindiği trende oğlunu arar bulamaz, bağırır, çağırır, ağlar ama bu trenin geri dönmesini sağlamaz. Meğerse aceleyle Yerköy istikametine giden trene binmiştir. Onun bu feryadına acıyan kondüktör bilet milet sormaz, buna göz yumar.

Yerköy'e gelince inen yolcuları tek tek gözden geçirse de oğlu Mustafa'ya rastlamaz. Ağlıya sızlaya köye gelir, Mustafa nerede diyen hanımına durumu olduğu gibi anlatır. Mustafa'mı bulmadan bu eve gelme diyen otoriter bir yapıya sahip olan hanımı kocasını eve almaz.

Mustafa trende babasını görmeyince ağlar, sızlar, elden bir şey gelmez, daha çocuk yaşta biri. Onun ağlayıp sızlamasına tesadüfen o kompartıman da bulunan bir Kırşehirli hemşehrisi dikkat kesilir. Meseleyi anlayınca Kars'a kadar Mustafa'yı sahiplenir, yedirir, içirir. Kars'ta da Adem Başçavuş’u bulup ona teslim eder. Bir hafta sonra Adem'den gelen telgrafla mesele aydınlanır. Gara dayı da evine girer. Tırpan çaldığı hasat yıllarının birinde oğlu Mustafa desteyi topluyor, torunu küçük Emin de amcasına yardım ediyordu. Bağrı yandıkça Gara dayı, yığının dibindeki su bocasını tepesine dikerken öğlen kendilerine ayran ya da çalkamaç yapacağı kesedeki süzmeye göz atıyor, arada ondan damlayan suyu diliyle ağzına akıtıyordu. Süzme kuş lastik çatalı bir değneğin ucunda asılı duruyordu. Emin, işten kaytarıp yığının dibinde gölgede oturuyor, yere eştiği çukura karınca, böcek doldurup onların oradan çıkmalarını seyrederek oynuyordu. Emin’in ayağı birden yere saplı değneğe değdi, o anda ağzı açık keseden yoğurt yere saçıldı. Öğle vakti gelmiş Gara dayı, yığına doğru yürürken başına sinekler dolmuş boş kese ve süzmeyi görünce oğlu ve torununu öfkeden köye kadar kovaladı.
Gara dayı orada efkarlanır yanık yanık, “Ağlaya ağlaya gözümden oldum/Söyleye söyleye dilimden oldum/Beni öyle gınamayın gomşular/Çok derdime derman bulamadım” dörtlüsünü sıraladı.

Küçük Erdoğan (ben) Karacaören'de evlerinin önündeki kuyunun başına konan kuşları taşlarken Gara dayı oradan geçiyordu. Erdoğan'ın duyacağı şekilde, “Gara yaşlı Gara dayı/Sırma saçlı Gara dayı/Altın dişli Gara dayı/Bok yemez Gara dayı” diye mırıldanırken çocuğun bunu ezberleyeceğini bilmiyordu. Ağzı şiir ve ağıt doluydu. O geçerken kadınlar önünü çevirir, Gara dayı bir şeyler söyle de ağlayalım derse onları kırmaz, “Ağlaya ağlaya gelme mezar başına/Uyanıp da sana gülemem gayri” diye türküye başlarken zaten Almanya yolu bekleyen kadınların hıçkırığı ortalığı sarardı.

Her şeyi kafaya takmaz, hüzünlü olduğu günlerde bile insanları güldürecek sözler ve şakalar ederdi.

Bir gün mercimek işlerken oğlu sırtı gara tuvaleti bahane edip arpa tarlasına girer. Oradan babasının duyacağı şekilde kedi taklidi yaparak miyavlamaya, aynı onlar gibi ağıtı andıran ses çıkarmaya uğraşırken babası “Öte dürzü öte. Sende mi doymaz kedi gibi kızan oldun” diye hem bağırır, bir yandan da küfürler yağdırırdı.
Gara dayı, oğlu Mustafa'yı yine yanına alarak oğlu Adem'i ziyarete Tekirdağ'ına gider. Ev şehrin dışındadır. Gündüz izinli olan Adem onları gezdirmekte, akşam da karakola nöbete gitmektedir.
Gündüz çok gezdiklerinden yorulmuşlar, yemeği yer yemez uykuya dalmışlardı. Gücük Gara, gece iki-üç sefer idrara çıkardı çıkmasına da o gün çok karpuz yemişlerdi, neredeyse idrarını tutamaz duruma gelmişti. Gece tuvalete girip çıkması torunları ve gelinine uyku böldürüyordu. O da bundan utandığından dışarı çıkar, hem gezerim, hem idrarımı yaparım, kimseyi uykusuz koymam diye karar verip uygulamaya geçer. Ora senin, bura benim hem gezmekte, hem idrarını yapmaktadır. Ortalık ağarınca mezarlıkta haliyle seçilmeye başlamıştı. Geçenlerin ruhuna diye üç Kul-hu bir Elham okuyup mezarlıktan eve doğru yürüyordu. İnsanlar yeni yeni kalkıyor, sokağa çıkıyor onu görenler de hemen evlerine kaçıyordu. Meğer Gara dayının üzerindeki patiskadan dikilme beyaz don ve beyaz fanila geriden kefen gibi göründüğünden kendisinin de mezardan gelmesinden dolayı görenleri korkutmuştu. Evi de şaşıran Gara dayıyı sonradan gelen polisler karakola götürmüşler, mesele anlaşınca da gelen oğlu Adem'e teslim etmişlerdi.

Gara dayı, ev ev, oda oda köyde akşama kadar gezer, Almanya ve oradaki yaşamlardan kulak dolma bilgiler edinir, öğrendiklerini de şakalarında kullanırdı. O gün yeni taşındığı mahalle komşularının birinin oğlu Almanya'dan izine gelmişti. Oraya hoş beşe gitti. Odanın kapısından girince başta yeni gelen Almancı ve odadakiler hep birden ayağa kalkıp onu köşeye buyur ettiler. Başköşe odaların sağında solunda sedir olan yerden yüksek olduğu gibi bir de alta minder, sırtı dayamaya da yastık olurdu. Usulca odanın giriş yerinde testilerin ve ayakta dikilen çocukların dibinde bulduğu bir yere oturup sıvışıverdi. İlla başköşeye geç diyenlere oturun diye elini sallarken mahalleye yeni göçtüğünü, daha başköşeye oturacak kadar eskimediğini anlatma gıyabında, Almancıların diliyle, “DAHA OTURMA MÜSAADESİ ALAMADIM” (vize. Eskiden adı köylerde oturma müsaadesiydi) deyip on dakika bile oturmadan hastalık icabı, toz olup bir başka odaya gitti.

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

+++++++++++++++++++++++++++++++
BU ARABA CAHANDEME GİDER

 

12/12/2011

Hanımı Sultan bir haftadır yatak, yorgan evde hasta yatıyordu. Mevsim kış ayı olduğundan komşu komşuya oturmaya dahi gidemiyordu. “Ne olursa olsun hanımı bugün şehre düşürüp onu doktora muayene ettirmeliyim" diye düşünen Zilfi'nin topal Memmet (Çitili) kara kışa aldırmadan yollara düştü. Hava önceleri kapalı ve kar yağışlı ise de zamanla güneş açtı. Yorucu ve zahmetli yolculuktan sonra şehirde Laz doktorun muayenehanesine ulaştılar. Muayene olup doktordan çıktıklarında hava tekrar bozuldu ise de bindikleri at arabası ile ikindiye yakın bir vakitte Kervansaray dağındaki Hamam deresi denen yere ulaştılar. Çıkan tipiden göz gözü görmüyor yol, bel seçilmiyor, kamçıyı yiyen atlar kardan ürküp şaha kalkıyordu. Birden oktan boşanan araba dereye doğru uçarken topal Memmet arabadan atlamış fakat hanımı araba ile beraber derenin dibini boylamıştı. Kendisini toparlayan topal Memmet, “Ya mübarek Sultan sesime gel” diye bağırıyordu. Az sonra arkalarından yetişen köylüleri onları kurtarıp tipiye rağmen köylerine ulaştırdılar.

Ellili yılların başlarına dek Boztepe, Karacaören ve çevre köyler şehre ulaşmak için Kervansaray dağını başka bir araç gereç olmadığından yaya ya da bindikleri at ve eşeklerle gruplar halinde keçi yollarından geçerek sağlıyorlardı. Ellili yılların başlarında zamanın hükümeti bu soruna her köyden kazmalı kürekli amele getirip çalıştırmak suretiyle çözüm yoluna gitti. Karacaörenli birçok insan burada çalıştı. Hatta yol yapımına çok önem veren zamanın Cumhurbaşkanı Celal Bayar geldiği bir Kırşehir gezisinde yol çalışmalarını yerinde incelemiş, çalışanların sigortalı olmasını ve maaşlarının da gününde ödenmesi direktifini verirken kan ter içinde çalışan Boztepe ve Karacaörenlilere de bizzat teşekkür etmiştir. Açılan bu yol at arabalarının yanında zamanla kamyon, pikap, cip gibi araçların zar zor geçmesine imkan sağlamıştır. Kışın kar, tipi, borazan geçişe engel olduğundan hastalar doktora ulaştırılamıyor, hatta vadesinden evvel ölenlerin dahi olduğu söyleniyordu.

Kışın yola at ve eşekler üzerinde çıkanların soğukta uyku tutmasına yakalanıp öldüğü duyumları oluyordu. Kırşehir'den Karacaören'e ve Boztepe'ye ulaşmak için yola çıkanlar, “Şu saatte Dutlu çeşmedeydik, şu saatte Yaralıoğlan’ın mezarına vardık, şu saatte de Kervansaray dağını aşıp Saattaşına ulaştık" diye birbirlerine laf yetirirlerdi. Altmışlı yılların başlarında artık köylüler şehre Boztepeli yüzü yanık Memmet Ali’nin pikabıyla ya da şehirden gelen deli veya içkici Muzaffer diye anılan bir adamın kamyonuyla ulaşıyorlardı. Muzaffer Pazar akşamı oğlu ve aynı zamanda muavini olan çavuşla Karacaören'e gelir, bir ahbabının evinde geceler, Pazartesi sabahı gün ışımadan kamyonuna doldurduğu müşterileri şehre ulaştırırdı. Adam sarhoş, üstelik arabasının (bmc kamyon) farları yanmaz, yollar desen selden dolayı, yırım yırım yırtılmış olduğundan binenler Amentü duasını ağızlarından düşürmezlerdi.

Altmışlı yılların ortalarında oparatör Gara Kemal'in nezaretinde nafanın greyderleri Kervansaray dağlarına yol yapmaya başladılar da ulaşıma bir nefes kolaylık sağladılar. Almanya'nın Türkiye'den işçi alımına başlamasıyla paralanan köylüler artık yavaş yavaş traktör ve zirai aletler alırlarken bunun yanında kamyon, minibüs almaya haves sarmaya başlamışlardı.
O yıllarda araçları sürmeye şoför bulmakta zorluk çekiliyordu. Araç sayısının az olmasından dolayı kimse bu mesleğe heves etmediğinden olan şoförlerde altın ayarında olup pozlarından yanlarına varılmıyordu. Aytekin, Ankara'da şoför olarak yetişmiş, külüstür otomobiliyle ticari taksicilik yapıyordu. Arada bir köyüne gezmeye geldiğinde otomobil arıza yapıyor köylüleri de onu itmek suretiyle çalıştırıyorlardı. Araba itmekten gına getiren (usanan) Karacaörenliler, “Taka geliyor taka, benzini yaka yaka, müşteriler yoruldu, takayı kaka kaka" diye türkü bile yakmışlardı. Köyden kamyon almaya karar veren Hamid’in Omar, Alimar’ın uşağı, Gıvratmanın uşağı Ankara’da akıl almak için Aytekin'in kapısını çaldılar. Uzun görüşmelerden sonra Aytekin’i ikna ederek hem şoför, hem ortakçı olarak yanlarına alıp burunsuz Ford Taunus (karakuş) marka kamyonu kapıya çektiler. Akşama doğru bir Kırşehir dönüşünde Alimarların Şef Mehmed’in muavinliğinde Aytekin çatalkapıdan kamyonu avluya geri geri çekmektedir. Kamyon içeri girerken kasası çatalkapıya takılmış onu yerinden sökmüştür. Durumu şaşkınlıkla izleyen Şef’in o an nutku durmuş, kapıyla kamyon avlunun orta yerine vardığında ancak aklı başına gelmiş, "hoop hooop" diye Aytekin'e bağırması zamanla köyde duyulunca köylünün gülüşmelerine, hatta dalga geçmelerine vesile olmuştur. Karakuş kamyonun hizmete girmesinden bir müddet sonra Kealerin Koca Duran’ın yine aynı marka köylülerince adına beyaz kuş koyduğu kamyona, daha sonra Kaaelerin Emin ile Alakafa’nın da ortak bir kamyon almasıyla araç sayısı üçe çıkmış oldu.
Kamyonla yükünü taşıyan yolcular rahat ediyorlardı. Şehre satmaya getirdikleri buğday ve bulgurun yanında okuyan öğrencilerin yatağı, yorganı, yakacağı ve kuru yufka ekmeğin taşınmasına kamyon birebir geliyordu. Normal yolcular için ise bunun tersine kamyon adeta bir zulüm oluyordu. Bunun böyle olmayacağı bilincine varan Güdük İreşidin Hasan Kealerin deli şoför lakaplı İbrahim'le ortak bir minibüs aldılar. Aradan fazla zaman geçmeden Musa’nın Halibaam de cip türü uzun yapılı bir pikap alarak yolcu taşımacılığına başladı. Yükü olanlar kamyonlara binerken diğerleri de minibüsleri tercih ediyordu. Kışın kardan Kervansaray dağ yolu kapandığından dolayı Boztepe üzerinden Horozgediği aşılıp Ankara-Kırşehir yolu güzergahından şehre ulaşılıyordu. Yolların asfalt olmamasından dolayı araçlar bazen çamura saplanıyor, aracı arka tekerlerden iten yolcular patinajdan dolayı (fırlayan çamurlarla) adeta çamurdan birer adam oluyorlar, bu da kahkahalarla gülüşmeleri beraberinde getiriyordu. Daha sonraları Şık Omar, Gara Sali’nin Ahmet, Gımır Sali’nin Nasıf, Uzunoğlanların Çete de aldıkları araçlarla taşıma kervanına katılmışlar haliyle rekabetlere neden olmuşlardı. “Niye ona bindin de benim arabama binmedin?” küsüşmelerine neden olmuşlardı. Araçların şoförlerine yardımcı olan muavinlerde artık ortalarda boy göstermeye başlamışlardı. Şık Omar’a şehirden gelen Bayram, Musa’nın Halibaame Virrik Ahmet, Aytekin’e Haliğin Necati, Çeteye de Potturmacın Osman muavinlik yapıyordu.
O yıllarda köylere taşımacılık yapan minibüsler şimdiki Ziraat Bankası altındaki boşlukta yolcu beklerlerken kamyonlarda Tekel binası ile Cacabey Camii’nin çevresinde bulunurlardı. Mermerler seyahatin daha sonra onun yanına Girne Pasajı’nda açılan Başak seyahatin bu çevrede bulunması yolcu alışverişlerinde kolaylık sağladığı için minibüs ve kamyonların buralarda bulunmasına Belediye’ce izin verilmişti. Öğleye kadar araçlar durakta kapısı açık yolcu beklerken şoförlerde Dadaş Kıraathanesi’nde vakit geçirmek için bölüm, altmış altı, tavla, domino gibi oyunlar oynarlarken muavinlerde gelen yolcuları buyur ederek, kendi aralarında şakalaşarak araçların dolmasını beklerlerdi.

Virrik Ahmet, babası ölünce küçük yaşta yetim kalmış, amcası onu yanına alıp büyütmüş, Ankara'da ilkokulu bitiren Ahmed’i, ortaokulu okuyamayınca evleri-nin yanında bulunan taksi durağında işe sokmuştu. Araç sahiplerinden aldığı ücretlerle müşterilerin verdiği bahşişlerle harçlığını çıkaran Ahmed, arada köye gezmeye gelir ebesinin (babaannesinin) yanında kalırdı. Son gelişinde Ankara'ya dönme işini uzatınca onu Ankara’ya götürmek için gelen amcasına artık ebesiyle köyde kalacağını, Musa'nın Halibaamede muavin duracağını söyledi. Onu ikna edemeyeceğini anlayan amcası, “Peki öyle olsun, günah benden gitti" deyip Ankara'ya dönerken de Ahmed'in muavinlik yaptığı pikapla köyden ayrıldı. Hava soğuk mu soğuk, her yer buz tutmuş, insanlar ayakta durmakta zorluk çekiyordu. Uzaktan üşümemek için örgülere bürünmüş, bir elinde çıkı (beze sarılmış) yaşlı bir kadın ağır ağır Ahmed’in arabasının yanına geldi, soğuktan dişleri şakırdıyordu. “Buyur teyze" diyen Ahmed’e sordu.

- Oğul bu araba nere gider?
- Karacaörene...
- Başka?
- Boztepe’ye...
- Başka?
- Horla’ya...
- Başka?
- Seyfe’ye, Badılı’ya...

Ahmet her bir köyün adını saydıkça kadın, “Ora değil" dercesine başını hep yukarı kaldırarak, “Başka" diye soruyor, sordukça yaşamında hep sakin olan Ahmed’i gittikçe kızdırdığının farkında bile olmuyordu.

- Başka?
- Gümüşkümbet, Araplı, Çiftlik, Çiğdeli, Çamalak, Üçkuyu...
- Başka?
- Hatınoğlu, Şuayipli, Dulkadir, Özbağ, Karahıdır, Aşağı Yukarı Homurlu...

Ahmet freni boşalmış rampa aşağı inen araba gibi süratlenmiş, köyleri saydıkça sayıyor, gel gör ki yaşlı kadın başını yukarı kaldırarak, “O köyler değil" demek istiyordu. Ahmet aklına gelen bütün köyleri saymış kadını ikna edemeyince işi vilayetlere dökmüş, onu da bitirince kızgınlığı daha da artmıştı. Biraz soluk aldıktan ve alnından dökülen öfke terlerini sildikten sonra, “Teyze sen parayı ver bu araba taaa cahandemin dibine gider" dediğinde kızına hedaye göndereceği köyün adını unutan yaşlı teyzenin başka bir muavine köyleri saydırdığının farkında bile değildi.

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

++++++++++++++++++++++++++++
PAZARDAKİ YALANIN ZARARLARI

 

07/12/2011

Mustafa Çavuş, Halil köyünde kimseye zararı olmayan herkesçe sevilip sayılan bir kişidir. Tek geçimi olan çiftçilik ve hayvancılık gibi fazla girdisi olmayan, sadece çocuklarının karnını doyuracak işlerle uğraşmıştır. Öyle malda, mülkte gözü yoktur. Kanaatkar bir kişidir. Herkes Almanya'ya işçi olarak gitmeye uğraşırken o kılını dahi kıpırdatmamıştır. Geçim ehlidir, dövüş, çekiş nedir bilmez biridir. Hanımı göğ kızla Almanya'ya giden kardeşi İhsan'ın hanımı bazen birbirlerine küserse pilav pişirip onları bir sofrada oturtup barıştıran alçak gönüllü yapıya sahipti.
Zamanla oğulları iş, güç sahibi olmuşlardı. Oğlu Duran okumayı yarıda kesmiş yıllarca şehirde bir halı, mobilya mağazasında çalışmış, ticaretin bütün meziyetlerini öğrenmişti. Askerden sonra eş dost yardımıyla köy okullarından birinde odacı olarak işe başlar, bir iftira ile (güya sol kitaplar onun eliyle dağıtılıyormuş) ekmeğinden olur. Suçsuzluğu sonradan anlaşılsa da bir daha işine başlayamaz. Gerek babasının yardımı, gerek kendi tırnağıyla kazandığı üç-beş kuruşla geçinmeye gayret eder. Bir arkadaşına yardım maksadıyla gidip gelmekte olduğu pazarlarda bu işi kendisinin de yapacağı kanısına varmıştır. Zaten yıllarca müşterilerle (halı mağazasında) haşır neşir olmuş, esnaflık ruhuna işlemişti.

Kendi kazancı, eşin dostun yardımı derken toplanan parayla Ankara, Kayseri toptancılarından alışverişini bir pazarcı arkadaşının hem kefilliğiyle, hem çeşit seçimindeki yardımıyla temin etmişti.
Biraz borçlandım diye daha çok gayretle işine sarılıyordu. Sabah çok erken kalkıp pazarlara gitmeye zaten alışkındı. Çeşidini dizmiş gittiği ilçelerin pazarlarında tanıdık pazarcılar kendisine bir tezgahlık yer vermiş, işler iyi de gidiyordu.

Arabası olmadığından yakın köylüsü Horlalı Mustafa diğer pazarcıların olduğu gibi Duran'ın da eşyalarını taşıyor, yalnız ondan ücret almıyordu.

Mustafa'nın babası aslen Medetsiz köyünden olup Horla'da bir ağaya çiftçi durmuş, orda evlenip, yerleşmiş, oralı olmuştu. Horlalılar her köyde olduğu gibi önceleri onu yadırgasalar da zamanla kabullenmişlerdir. Mustafa iyi saz çalan, türkü söyleyen, ortaokulu, liseyi okumuş, giyimine kuşamına özen gösteren bir gençti. İşe falan girmemiş, nereden aklına geldi bilinmez birden kendisini pazarcı buluvermişti. Arabasına toptancılardan aldığı erkek-bayan giysisi, bunun yanında çorap çeşitlerini doldurur, pazar pazar gezerdi. Öyle her pazara gitmezdi. Belki uzaktaki pazarlar masrafı çıkarmayabilirdi.

Pazarcı arkadaşlarını ücret karşılığı arabasına mallarıyla birlikte karışık olarak doldurur, yolda trafik polisleri görüp ceza yazmasın diye camlarının boyasını arada tazelerdi. Bir gün pazara giderken bir virajda pusu kuran trafik polislerine yakalanmaktan kurtulamamış, bu kadar insanı arabanın içine doldurmanın suç olduğunu niye bilmiyorsun diyen polislere, “Bunlar insan değil, pazarcı” cevabıyla polisleri gülmekten kırıp geçirmişti.

Pazarlar genelde üç bölümden meydana gelir. Meyve-sebze satanlar, hayvansal yağ, peynir, yoğurt gibi ürünlerin yanında iğneden ipliğe, giyimden kuşama, hırdavattan plastik eşyaya, camdan yapılma ürünlerden ayakkabı terlik gibi ihtiyaçların satıldığı bölümlerden oluşur. Sabah evinden ve köyünden gelen müşteriler orada büyük bir kalabalığın oluşmasına neden olur. Pazarcı ve müşteri pazarlığının bağırtısına çığırtkanların sesi karışır, adeta kulakları tırmalayan gürültüler oluşur.
Pazara herkes ticaret ve alışveriş yapmaya gelir, ama bazıları da helalin dışında kazanca göz diker.
Cepçisi, hırsızı, düzenbazı, koluna beyaz bir bez dolayıp vatandaşın acıma duygusundan istifade edeni, kucağında çocukla merhamet dileyenin, yer kavgası karışır gider. Kimi emanet bıraktığı paketini kaybeder, kimisi kuşlara kader kısmet çektirir, kimisi boynuna doladığı kenger sakızını zorla satmaya çalışır, kimisi bir anlık dalgınlıkta tezgahtan boncuğunu çaldırır, bazıları paranın üstünü vermeyi unuturken, bazı açık gözlerde esnafı lafa tutup aldığının parasını vermeden kaytarırken pazar da günler böyle devam eder gider.

Duran'la Mustafa o gün çok erken kalkıp çadırlarını kurdular. Tezgâhlarına mallarını dizerken birbirlerine yardımcı oluyorlar, aynı zamanda da ağızlarına alelacele bir şeyler atıştırıyorlardı.
Eylül ayının sonlarıydı. Kimi çocuğuna defter, kitap, önlük alıyor, kimi bol gelen çorabı değiştiriyor, öbür tarafta kışlık kurutmalıklar, turşuluklar acele acele torbalara doluyordu.
Duran'la Mustafa tezgahları karşı karşıya olduğundan müşterisi az olan diğerine yardıma koşuyor, bozuk para sorunu pazarlarda çok olur. Birbirinin parasını bozmada kızmaca olmuyor, işleri öyle iyi ki birbirlerini takip etmeye, kafayı kaldırmaya fırsat bulamıyorlardı. Çeşidi az olana çok olan ödünç veriyor.

Genelde Mustafa eski pazarcı olduğundan her çeşide cevap verecek yeterli malı bulunuyordu. Bunun aksine Duran kıt geçindiğinden, maddiyaten zayıf ve az çeşidi olduğundan müşteriye satış yapmada zorlanıyordu. Elindeki malı olmazsa değişirim diye satıp paraya çeviriyor ertesi hafta değişmeye gelen müşteriyle ufak tefek ihtilafı oluyordu.
Müşteriyi, edi-büdü bahanelerle başından savıp ertesi hafta mal geleceği, çeşitleri çoğalacağı yalanlarıyla sepetlemeye çalışıyordu. Zaman zaman bu tartışmalara ister istemez kulak misafiri olan Mustafa, içten içe Duran'a kızıyorsa da durumunu bildiği için bunu ona belli etmemeye çalışıyordu.
Sabır sabır derken bir gün Mustafa “Duran yaptığın bence ayıp, müşteriye çok yalan atıyorsun, söylemeyim diyorum ama duramadım bir daha olmasın” der. Duran zaten durumundan memnun değil, ama ne yapsın, o da “MUSTAFA BENİM YALANIMIN SANA NE ZARARI VAR” diye bildi.

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek, mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

+++++++++++++++++++++++++++++
SİGARANIN SEKİZ YIL ÖNCEKİ TADI

 

26/11/2011

Şimdiki Horoz Gediği ile Çimeli köyü arasındaki ÇANAKÇI denilen otlak mı otlak bir yerde hayvancılık yapan sülale geçimini bunların sütünü, yoğurdunu, yününü satarak yapıyordu. Kendi aralarında kız verme veya almadan dolayı araya nifak girmiş, cinayetten korkan sülale bir gecede orayı terk etmişti. Bir kısmı Özbağ'a göçmüş ÇANAKÇILAR adını, diğer kısmı Boztepe'ye yerleşmiş ESEKAALER, Karacaren'e göçüp gelenler de İmamoğulları sülalesi adını almışlardır.

İmamoğlu Yusuf'un beş kız kardeşi, bir oğlan çocuğu vardır. Çanakçı’dan yüklü bir servetle geldiği için orada arsa alıp ev ile davarların kalması için ağıl yaptırır. Ölümünden sonra çalışmayı seven, girişken, gözü pek, aynı zamanda uyanık olan oğlu Hüseyin, babasının sürüsüne sürü, malına mal, tarlasına tarlalar katıp köyün zenginlerinden biri haline gelir. Gözünün biri kör olduğu için köyde Kör Üssük diye anılırdı.

Bacılarından biri Boztepe'ye gelin gider, Karacaören'e bir gelişinde baba yadigarı diye bir şire leğenini yanında götürür. Buna çok içerleyen Kör Üssük benim kızlarım da ilerde bunu kendilerine örnek alır korkusuyla bir yolunu bulup tapuları oğlu 8-10 yaşındaki Mustafa'nın üstüne yıktırır. Mustafa büyüdüğünde köyün zenginlerinden dört kızı olan CERİT ağanın güzel kızlarından Fati'yle evlenir. Cerit'in ölmesiyle kalan malı mülkü zaten zengin olan Mustafa'yı katladıkça katlar. Hacca gitmiş adı Hacı Mustafa olmuştu.
Zamanla bu aile İmamoğulları yerine Hacı Mustafa’lardan diye tanınmaya başlar.
Hacı Mustafa'nın Mehmet Ali, Hüseyin, Yusuf adlarında üç oğlu olur. Evli olarak askere giden büyük oğlu Mehmet Ali, SİVAS'ta şehit düşer. Gelin evden çıkmasın, terbiyeli asil yerin kızı diye Asiye'yi Hüseyin'le everirler. Zamanla Yusuf'un da evlenmesiyle Yusuf'tan ve Hüseyin'den doğanlarla sülale büyümüş, doğanların doğanları olmuştur. İşler o kadar büyüdü ki kendi çalışanları işe yetmiyor, köyden onlarca kişiye iş verip onlara geçim sağlıyorlardı. Agon Mehmet traktörü sürüyor, kapıdan ırgat, amele eksik olmuyordu. Köye dışarıdan gelen misafirlerin kalacak yer sorunu olduğundan bir misafir odası yaptılar. Yatak, yorgan, hayvanlarının yemleri, içeceği sular işçiler tarafından günlük hazır tutulurdu. Davarlar erkek ve sağlım olarak birbirine katılmadan ayrı ayrı çobanlarca güdülürdü. Davarlar önceleri şimdiki Horla köyünün arazisi Karacaören'e aitti. Oralarda yayılır, ağıllarda yatarlardı. Horla savaşlarında (!) devletin de desteğiyle bu araziler Horla'ya verildiği için yaylım Kervansaray dağlarında gerçekleşiyor. Tereli denilen sulak yere ağıllar yapılmış, çeşme çıkarılmış, davarlar orda yatıp kalkıyordu. Kırşehir’in Özbağ, Boztepe ve Karacaören köylerinde o yıllarda genelde hayvancılık yaptıkları için yaylım yerleri kafi gelmiyor, bu yüzden dövüşler çıkıyordu. Tereli için Özbağ-Karacaören! Veya Boztepe, Özbağ, Karacaören-Boztepe savaşları (!) oluyordu.
Bu dövüşlerde pek çok mizahi olaylar oluyor, şöyle dövdüm, böyle vurdum yalanları oluyordu. Özbağlılar, “Tereli'de Süpan'ın tarlası var, Süpan köylümüz olur, ora bizim” derken, Kırşehirlilerin “Süpan Kırşehir'de ikamet ediyor. Ora bizim” iddiaları sonucunda iş mahkemeye aksetti. Özbağ, Kırşehir, Karacaören ve Boztepe'den çobanların dinlenmesine karar verildi. Özbağ ve Kırşehirli çobanlar buranın Süpan'ın tarlası olduğunu, çoban Sali'de çekememezlik mi, yoksa Hacı Mustafa’lar düşmanlığı mı bilinmez, o da diğer şahitleri doğrular ifadelerde bulundu. (Şimdi oralar orman sahasına ayrıldığı için ağaçlandırılmıştır.) Tereli, Kırşehir'e verilince Hacı Mustafa’lara orada hayvancılık yapılması yasaklanmış oldu. Adamları bu gibi şeyler yıldırmadı, yastığı olan kılıfını bulur hesabı, onlarda şimdi Kervansaray Mahallesi denilen yerden arsa alıp ev ve ağıl yaptılar. Ev Dutlu Çeşme’nin yanında şehrin en kenarında bulunuyordu (halen mülklerinde). İkindi üzeri Karacaören'den çıkan sürünün sağlım olanı Kervansaray dağlarında yayılarak ertesi gün öğlen Kırşehir'e geliyor, sütü sağılıyordu. Yatan hayvanlar ikindi serinliğinde çobanlarca kaldırılıp yayıla yayıla geceyi dağda geçirir, öğleye doğru Karacaören'e ulaşırdı. İkametin bir ucu Kırşehir'de olduğu için hayvanlar çiftçi malları korumaya ödenen harçlardan dolayı gümrüklerden (!) hiçbir sorunla karşılaşmadan geçiyordu. Hacı Yusuf yeni hacdan gelmiş çok da sigara içiyordu. O yıllarda sigaralar genelde tütünü kağıtla elden sarmak suretiyle yapılır, çakmak olmadığından dolayı da yakmak için çok müşkülat çekilirdi. Hacı Yusuf'un çok sigara içmesi gerek hanımı, gerek arkadaşlarını üzüyordu. Buna bir çare olarak ona öyle bir oyun oynadılar ki, sigaranın kokusundan hanımlarının yanlarına yanaşamadıklarından dem vurdular. Lafı uzattıkça uzatıp Hacı Yusuf'u sigaraya tövbeye ikna ettiler. Yusuf o gece bir o yana, bir bu yana, yastık koymayıp değiştirmekle sabahı diri etti. Neden onlara kanmış gecesini zehir etmişti. Sabah sokağa çıktı sigara içenlere imrendi, güzelde kokuyordu mübarek. Duman içenin içine ne de güzel dolup burun deliklerinden traktörün egzozundan çıkar gibi çıkıyordu.
Dışarı öğleye yaklaşıyordu, abdestini alıp caminin yolunu tuttu. Bir de baktı ki arkadaşları caminin duvarına sırtlarını dayamış fosur fosur sigara pavsıtıyorlardı. Birden şok geçirdi, adeta dizleri onu taşımaz oluyor zannetti, neredeyse düşüp yıkılacaktı. “Ula namussuzlar, sizin izzeti nefsiniz yok mu? Hem tövbe edip hem sigara tüttürüyorsunuz? Ayıp ayıp” dedi.

Arkadaşlarından biri hemen atıldı, “Ula Hacı Yusuf, biz sana tövbe ettirmesek sigara içmekten sen öleceksin. Biz de arkadaşımızı kaybedeceğiz. Sana tuzak kurup yemin ettirirken, bizler birer ayağımızı sana göstermeden kaldırdık. Bu yüzden yeminimiz kabul olmaz” dediler. Hacı Yusuf başını sağa, sola çevirdi. O gece, başka gece ve günler sigara hasretiyle geçiyor, yeminden dolayı içemiyor, ama içenlerin yanından da ayrılmıyordu. Uykularına kabuslar giriyor, ettiği yeminden dönmenin el altından çarelerini arıyordu. Güvendiği sırdaş arkadaşlarından biri ona Kırşehir'de Müfüt Hocayı salık verdi. O yıllarda Müfüt Hoca Kırşehir ve çevre illerde nam salmış, dini bütün, itikat sahibi biri olarak tanınıyordu. Derdi, maruzatı olanlar kendisine başvurup çare umuyordu.

Hacı Yusuf, bir işi dolayısıyla şehre geldiğinde araya sora soluğu Müfüt Hoca'nın yanında aldı. Olanları tek tek anlatıp kendisinden aman diledi, ama Müfüt Hoca, “Hacı Yusuf bak yeni hacdan gelmişsin. Büyük yeminin telafisi olmaz. Sineye çekip sigara içmeyi bırak. Adını dahi anman senin cehennemde cayır cayır yanmana sebep olur. Bunun için bir daha beni rahatsız etme. Soracağın, yardım edeceğim başka bir şey varsa söyle benim acele işim var” der.

Hacı Yusuf’un, adeta hayalleri yıkılmış güvenerek geldiği kapıdan eli boş dönmenin verdiği eziklikle başı döner gibi olmuştu. Güz ayı gelmişti. Köydeki çobanlardan Codalın Gadir, Gogu, Arzının Alısman, Çopür, Kötü Ahmet, Mercan’ın Mehmet gibi çobanlarla davar gütmeleri hususunda anlaşamamışlardı. Güz çobanlığı yaz çobanlığından farklı olurdu. Kış erken gelirse davar sahibi, geç gelirse çobanlar zarar ederdi. Ol görüp orta yol bulunamamış bu yüzden Yeşiloba köyünden bir çobanla anlaşmışlardı. Yanına da araziyi ve yaylım yerlerini öğrensin diye bir haftalığına köyden bir çeltek (yardımcı çoban) tuttular. Yeşilobalı cin gibi çobandı. Bir hafta içerisinde yaylım yapılacak yerleri ve adlarını, hayvanları sulayacak çeşmeleri tek tek su gibi ezberlemişti. Çobanın yanında öyle bir köpek vardı ki hem sürüyü kurttan koruyor, hem de adeta bir çoban gibi onları bir alttan bir üstten çeviriyor, davarın dağılmasını önlüyordu.
Geçen zaman içerisinde çoban köpekteki bu meziyetleri öğrenmiş, bulduğu alıç, buş kurnu (kuşburnu) gibi ağaçların gölgesinde horul horul uyku çekiyordu. Köpek, köpek değil, adeta bir çobandı. Bunu bilen adam hanımını ve çocuklarını çok özlemişti. Acaba bırakıp gitsem sürüye bir şey olur mu diye derin düşünceler içerisindeydi. Ağaları nasıl olsa daha dün gelmişler, eksiğini gediğini tamamlamışlar, belki iki üç gün yanına gelmeyebilirlerdi. Ani karar verip sürüyü köpeğe teslim ederek hızlı adımlarla köyün yolunu tuttu. Hesaplarına göre nasıl olsa ertesi günü sabah saat 8-9 gibi sürünün başında olurdu. Hacı Yusuf'un aklına ne düştü bilinmez, çoban acemi, belki davarı canavara (kurta) kaptırır şüphesine düştü.

Her ne sebepse soluğu dağlarda aldı. Bir de baktı ki ne görsün, çobanın heybesi yerde yatıyor. Eşek yok, heybenin başında aç tilkiler dolaşıyordu. Kurt deresinden küçük maden deresine, büyük maden deresinden Tereliye kadar sürü herhalde canavarın hışmına uğrayıp kaçmış olmalı ki, pirem pirem (dağınık) olmuştu. Şaşkınlığı öfkeye dönmüştü, eli ayağı feldirdemeye (titremeye) başladı. Meğer ki köyüne giden çobanın çocuğu hastalanmış koyunu moyunu unutmuş çocuğunun derdine düşmüştü. O anda Hacı Yusuf'un aklına çobana getirdiği azık ve içindeki tütün düştü. Ettiği yemin falan aklında değildi. Sarıp yakınca bir nefes çekti, “ULAN MERET, SEN HÂLÂ SEKİZ SENE EVVEL Kİ TADINDA MI DURUYON” diye gürledi.

NOT: Hacı Yusuf sigarayı ölünceye kadar izmaritini yercesine içti. soy ağacı ile bilgileri Hacı Hüseyin'in torunu Öğretmen Bilal Düzgün vermiştir. Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

+++++++++++++++++++++++++
ÇERÇİYE ŞAKA

 

10/11/2011

Hasan, askerden tertiplerinden daha erken terhis oldu. Meşhur Dalgara Savaşları’nda (!) bir Dalakçılının mavzerinden önce taşa, sonra bacağına isabet eden mermiyle yaralanmış, kaldırıldığı Ankara'daki bir hastanede tedavi olmuştu. Aradan geçen bir müddet sonra askerliği gelen Güdük İreşid'in Hasan, tekrar Ankara yollarına düşer. Acemi ve usta birliklerinde görev alır. Askerliğinin bitimine bir müddet kala KORE harbi patlak verir. Kore'ye gitmeyi istemediğinden kendisini çürüğe ayırtma telaşına düşer. Bacağındaki mermi yarasının yıllar geçse de kendisine yürümesinde zarar verdiğini, mevki asker hastanesinde muayene olduğu doktora anlatıp, aman diler. Yedek subay olan doktor bunu kabul etmese de Hasan, Yılmaz doktorun hanımını bulur; babasının tek oğlu olduğunu ölürse ocaklarının söneceğini, Kore'yle bizim ne işimiz var diye yalvarıp yakarır. Hanımının baskısıyla doktor onu çürüğe ayırır.

Hasan da odadan ayrılıp teşekkür ederken doktorum “Dile benden ne dilersen” der, o da çık dışarı diye azarlasa da ısrarlara dayanamaz. Bir oğlun olursa adını Erdoğan koy der. Hasan'ın çocuğu olunca oğluna (bana) bestekar Dr. Erdoğan Berker'in adını koydu. Askerden gelince düşünür taşınır babadan kalma ahırı biraz tadilat yaptırıp içine birkaç masa sandalye atar. Arkadaşı Yağcı Hacı'nın oğlu Ömer'i de kendisine ortakçı edip köyde kahve açarlar. O yıllarda köylerde kahve yoktu. Bundan dolayı diğer köylerden de müşterileri oluyordu. Hasan, kışın kahveyi Ömer'le çalıştırıyor, yazın da Alimarların İreşid'le ortak aldıkları biçerdöverle ekin biçmeye gidiyordu. Biçer çok arıza yapıyordu. Biçeri sattı, kahveyi de Ömer'i ayırıp tek başına çalıştırmaya başladı. Kahvenin su ihtiyacını yeğeni Yaşar testilerle yukarı pınardan sağlıyordu. Çay ocağında odun, kömür yakıyor, onu da Özbağlı Çapkın Yahya eşeklerle Çiçekdağı'ndaki kömür ocaklarından çalıp getiriyor, Hasan'dan ücretini alıyor, Yahya'da bu yoldan geçim sağlıyordu. Altmışlı yılların başlarında Almanya'ya işçi akını başlamış, bu da kahvenin işlerini aksatmıştı.

Bağ damlarında zar atanlar artık zar kiralamaya ona gelmiyor, civar köylerden gelen kumarcılar ayağını çekmiş. Akşamları masalarda domino, blum, pişti, altmış altı gibi oyunlar oynanmıyor, gelen üç beş kişi de Almanya'ya gitmenin yollarını arıyordu. Bu durumda Hasan kahveyi bacanağı olan Fedaker'e beş kuruş almadan devretti.

Fedaker'in asıl adı Raşit'ti, ama kimseden bir şeyini esirgemeyen, arkadaş için can feda eden, neyi varsa herkesle paylaşmayı seven fakir bir kişiydi. Hasan, gerek kahveden kazandığı, gerekse birkaç lira birikimiyle kardeşi Tahsin'le köyden Bal Mehmet, Danacı Halil, Apo ile ortaklaşa büyükbaş hayvan alım-satımı yapmaya başladı. Bunun yanında kardeşi Tahsin'le köyden mercimek, buğday, arpa, nohut, zeyrek gibi tahılları üreticiden alıp tacirlere satıyor iyi de para kazanıyordu.

İyi niyetindeki bir anlık dalgınlık ona pahalıya mal oldu. Bir kamyon mercimeği Mersinli bir tüccara kaptırdı. Hem mercimekten oldu, hem de Mersin'e gelgitlerden dolayı çokça yemek, yol, otel parası ödedi. Almanya'ya gidecekler ona ödünç paraya geliyorlar, elleri boş dönmüyor üç beş lira fazlalık olan bir senet imzalayıp pasaport işlemlerine başlıyorlardı. Çekemeyen bazı köylüsü ve çevre köylüler ona faizci Hasan lakabını taksalar da şimdiki variyetlerinin arkasında onun olduğunu inkar etmezler. Hasan böylelikle gerek biçerdöverden, gerekse Mersinliden ettiği zararı bir nebze çıkarmış oldu.

Hasan'ın büyük ağabeyi Adana Sümerbank'ta çalışıyor, ayrı zamanda Denizli DP İlçe Başkanlığı’nı yürütüyordu. Ara sıra Hasan Adana'ya gidiyor, gidiş gelişlerinde tabanca, tüfek, mermi gibi şeyleri alıp satıyor geçimini sağlıyordu. Bu gidiş gelişlerinde ufku açılıyor, yavaş yavaş çemberini kırıyordu. İhtilal olmuş tüm Demokrat Partililer gibi ağabeyi Rıza'da kıyıma uğramış, işinden atılmış, geçim sıkıntısına düşmüş, bir deri bir kemik kalmıştı. İhtilaldan önceleri hemşehrisi Avukat Celal Tekiner'in yasaklanmış kitaplarını satıyorsun diye polis üstünde baskı kurmuştu, ama partiden dolayı bir şey yapamıyorlardı. Şimdi ise parti yok her gün bir bahaneyle götürüp sorgu üstüne sorguya çekiliyordu.

Hasan, o zamanki adı Tatarlar Mahallesi Göçmen Evleri denen yerden bir ev satın alıp ağabeyinin göçünü Adana'dan getirdi. Kendisi daha şehre taşınmamıştı. Erdoğan da ilkokulu bitirip, ortaokula başladı. Üç yıl amcasının evinde yatıp kalkıp ortaokulu bitirdi.
O yıllarda Karacaören'in muhtarı Hamid'in Kadir, baş azası da Hasan'dı. Karacaören'de büyük hamleler başlamış, eski okula ilaveten yeni okul binası, yollar, Ağaçalı denilen yerden getirilen suyla çeşmeler yapılmıştı.

Şehrin kalburüstü adamları, müdürleri, Vali'nin başkanlığında her hafta köyde soluğu alıyorlardı. Aradan geçen zaman içerisinde muhtarlık süresi bitmiş yeni seçimler yapılacaktır. Kadir Almanya'ya gideceğini Hasan'a söyleyip, “Aday olmayacağım aday sensin” der, yapılan oy sayımında Lüks Soner yanar derken Hasan Kara Sali'ye dört oy farkla seçimi kaybeder.
Aslında bu kaybedişi ileri ki yıllarda Hasan ve çocuklarının istikballerinde kazanca dönüşecektir.

Hasan, Adalet Partisi İlçe Teşkilatı Yönetim Kurulu’nda görev yaparken aynı zamanda Ziraat Odası’na yönetici seçilir. Bu yüzden artık bir ayağı Kırşehir'dedir. Araç sorunu yoktur, köyden Deli Şoför İbrahim'le ortak minibüs almışlar şehir-köy arası taşımacılık yapıyorlardı.
O yıllarda Ziraat Odası Encümen toplantılarına katılırken Etem Cihan'la tanıştı. Önceleri Etem Cihan, Millet Partisi Belediye Meclis Üyesiymiş, Belediye Başkanlığı'na aday olmuş seçimi kaybetmiş. İki oğluyla (Yaşar-Sayit) Belediye Sarayı’nın altında ayakkabı ticareti yapıyorlardı.
Etem Cihan, Hasan'ın ticari hayatının noktasıdır. Ziraat Odası ya da AP toplantılarından çıkınca doğru şimdiki Ahi Evran Camii'nin üstünde Ankara Caddesi yolu kenarında bulunan Zümrüt Pasta Salonu'na uğrarlardı. Soğuk sıcak bir şey yer içerler, oranın sahipleri olan Hasan Yavuz ve Ali Bakla’yla sohbet ederlerdi. Gidiş-gelişlerinde sohbetleri ahbaplığa sonra da iş ortaklığına dönüştü. Bir süre sonra Etem Cihan, ortaklıktan ayrılıp hissesini Rıza Bostan'a devretti. Dört arkadaş şimdiki tarihi Sülükçü Konağı yanındaki Ziraat Odası altını kiralayıp bir pastane daha açtılar. O yıllarda Vali ve müdürler böyle düzenli bir yer olmadığından misafirlerini ağırlarken güçlük çekiyorlardı. Şimdi rahatlamış oldular, pastanelerin ikisi de dolup taşıyor, garsonlar iş yetiştiremiyordu. Bir müddet sonra iki Hasan Kale eteğindeki pastaneyi diğer ortaklarına fark verip aldılar. Çevre dükkanlar olsun, pastanenin içi olsun müşterilere çay yetişmiyor, Fedaker ocakta buram buram terliyordu.

İçeriye çay semaveri konmuş Hasan'da, Fedaker'i başına dikmişti. Pastane çalışanları Raşit amcalarını seviyor, şaka yapmadan duramıyorlardı.

Karacaören'de kimi kişiler canlı hayvancılık alım-satımı yaparken, bazıları da köy köy gezerek çerçilik yapıyordu. Gezginci çerçiler at arabalarıyla eşeklerle gezer genelde bakkaliye malzemeleri satarlardı. Bunlar Çolak Irza, Hamid'in Ali, Goca Mehmet, Bekir (Lakapsız olmaz) Ali Çavuş’un Ali, Müdür'ün Ziya, Goca Bektaş gibi kişilerdi. Çerçilik çadırlı at arabalarıyla ta Nevşehir'den gelen kişilerce daha çok yapılırdı. Onlar bakkaliye (Matak) malzemesi haricinde kap, kaçak, lastik, ayakkabı gibi şeyleri yün veya eskilerle değişim yoluna giderlerdi. Karacaören'de gerek Almanya'ya akım, gerekse çerçilerin yaşlanıp ölmesiyle yapanlar azalmıştı, Goca Mehmet'le Bekir hem akraba, hem de arkadaştılar. Anlaşıp Skoda marka bir araba aldılar. Şoför olarak da Haliğ'in Necati'yi tuttular. Şimdi köylere daha rahat gidiyorlar, at bağlama, yem verme gibi sorunları olmuyordu.

Necati, Ankara'da yetiştiği için oraları iyi biliyor bakkaliyeyi daha ucuza alıyor, bunun yanında çorap, çamaşır gibi giyecekleri de çeşitlerine katıyordu.

Yağcı Hacı'nın Ömer yanında taşıdığı altın, gümüş, saat, erkek ve bayan giysilerini satar karşılığında köylülerden el dokuma halı, kilim yastık, tabanca gibi şeyler alırdı. Hasan, pastanedeyken köylü bir müşteri gelip masaya oturdu garsonlara isteklerini söyledi. Bir müddet sonra Hasan da varıp masasına oturdu. Hoşbeşten sonra müşteriyle sağdan soldan konuşuyor, onun samimiyetini kazanmaya çalışıyor, adama sorular soruyordu. Bir yandan lokmaları atıştıran müşteri, bir yandan da soruları cevaplıyordu. Bir müddet sonra adam köyüne gideceğini söyleyip hesap istedi. Hasan'ın aklına bir muziplik yapmak geldi. Hesabı ödemekle meşgul olan adama nereli olduğunu sordu, ondan da (…) köyden olduğu cevabı aldı.

- Hemşehrim sizin köye çerçiliğe gelen Bekir ile Goca Mehmet'e hiç rastladın mı? Onları tanır mısın?

- İyi tanırım, temiz insanlar, hayırdır derken sanki bir şey varmış gibi pür dikkat gözlerini Hasan'ın dudaklarına dikti.
Hasan söze devam etti.

- Bunların güya sizin köyde dostları varmış, öyle hovardalık yapıyorlarmış ki, ben inanmadım, ama geldiklerinde bana katıla katıla anlatıyorlar. Sen böyle bir şey duydun mu? Acaba bunun aslı var mı?

Adam hayır, duymadım, görmedim deyip hışımla pastaneden ayrılırken, paranın üstünü almayı, Allah'a ısmarladık demeyi akıl bile edememişti.
Hasan Yavuz da, gerisin geriye onları dinliyor işiyle meşgul olurken bıyık altı gülüyordu.
- Hayırdır ortak, yine ne dümenler çeviriyorsun?
- Merak etme ortak, on ve on beş gün sonra kokusu çıkar. O zaman anlarsın derken gözleri ışıl ışıldı.

Gülüştüler.

Aradan birkaç hafta geçti geçmedi çerçiler toptancıdan matak almaya şehre gelmişlerdi. İşleri bitince Hasan'la hesaplaşmak için pastaneye uğradılar. Bu gelişleri diğer gelişlerine benzemiyor, suratlarından düşen bin parça, adeta sirke satıyordu. Hoşbeş neşesiz yapılmış, gelen çaylar iştahsız içilirken ortalığı “Ula Hasan. Şu bize yapılır mı? Utanmıyor musun bizim ekmeğimizle oynamaya?” diye gürleyen Goca Mehmet'in sesi kapladı.

Durumu gören garsonlar başta Külüyüklü Hasan Şahin olmak üzere tedbir alarak hemen adamların etrafını çevirdiler. Ne olur ne olmaz gelen iki dev gibi adam belki Hasan ağabeylerini dövebilirdi. Hasan garsonlara yerlerine geçmelerini isteyen bir işaret çıktı.
Onlar da işlerinin başına döndüler. Hasan'ın uyguladığı plan yürümüş, köyüne dönen köylü durumu eksiksiz anlatmıştı. Onlar da bu namus işi, bugün bende, yarın sende, işin dedikodusu çıkar başka köylere rezil oluruz, çerçilere iyi bir ders verelim diye aralarında karar alırlar. Goca Mehmet ile Bekir, o köye vardıklarında ne olduğunu anlamadan eli sopalı adamlar birden etraflarını çevirmiş, eşek sudan gelinceye kadar sopadan geçirmişlerdi.

Adamlar hemen vuruyor hem de pastacı Karacaörenliye öğünürsünüz öyle ha diyerek kendilerine laf atıyorlardı. Meseleyi anlamışlar, ama meramlarını anlatıncaya kadar da epey sopa yemişlerdi. Hasan'ın çok iyi bir arkadaşı olduklarını, onun bu tuzağı kendilerine hazırlamış olacağını anlatıncaya kadar dillerinde tüy bitmişti. Bütün Karacaörenliler gibi çerçiliğe gittikleri köylerde de olay zamanla duyulmuş herkes onlarla dalga geçer olmuştu. Yüzlerindeki morlukları bir müddet saklamaya çok gayret ettiler.

Hasan ile Ömer iki fakir aile çocuğu olup, elde avuçta bir şeyi olmayan tek sermayeleri cesaret olan kişilerdi.

Hayatla mücadeleyi kazanmışlar sıfırdan bu günlere gelmişlerdir. Son yıllarda Ömer Nami adında bir oğlunu kaybetmiş, bir süre sonra da oğul acısına dayanamayan hanımı ölmüş, Ömer için zor günler başlamıştı. Bir zaman sonra kendisini toparlayıp evlenip Ankara'ya göç etmiştir.
Muzipliğe doymayan Hasan (……) köyünden pastanesine gelen tanıdığı bir müşterisine Mehmet ile Bekir'e uyguladığı oyunu Ömer için denemiş, başarılı da olmuştur. Ömer gittiği köyde kendisini bekleyen kalabalığı müşteri zannetmiş, verdiği selam havada kalmış, aniden beyninin zonkladığını hissetmiş, ondan sonra inen sopaların verdiği acıyı uyuştuğu için duymamıştı bile.

Ömer uyanık biriydi. Mehmet ile Bekir'e oynanan oyundan haberliydi. Durumu zar zor anlatıp paçayı kurtarmasını bildi.

NOT: Ben bu hatırayı Ömer amcamın ağzından duyduklarımı güzelleştirip naklettim. Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmıyorum.

+++++++++++++++++++++++++++
TERZİNİN DÜVENİ

 

31/10/2011

Arif'in Haceli Karacaören'de çiftçilik ve hayvancılıkla geçimini sağlayan, o döneme göre kimseye muhtaç olmadan ayakta durabilen, az buçuk misafir kabul edebilecek odası bulunan, yerine göre ağa sayılabilecek bir kişi idi. Samanlığı büyük olduğundan samanının ihtiyaç fazlasını oğlu Hacı'yla hayatında hiç evlenmemiş, köylünün adını sadece lakabıyla bildiği kardeşi Hüsnü'yle (Bücü'yle) şehre ya da çevre köylere gönderip satardı. Oğlu Mehmet küçük olduğundan işin ucundan tutmaz, aklı, fikri okuyup öğretmen olmadaydı.

Hacı'nın şehirde bir işi çıkmıştı. Orada satarım diye at arabasını çetene çevirip içine saman yüklediler, atları koştular, tam evden çıkacaklar, Bücü’yü arılar soktu. Birden kafası, gözü şişti ki o vaziyette de şehre gidemezdi. Güdük İraşid'in Hasan'la Hacı ta çocukluklarından beri yedikleri, içtikleri ayrı gitmeyen iki arkadaşlar. Öyle ki öyküde başlarından geçecek olaydan birkaç yıl sonra kader onları Ankara Etimesgut'ta asker arkadaşı da yapmıştı.

Emmisi Bücü'nün şehre gidemeyeceği anlaşılınca Hacı koşarak soluğu arkadaşı Hasan'ın yanında aldı. Ona durumu anlattı. Bunu kabul eden Hasan şehre gidiyoruz, üstümüze başımıza bir çeki düzen verelim tıraş olalım, böyle gidilmez dedi. Öyle de yaptılar. Saman yüklü çetenin üstüne bindiklerinde geriden pırıl pırıl parlayan gençlere kızlar gıpta ile bakıyorlardı. Taşlı Kervansaray dağ yollarından birçok devrilme tehlikesi atlatarak Dutlu Çeşme'den şehre girdikten sonra Cacabey Camii meydanına ulaştılar. Vakit öğleye az bir zaman kalmıştı ki, iri yarı, tuttuğunu un eden cinsten bir adam yanlarına geldi. Üç aşağı, beş yukarı adamla anlaşıp evin yolunu tuttular.
Samanlığın deliğine Hacı arabayı yanaştırırken Hasan da ona yardımcı oluyordu. Yabayla delikten samanı samanlığa atarlarken aksi gibi çıkan rüzgar üstlerini, başlarını adeta sarıya boyamıştı.
İş bitince adam elini cebine atarken bir yandan da aksi aksi sırıtıyordu. Hacı avucuna tutuşturulan parayı saydığında verilenin konuşulandan az olduğunu fark etti. Hacı itiraz ettiyse de, adam “Samanını geri al lan. Öyle konuştuk. Şimdi bana polis çağırtmayın” diye artıklık sattı. Üstleri başları saman dolmuş ona mı yansınlar, eksik aldıkları paraya mı? Öfkeyle bindikleri arabayı İkizarası’na sürdüler.

İkizarası, şehri ikiye bölen iki tarafı kavak ağaçlarıyla süslenmiş, çayırların yeşile boyadığı bir yerdi. Hacı atların iplerini kavak ağaçlarına bağlarken atlar otlamaya başlamışlardı bile. Dereye inip bir güzel yıkanırlarken uzun bacaklı beyaz donları adeta birer balon gibi şişmiş, kendileri gibi suda yıkanan şehirli klot ya da mayo giyen gençlerin ve çocukların gülüşmelerine yol açıyordu. Dışarı öğleyi geçmiş, karınları epey acıkmıştı. Hacı atların başını beklerken Hasan çarşıya gitti. Uğradığı bakkaldan biraz çemen, birkaç somun ekmek, iki kilo Nevşaar üzümü, biraz da üzümle iyi gider diye teneke peyniri satın alıp çıkarken köylüsü arkadaşı Fedaker'le burun buruna geldi. Beraberce Hacı'nın yanına gittiler. Fedaker, bir aydır şehirde bir çay ocağında çalışıyordu. Hem lafladılar, hem karınlarını doyurdular.

Fedaker İreşit, nasıl olsa bir aydır şehirde kalıyor, gezip, tozuyordu. Hacı'yla Hasan atları ve arabayı ona emanet edip şehri ve çarşıyı şöyle bir gezelim diye yola koyuldular. O yıllarda esnaflar daha çok Uzun Çarşı ve eski heykelin olduğu Kale çevresindeydi. Hükümet binası ve Belediye, Ziraat Bankası da bu güzergah çevresinde yer alıyordu. Gezdiler, tozdular, biraz alışveriş yaptılar, yorulmuşlardı; bir terzi dükkanının önünde soluk alırken bir yandan da terzinin dikiş dikmedeki özenine, dikiş makinesinin çalışmasına, kalfanın ütü yaparken elini yakmasına, oradaki rengarenk dikilmiş pantolon, ceket, camadan gibi giyeceklerin askıdayken ütülü ütülü albenisine özenmişlerdi.
“Ben de nasıl olsa saman parası var, gel şuradan birer pantolon dikinelim” diyen Hacı dükkana girmişti bile. Hasan'da peşinden girdi. Selam verip hoş beşten sonra Hacı gösterilen kumaşlardan birini beğendi. Terzi, “Oğlum ben bunu bir metre on santim keseceğim, şu kadar paraya dikerim, ama sen önce parasını öde bakalım” dedi.

Hacı, pazarlık yapsa da fayda etmedi. Peki usta al paranı deyip masaya koydu. Parayı sayıp cebine koyan adam oğlum sen şuraya yat, ben ölçünü alacağım deyip dışarı çıktı. Hacı orta yere yatarken adam çıktığı kapıdan içeri girip eldeki mezura ile ölçü alırken kapıya doluşan çevre dükkancıların gülmekten salyaları akıyor, adeta ağızları gemden boşanmış gibi yırtılıyordu. Meğerse az önce dışarı çıkan terzi müşterilerinin toyluğunu anlamış bunu da komşularına haber edip seyir on para yapmıştı.

Terziden çıktıklarında Hasan olanlardan şüphelenmiş bunu Hacı'ya belli etmemişti. Hacı'ya, “Sen arabanın yanına git benim bir işim çıktı birazdan gelirim” diye yol verdi.

Hacı, köşeyi döner dönmez Hasan başka bir terziye girip pazarlık falan yapmadan bir kumaş beğendi. Terzi eline aldığı mezura ile Hasan'ın ayakta ölçüsünü alıp, oğlum pantolon için borcun şu kadar dedi. Hasan'da diğer köy delikanlıları gibi şimdiye kadar hep hazır giyindiği için ölçüyü o zaman tanıdı.

Terzinin ölçü alışı diğer terzininkine hiç benzemiyordu. O an olanlardan dolayı şok olmuştu. Usta vaa benim cebimde o kadar para yok, kusura bakma, babamdan alıp geleyim de borcumu öyle ödeyeyim diyerek dükkandan ayrılıp Hacı'nın yanına geldiğinde şaşkınlığı hâlâ yüzünden okunuyordu. Hacı nedenini sorsa da bir şey demedi.

Vakit akşama yaklaşıyor, hadi hemen yola çıkalım deyip Fedaker İraşit'den müsaade alıp Karacaören'in yolunu tuttular. Aradan bir yıl geçmiş harman sürme zamanı geldiğinden köye kamyonla düven satmaya gelen kişilerin başı çiftçilerle doluşmuştu. Hasan, kamyon başındaki kalabalığı görünce bu nedir diye merakla oraya yöneldi.

Köylüler beğendiği düveni satın alıp sırtladığı gibi evinin yolunu tutarken, iri kıyım düvenci bir yandan parayı cebe indirirken öbür müşteriye laf yetiştiriyordu.

Hasan bu adamı bir yerden çıkaracağım, ama kimdi, kimdi diye hayıflanırken birden beyni dank etti. Hacı'yı yatırıp ölçü alan terziden başkası değildi bu dürzü diye iç geçirdi. Bu yaptığının hesabını terzi muhakkak ödemeliydi.

- Amca dedi, ben Abdulla'nın Yusuf ağa denen bir adamın yanında çalışan çiftçiyim. Kendisinin çok ağır misafirleri var, bu yüzden gelemedi. Beni üç şahlı düven almam için gönderdi. Yalnız düveni görmeden almam diyor. Benim ayağımda kurşun yarası var, sana yardımcı olamam derken pot kırmamaları için oradaki köylülerine işaret etmeyi ihmal etmiyordu.

Madem düveni alacak ağa imiş, beş fazlaya satarım diye düşünen dövenci-terzi döveni sırtladığı gibi Eski Camii’nin önünden uzatmalı yollardan geçerek Hasan önde, o arkada Abdulla'nın Yusuf'un evine vardılar. Dayı sen burada bekle ben ağama haber vereyim diye çatal kapıdan giren Hasan beş dakika sonra geri döndü. Ağamı misafirleriyle Keloğlan davet etmiş, oraya gitmişler. Tekrar düveni sırtlayan adam arkada, Hasan önde tısıl tısıl Keloğlan'ın evine vardılar. Düveni adamın sırtından indirmeye yardım eden Hasan; dayı sen bekle ben ağama haber edeyim. Hasan beş altı dakika sonra döndüğünde, “Ağam Deli Yusuf'ların odasına gitmiş, oraya gitmemiz gerekiyor” dedi. İki evin arası bir kilometreden fazlaydı. Düveni sırtlayan adam neredeyse dokunsan ağlayacaktı.

Yürüdükleri yol dikine gidiyordu. Oğlum bana yaptığın bu zulüm Allah'tan revamı diyen adamın şikayetleri nefes alamadığından karnından geliyordu. Soluk, soluğa eve vardılar.

Hasan oradan da eli boş gelince düvenci ter su içerisinde kalan yüzünü mendiline silerken yaptığın çok ayıp yavrum, ağan bu kadar gezginci mi nedir diye çıkıştı.

Dayı senin yerde arkadaşımı yatırıp ölçüsünü alırken toplananları güldürmenin yanında benim sana yaptığım az bile. Hasan yine de duramayıp acıma hissiyle düveni kendisi sırtına alırken terzi yaptığından utanmış teri gözyaşlarına karışıyordu.

Bu terzi-dövencinin kim olduğunu babama her sorduğumda bildiği halde söylemedi!

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek, mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

++++++++++++++++++++++++++++++++++
BANA GADAK DADANDI

 

22/10/2011

Vakit akşamı çoktan geçmiş dışarısı neredeyse zifiri karanlığa bürünmüştü. Yolcular tam Boztepe Mezarlığı'ndan geçerlerken geceyi yaran seslerle birden irkildiler. Ürken eşekten düşüp, belki kolunu, bacağını kıranlar olmuştu. “Yürüyün arkadaşlar şuradan Karacaören'e yetişelim” diyen Fayığın gür sesiyle kendilerine geldiler. Yerköy ofisine buğday satıp gelen Dalakçılılar vakit akşam ezanına yakın Boztepe'ye ulaşırlar. Aç ve yorgundurlar.

Söylediklerine göre köyde çalmadık kapı bırakmazlar, ama kimse onları misafir almaz. Ümitsiz ümitsiz Dalakçı’ya dönerlerken Boztepe çıkışındaki mezar taşlarına Fayık eline geçirdiği koca bir taşla vururken “Ulan dürzüler sağlığınızda sizde mi misafir almazdınız?” diye bas bas bağırıyordu. Karanlıkta kendisi gibi aç ve bitkin eşeğini bulması hiç de kolay olmadı. Sabah Kırşehir'e gitmek için atına, eşeğine binen köylüler akşama doğru Karacaören'e ulaşırlar, o geceyi misafir ağırlayan odaların birisinde geçirirler, sabah yollarına devam ederlerdi.
Kırşehir'den akşama yakın yola çıkanlar da Karacaören'de geceyi geçirip sabah köyünün yolunu tutardı. Köylerde kolay kolay her adam oda açıp misafirlere hizmet edemezdi. Bu iş ağa işi, dolayısıyla paralı ağa işiydi. Misafirlerin yatıp kalkmaları için oda altlarına yatmak için yastık, döşek, yorgan, önlerine gece-gündüz sinilerle yemek servisi, hayvanlarının kalması için ahır ve bunun yanında yemi, suyu, bir de bunların hizmetinde olacak kişi ve kişileri temin etmek zor işti.

Karacaören'de bu işi gönüllü yapan oda sahipleri misafirden para, pul talebinde bulunmaz, ona hürmetin ve hizmetin en iyisini yapmaya çalışırdı. Bu odaların başında Hacı Mustafaların odası, devamın da Codal'ın Mustafa'nın, Kürdün Halil'in, Kürdün İbo'nun, Tayır Hoca'nın, Keloğlan'ın, Hacı Nuru'nun odaları gelirdi. Kış günleri oda sahipleri yaz ayına göre daha çok sıkıntıya girerlerdi. Yazın ne de olsa dışarıda yatan hayvanlar kışın ahır almadığından konu komşunun ahırına bağlanırdı. Odaların ısınması için soba, mangal gibi ısıtıcılar yakılır, yakacak sıkıntısı hane sahibine sorun olurdu. Dalakçı'dan Karacaören'e misafir gelenler köyün girişinde evi bulunan Cennet İrbaame selam verip geçerlerken odası olmayan İbraam buna çok üzülürdü. Zamanla o da modaya uyup bir misafir odası yaptırdı.

Yola dikilip haydi erkekseniz uğramadan geçin de size şöyle şöyle yapayım diye şakacıktan küfürler ederdi. Odayı yapmasına yaptı da oğulları Almanya'da olduğundan hizmet edecek adam bulamıyor, kimseyi doğru dürüst misafir edemiyordu. Keloğlan'ın odası köyün biraz dışında olduğundan oraya ancak boş oda bulamayanlar gelirdi. Bir iki misafiri kabul eder sonra gelenleri Çifte Fenerli Güdük İreşidin odasına gidin diye salık verirken bıyık altından gülerdi. Çünkü arkadaşı olan Güdük İreşid'in bırak odasını, fenerini gaz lambasında yakmaya gazı bulunmayan fakir biri idi.
Akşam gelen misafirlerin hizmetleri yapıldıktan sonra ortadaki mangalın üzerinde pişirilen kahveler höpürdetilirken eğer odanın bataryalı radyosu var ise önce ajans dinlenir sonra ona göre yorumlar yapılırdı. Ajanstan son radyo kapatılır, kendi aralarında muhabbetler başlardı. Kimi duyduğu güreş tefrikalarını ballandıra ballandıra anlatır, bir başkası Çerkez Etem'den, Yörük Ali'den, Koroğlun'dan, Demirci Mehmet Efendi'den bahsederken bir bilgiçlik edasıyla dinleyenlere hoşça vakit geçirmenin gururunu taşırdı. Odaya eğer bir imam geldiyse dini soruların arkası kesilmez, arada da hocam aya gidilir mi, gidilmez mi diye merak giderilmeye çalışılırdı. Kahveye gidemeyen köyün yaşlıları da buralara uğramadan edemezlerdi. Bunlardan durumu fakir olanlar olursa bazen oda sahibinin şakalarına maruz kalır, ceket veya pantolonundaki yamalığın hangi giysiden kaldığını sorup gülüşmelere neden olurlardı. Keloğlan'ın odasına misafir olan bir aşık, çay biraz gecikince içmeden yatacağım zannederek, “Atıma koydun bir çerik arpa, başına taktın koca bir torba, bir bardak çaya beni değiştin Keloğlan” diye sazıyla sözünü bağlarken çaylar ortaya gelmişti bile. Akşam namazından sonra cami dağılırken, “Beni misafir alan yok mu?” diyen birini Potturmacın Mustafa evine davet eder. Gerekli ikramını yapar. Sabah uyandığında, “Akşam paramı saydım şu kadardı, şimdi saydım şu kadar eksik” diyen misafire aslında zengin olan Mustafa, “İftira etme dese olmaz. Deşirci bu, gittiği yerde beni satar korkusuyla al şu yirmi lirayı da ağzını kapat” der. Ertesi yıl o deşirci yine köye geldiğinde parasını muhtara teslim edip evine öyle misafirliğe götürür. Gerek çevre köylerden, gerekse Nevşehir'den çerçiliğe gelen insanlar odalara çekilirken arabalarında satmak için getirdikleri mataklara köyün çocukları zarar vermesin diye oda sahibince bekçi tutulurdu. Canlı hayvan alım-satımıyla uğraşan Karacaörenliler gittikleri köylerde misafir olurlardı. O kişiler de köye geldiklerinde genelde odalara gitmezler, kendilerine misafir olan kişilerin evlerinde kalırlardı.

İllaki gelen misafirler odalarda kalacak diye bir kural yoktu. Karacaören'de her hane misafir odası olsun veya olmasın misafir kabul etmeyi severdi. Bu kişilerin başını Ağa'nın Mehmet Ağa çekerdi. Çalışmayı pek sevmez, iyi giyinir, güzel konuşur görmüş geçirmiş biriydi.
Bonkörlükte başta gelir, oturdukları kahvede çay parası için kimseye elini cebine sokturmazdı. Zamanında bir ağa çocuğu olduğundan ağalığı elinden bırakmaz, bu huyundan dolayı da köylüler ona GADAK derlerdi. Gadak Mehmet babadan kalma tarlaları satarak ya da kiraya vererek, olmaz ise terhin koyarak buradan gelen paralarla geçinirdi. Zamanla musluğun suyu kurumuş fakirleşmişti. Ama huylu huyundan vazgeçmez misali gördüğünden geri kalmaz, köye gelen misafirleri her kim olursa olsun elden önce karşılayıp evine buyur ederdi. Gelmemekte ısrar eden misafire de “Essek amcana karşı mı geliyon” diye şakacıktan kızardı. Gelen misafirler onun evine gitmeye, yük olmaya artık utanır olmuşlar, başkalarının davetini bekliyorlar, ama Ağa'nın Memmedağa adeta onları sürüklercesine evine götürürdü. Bu kişilerden biri de Dalakçılı Tosun’un Çavuş denen adamdı. Tosun’un Çavuş köyünde bir oda sahibiydi. Gelenleri ağırlar, yerine göre para, pul gibi ihtiyaçları olanlara yardımını esirgemezdi. Arada komşu köylere iş icabı gider, oralarda ağırlanıp iltifat görürdü. Ama onun sevgisi, muhabbeti diğer köylere oranla Karacaören'e daha bir başkaydı. Karacaören'e gidip döndüğünde morali düzelir, neşesine neşe katılmış olarak Dalakçı'ya gelir, şöyle iltifat gördüm, böyle ağırlandım diye köylülerine hava atar, onları kıskandırırdı. Bu durum yıllarca devam ederken sonradan çark tersine dönmeye başladı. Karacaören dönüşlerinde yüzünden düşenin bin parça, moralinin de bozuk oluşu köylülerinin gözünden kaçmıyor, nedenini de kendisine bir türlü sormaya cesaret edemiyorlardı.

Tosun’un Çavuş hırsından başka köylere gidiyorsa da Karacaören gibisi var mı diye iç geçiriyor, gittiği köyler kendisini tatmin etmiyordu. Köylüleri bir Karacaören dönüşünde yolunu çevirip, Tosun Çavuş, “Şu yemin üstüne olsun ki bize sendeki bu değişikliğin nedenini söylemezsen şuradan şuraya adım attırmayız” diye büyük vebal yüklediler.

Belki anlatırsam rahatlarım düşüncesine kapılan adam yavaş yavaş “Arkadaşlar bildiğiniz gibi benim Karacaören'de çok sevenim ve arkadaşım var” diye konuşmaya başladı.

- Onları Dalakçı’ya geldiklerinde en güzel şekilde ağırlarım. Ben de Karacaören'e gittiğimde onlar da beni ağırlayacak, ama daha mezerin başına varır varmaz Gadak beni kolumdan tuttuğu gibi alıp evine götürüyor. Otluğun (Gadağın hanımı) pişirdiği yumurtaları yiye yiye cücük çıkaracağım.

“BANA GADAK DADANDI” komşular derken ağlamamak için kendisini zor zapt ediyordu.

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

++++++++++++++++++++++++++++
KIVRATMADAN TERAVİH NAMAZI SELAMI

 

15/10/2011

1960'lı yılların başına kadar Karacaören'den dışarıya göçün çok az olmasından dolayı köy bayağı büyümüş, oturulan evler de bu yüzden kafi gelmemektedir. Boztepe yolu üzerindeki güneyin çayı denen bölgedeki arsalar üzerine evler yapılmış, şimdiki adıyla Bahçelievler Mahallesi oluşmuştu. Köyün var olan eski camisi köylüye hem dar gelmekte, hem de mahalleye uzak düşmekteydi.

Mahalleli kendi arasında bir heyet oluşturup başına Abdullah'ın Yusuf ile genç yaştaki Güldükireşidin Hasan'ı getirdiler. Cami yeri olarak Topçu lakaplı, oğlan çocuğu olmayan, yıllar önce ölmüş bir adamın hanımının, “Kızları itiraz etse de” gönlünü edip arsasını bedava aldılar. Hacıbektaşlı Şaban Usta'ya da işi ihale edip, gerek köylünün yardımı, gerek Hasan'ın Kırşehir'deki girişimleriyle toplanan paralarla cami birkaç yıl içerisinde hizmete girdi.
Caminin imamlığını da köyde bakkallık yapan eski caminin imamı Goca hocanın oğlu hafız lakaplı Mehmet ücretsiz üstlendi. O yıllar daha henüz devlet köylere imam tayin etmiyordu. Yeni camide ezan okumak bir meseleydi. Caminin minaresi yoktu. Çatı kenarına tutuşturulan bir yer yapılmış, ezan oraya çıkıp okunuyordu, gel gör ki ezan işini üç rakip hafız Mehmed'e düşürmüyordu. Gerek Balağın Hacı Hasan, gerekse emmioğulları Yaprı Hasan veya Zehni kulübeye çıkıp ezan okuma yarışına giriyorlar, bu yüzden vaktinden önce namaza durulduğu oluyordu. Karamıyalların İsmail emmi caminin baş cemaatiydi. Vakitlere ara vermiyor, ezandan önce camiye geliyor, duvarın dibindeki cemaatten kendisine bir yer buluyor, ezanın okunmasını bekliyordu. Artık yaşlanmıştı, bundan sonra kahveye yakışmazdı, iyi ki mahalleye bu cami yapılmış, kendisi gibi oraya toplanan yaşlılarla gelmişten geçmişten dem vuruyordu.
İsmail emmi, az olan tarlasında çok çalışan, az mahsulünü alan kanaatkar iyi bir çiftçiydi. Oğulları İhsan ve Mamo yetişip gelmişler çiftin ucundan tutarak yükünü azaltmışlardı. İsmail emmi kuru, sıska biri olmasına rağmen çok dinç ve çalışmakla yorulmayan bir yapıya sahipti. Yalnız onda kendisine dur, yeter artık, yoruldum, diyemediği, hiç ara vermeden başını bir sağa bir sola çevirme hastalığı vardı. Lakap takmada diğer köylere göre liderliği elinde bulunduran Karacaörenliler kendisine KIVRATMA lakabını takmışlar, o da bu sanıyla tanınırdı.

O yıllarda Almanya'ya işçi olarak gidiliyordu. Çiftçilik karın doyurmuyordu. İsmail emmi de bulup buluşturup iki oğlunu Almanya'ya gönderdi. Küçük oğlu Yaşar da artık yetişmiş, çift, çubukta kendisine yardımcı oluyordu. Aradan geçen yıllar içerisinde oğullarının gönderdiği paralarla evleri tamir edilmiş, gereğinde yenileri yapılmış, tek eksik vardı, hac farizesini yerine getirmek. Onu da öyle yaptı yapmasına da gel gör ki hacda hastalanmış, doğru dürüst ibadetini yapamamış, gittiği gibi geri dönüp gelmişti. Hacdan geldiği için köylü akın akın hoşbeşe geliyor, ikram edilen hurmaları yerken, üstüne de kaselerle sunulan zem zem suyunu höpürdetiyorlardı. Sigaraların biri yanıp biri sönerken odayı adeta sis basıyordu.

Meraklı köylüleri ona gezdiği yerleri, nasıl tavaf ettiklerini, Hacer Ül Evsed taşını nasıl öptüğünü, nerelerde namaz kıldığını, şeytana kaç taş attığına kadar her şeyi merakla soruyordu. Sorulardan sıkılan İsmail emmi başını bir sağa bir sola çeviriyor, atlatmalı kısa cevaplarla bazen lafı Arabistan'ın sıcağına getiriyor, bazen de ben olmayalı köyde neler oldu, kim öldü, kim kaldı diye sorulan sorulara soruyla cevap veriyordu.

Hoşbeşe gelenlerden muzip bir akrabası onun hac da hastalandığı için doğru dürüst ibadet yapamadığını hacı arkadaşlarından öğrenmiş, soru üstüne soru yöneltiyor, İsmail emmiyi terletiyor, bunaltıyor, içinden de sinsi sinsi gülüyordu. İsmail emmi durumdan çok rahatsız oluyor, “Ulan dürzü sanane benim haccımdan” diyecek oldu beceremedi, “GİTTE GÖR SENDE GÖÖÖR” diye yarı kızgın cevap verirken, belli etmediği öfkesinden başını daha çok çeviriyordu. Kalkınan köylü at arabasını kağnıyı bir tarafa atmış, kapılarında traktör, kamyon görünmeye başlamıştı. Bu yüzden çiftçilik kolaylaşmış, tarlalardan daha çok verim alınmış, kamyonlarla satım için Kırşehir ofisine taşınması kolaylaşmış, hem de araç sahiplerine ek gelir oluşmuştu.

Bu kervana İsmail emmi de katıldı. Almanya'ya oğullarına mektup yazmış gelen parayla traktör, ziraat aletleri, bir de ortak kamyon almış, kamyonun başında da Yaşar gidip geliyordu. Yaşar'ın şoförlüğü olmadığından (zaten o yıllarda köyde şoför yoktu) Çimeli köyünden bir şoförle anlaştılar. Adam iş dönüşü köyü dolaşıyor, evde beraber karınlarını doyurup yatma zamanı herkes odasına çekiliyordu.

Odaya her girişinde selam veriyor, mindere oturuyor, kendisine laf düşmezse bir şeye karışmıyordu. Yalnız İsmail emminin hastalığını bilmediği için başını sağ sola çevirmesinden çok rahatsız oluyordu. Acaba kendisine bilmeden bir kötülüğü mü, ayıbı mı olmuştu, yoksa arabayı hor mu kullanıyordu da adam kendisine bakıp bakıp aynı hareketi yapıyordu.
Daha fazla dayanamayıp odadan kendini dışarı atıp bir sigara yaktı, arkasından Yaşar'da fırladı, sigarayı tüttürürlerken şoför elinde tuttuğu anahtarı Yaşar'a uzatıp, “Arkadaş ben işi bırakıyorum. Baban bana bakıp bakıp bir şey demeden başını bir sağa bir sola...” sözünü Yaşar yarıda kesti, fazla zevzeklenme git erkencek yat da sabah şehre göç taşınacak babamda tik hastalığı var sen işine bak.

Oruç ayı geyindiğinde cami cemaati çoğalmış, yatsı ve teravih namazı için soğuğa aldırılmıyor, çoğu zaman cami dışında saf tutuluyordu. Çocuklar da büyükler gibi camiye gelip en arka sırada saf tutuyorlar, namazda güldükleri için cemaatin dikkatini çekerek namaz bozduruyorlardı. Bunların başını Eleyin Ali çekiyor, bu gibi yaramaz çocukları Kürdün Mamoo namazı bırakıp mezerin başına kadar kovalıyordu. Orucun başında Karadeniz Bölgesi’nden gezginci Laz imam gelmiş, hem namaz kıldırıyor, hem vaaz ediyor, köylünün verdiği fitre, zekat ve yardımlarla geçiminin hesabını yapıyor, tahsis edilen odalarda sırayla yatıp kalkıyordu. İmam çok gençti. Bir ara camideki kalabalıktan etkilenmiş, öğle namazını kıldırırken heyecanlanmış Elham'dan sonra koşulan zamlı süreyi okurken şaşırmış ve duraklamıştı.

Cemaatten muzip ve çok şakacı biri olan Etem amcanın çal Kulhu’ya hoca efendi nidasıyla kendine gelip zamlı sureyi hatırlamıştı. Yaşlılarla pek öyle haşır neşir olmuyor, teravih namazlarından sonra çağrılan odalara gidip onlara dini nasihatler vermiyor, sohbet etmiyor, daha çok köyün gençleriyle, öğretmenleriyle sohbet etmeyi tercih ediyordu. Bu yüzden gençler ve öğretmenler onu çok seviyor, akşam iftar yemeğine çağırmak için birbiriyle adeta yarışa giriyorlar, teravih namazında da imamın etrafında safa duruyorlardı. Bunların başını İsmail ağanın amcaoğlu öğretmen Mehmet Öztürk çekiyor, imama dini sorular soruyor, aldığı cevaplar karşısında sanki bunları yeni öğreniyormuş gibi yaparak alkış tutup takdirler yağdırırken, imama, soracağı önemli sorudan alacağı cevabın heyecanı içerisindeydi.
“Hocam bence namazlarda selam bayağı vakit alıyor, zaten yatsı ve vitir namazı uzun, bir de üstelik hızlandırılmış şekilde teravih namazı kılmak bayağı insanı yoruyor, bu yüzden köylü sabah işine geç kalıyor. Malum bizler memur kişileriz, gecikmemiz şikayet konusu olabilir, öğrencileri bekletmeyelim”  sevgili hocam diye söze devam etti.

- Ben sayamadım, ama zannedersem teravih namazı 20 rekat!
İmam ona takdir dolu gözlerle baktı.
- Doğrudur 20 rekat.
- Peki imam efendi siz her dört rekat da bir selam verdireceğinize, bunu diyelim ki 12'nci ya da 16'ncı rekatta veya namaz bitiminde verdirseniz dinen bir mahsuru var mı acaba?

İmam efendi bu sorunun niçin sorulduğunu merak ettiyse de pek üzerinde durmayıp bir alim edasıyla, “Bence 20'nci rekatın sonunda da verilse fark etmez öğretmenim” dedi.
İsmail amcasına şaka yapacak olan Mehmet öğretmen kendisiyle içinden mahkemeye tutuştu, acaba 20 rekat çok mu olur? Adama yazık mı ederiz diye düşündü düşündü.
- Hocam bir sefere mahsus selamın birincisini, 12'nci rekatı da diğerini de namaz bitiminde verdir, bakalım cemaat ne diyecek? Tutumu nasıl olacak? Bundan sonra ona göre kıldırırsın.
Cami ağzı beraber dolmuş herkes gibi İsmail emmi de Laz hocanın vaazını dinliyor, bazen pereleniyor, ağlıyor, bazen de iç geçirdiği oluyordu, ne de olsa toprak yakındı. Yatsı ve vitir namazı kılındıktan sonra imamın telkiniyle niyet edilip teravih namazı başladı. Rekat rekat üstüne namaz kılınıyor, imam ol görüp cemaate selam verdirmiyordu. İsmail emmi acaba hoca selam vermeyi mi unuttu? Bu neyin nesi diye kafa yoruyor, bir yandan da, “Selamla hoca, Allah aşkına selamla” diye iç geçiriyor, adeta boynunun kireçlendiğini hissediyordu. Aradan bir asır mı geçti bilinmez imamın Esselamü aleyküm ve rahmetullah sesi daha yeni başladığı anda İsmail ağa belki saniyede 100 sefer başını sağa sola çevirip rahatlarken, kendisini izleyen cemaat imamın sola selam telkinini duyduysa da gülmekten ona uyamıyorlardı.

Namazdan sonra soluğu imamın yanında alan İsmail emmi aman hocam selamı bir daha bu kadar uzatıp beni perişan etme diye adeta ölüler gibi yalvarıyordu.

NOT: Öyküyü; kişileri küçük düşürmek, mirasçıları için yazmadım. Affola...

+++++++++++++++++++++++++++++++
YAŞANMIŞ ÖYKÜLER SENİ BATIRIRIM GIRIM OSMAN

 

01/10/2011

Dalakçı köyünden olan Gırım Osman, kardeşi Tarran Ahmet'le (Ahmet'i anası Tarran adıyla namlı bir pehlivana benzettiğinden bu adla sevip okşardı) küçük yaşta babaları ölünce yetim kaldı. Onları dayıları büyüttü.

Pek öyle fazla tarlaları olmadığından çiftçilikle karınları doymadığı için iki kardeş askere gidene kadar el kapısında bazen gündelikçi amele, bazen de çiftçi durarak geçimlerini temin ettiler. Osman askere gidince sıhhiye bölüğüne ayrıldı, orada gördüğü talimden sonra da usta birliklerine dağıtıma gitti. İğne yapmayı, yaraya pansuman sarmayı ve buna benzer çeşitli tedavi yöntemlerini askerlere uygulaya uygulaya işini öğrenip teskeresini alıp köyüne döndü. Köyde ufak tefek basit yaralanmalara, hasta olanlara yardım amacıyla koştu veya onun askerde sıhhiye olduğunu bilenler ona gelip tedavi oldular.

Asker dönüşü tedarik ettiği kutusunda cam ve parlak madenden yapılma şırınga ve ona geçirilen bir iğnesi vardı.

İğneyi zor bela temin ettiği gazocağında ısıtıp mikrobunu kırıyor, şırıngaya takıp cam tüpü küçük cam testeresiyle kesiyor, içindeki penisilin suyunu şırıngaya çekerek gelen hastalarına enjekte ediyordu.

Yanında taşıdığı iğne kutusundan dolayı köylüsü Dumanın İsmeyil, kutulu doktor diye ona takılmaktan geri kalmıyordu. Sıhhiyeliği Dalakçı'dan dışarı taşmış, çevre köylere başta Karacaören olmak üzere Boztepe, Araplı, Horla, Seyfe, Badılı, Gümüş Kümbet, Köpekli, İnaç gibi yerleşim yerlerine yayılmıştı. Hastalıklar genelde yöresel olduğu için tedavisi olumlu neticeler veriyor, bu yüzden namı da yayıldıkça yayılıyordu. Neredeyse doktordan çok doktor olarak tanınmaya başlamıştı.

Artık Osman'ın tek geliri ve sermayesi bu yoldan olmaya başlamış, kapısının önü atla, eşekle, at arabasıyla ulaşan hastalardan geçilmez olmuştu.

Osman arada bir Mucur'a, Kırşehir'e geliyor, uğradığı doktorlara şuram ağrıyor, buram ağrıyor diye muayene oluyor, adı geçen hastalıklara dair tedavi yöntemlerini öğreniyor, uğradığı eczanelerden hangi hastalığa hangi iğnenin, hapın iyi geldiği bilgisi uğraşı içine giriyordu. Zamanın doktorları Laz Doktor, Sami Bey, gerek Adem Bey ne de olsa vizite ile muayene ettikleri için gelen hastaların yerine göre paraları muayene olmaya yetmiyordu.
Hele Sami Bey'in hastayı muayene etmeden hasta kaçar diye kapıyı arkadan kilitlemesi, adını beğenmemesi, Arapça kökenli diye azarlaması gelenleri canından bezdirir olmuştu. Bu durumlardan dolayı hasta sahipleri genelde Gırım Osman ve onun gibi köylerdeki sıhhiyelere yöneliyorlardı.

Çocuğu olmayan kadınlardan tut ki verem, sıtma, safra kesesi, mide, ciğerler, baş dönmesi, nezle, grip, soğuk algınlığı, bel ağrısı, tüm eklem ağrıları, dolama, çıban, etyaran, ince hastalık, yarımca, kara yamalık, yanı kara gibi bir sürü rahatsızlıklar onun bilgi alanına giriyordu. Sırta şişe çekmede üstüne yoktu. Tek el atmadığı kırık, çıkık işleriydi ki onu da Karacaören'de Memiğin Osman'a ya da Hacı Nuru'nun Halil’e havale ediyordu. Kiminin parası, kiminin duası ona yetiyor, işler tıkırında olduğu için geçim derdi olmuyordu. Bazı hastaları sen verem olmuşsun diye köyüne göndermiyor, gözetim altında tutuyor, o hastada uzak ya da yakın akrabalarının yanında günlerce aylarca kalıyor, ev sahibini canından bezdiriyor, somurtular başlıyordu. İhsan, Karacaören’de Hacı Hasan'ın yağız, delikanlı, yakışıklı ama pek esmer olduğu için Gara lakabı takılmış oğluydu. Gara lakabı da tanım da yetmiyordu. İllaki dedesine takılan Balak lakabı öne konmazsa Garalık fayda vermez, Balağın Gara denmezse onu kimse tanımazdı.

Gara; ağzı iyi laf yapan, şakadan, şakalaşmadan geri kalmayan, eşin-dostun yardımına koşan fakir bir ailenin çocuğu olduğu için geçimini bazen amelelikle, bazen çiftçi durmakla, bağ bellemekle, bazen kötü zayıf eşeğiyle dağda yün karşılığı çobanlara leblebi, üzüm, fıstık, sigara satmakla temin eden biri idi. Köyünde herkes onu sever, sayar, çelikçiler (çanlı hayvan ticareti yapanlar) çevre köylere alışverişe giderken Gara'yı da yanlarına alırlardı. Gara onlara yardımcı olur onlarda bunun karşılığında beş-on lira verirlerdi.

Gara, gittiği köylerde bazen ahraz rolü yapar, bazen mandıraları olan zengin birisi olarak kendisini tanıtır, bazen de nükteli konuşmalarına tatlı yanları karıştırarak dinleyenleri gülmekten kırıp geçirirdi. Gara, arada bir hastalanır diğer köylüleri gibi Dalakçı’ya Gırım Osman'a gidip tedavi olurdu. Son zamanlarda bu gidiş gelişler hız kazandı. Gara, ilk önceleri hastalığını ciddiye almamış, gençliğinin verdiği cesaretle aman canım nasıl olsa geçer atlatırım diye doğru dürüst muayene olmamıştı. Aradan geçen yıllar içerisinde hastalık kanser illetine varıp dayanmış. Ankara'da muayeneye götürdükleri doktor gerçeği onun yüzüne söylememiş, ama ailesi durumdan haberdardır.

Rahatsızlaştıkça Gırım Osman'a gidiyordu. O da Gara'nın hastalığını öğrenmiş, ama yüzüne karşı dememekte, verdiği geçici ağrı kesicilerle Gara'yı başından savmaktadır. Gara yine bir gün Gırım'a muayene olmaya gitmiş, fakat artık Gırım Osman onunla ilgilenmemekte, bu duruma da Gara kızmakta, karşılıklı söz takışmaları olmaktadır. Gırım Osman artık yaşlanmış sabır melekeleri zayıflamış, yine de Gara'ya kanser olduğunu, bu yüzden tedavinin fayda vermeyeceğini diyememenin ezikliği ve siniri içerisindedir. Gara bana bir daha muayeneye gelip masraf etme, artık seni muayene etmem, evime uğrama diye yarı tehditkar davranır. Duruma içerleyen Gara, SENİ BATIRIRIM GIRIM OSMAN, diye bağırıp oradan uzaklaşırken, elinden geleni ardına koma ulan diyen Gırım Osman'ın sesini duymadı bile.
Gara, her zaman ki gibi çelikçilerle köylere gitmekte, her gittiği köyde de Gırım Osman öldü diye haber yaymaktadır. Şimdi ki gibi haberleşme imkanları (telefon vs.) olmadığı için işin bir oyun olduğunu bilmeyenler eşek, at, at arabası gibi ne bulduysa binip Dalakçı köyüne Gırım Osman'ın evine başsağlığı için yollara dökülmektedir.

Gırım Osman'ı karşılarında sağ salim görenler kadar Gırım Osman ve ailesi da şaşkınlık içerisindedirler. Misafirler çok uzak köylerden geldikleri için hem yorgunlar, hem aç ve susuzlardır. Onlara yatacak yer ayarlamak, yedirip içirmek hayli külfete mal olmaktadır.
Günlerce gelenlerin arkası kesilmediğinden onlara hizmet aileyi hem yormuş, hem maddi, hem manevi huzursuzluğa itmiştir.

Bir gün Gırım Osman ile hanımı bahçede otururlar iken hanımı fırsatını bulmuş ona olanlardan dert yanmaktadır.

- Osman Efendi nedir bu başımıza gelenler? Ne yemek yetiyor, ne ekmek, ne de misafirleri yatıracak yatak-yorgan. Bu yaygarayı kim çıkarır, başımızda esen bu tufan neyin nesidir? Gelenlere hizmet etmekten canımızdan bezdik.

Başını iki eli arasına almış olan Gırım Osman düşüne düşüne kafayı bir sağa bir sola çevire çevire neredeyse kafayı yiyecektir. Birden sağ eliyle şakağına öyle bir şamar atar ki değme gitsin... Aman hanım der Karacaörenli Balağın Gara'ya sen kim oluyorsun da beni batıracaksın diye boyumdan büyük laf etmiştim. Aman gidin getirin de Gara'yı muayene edeyim ki bu durumdan bir an önce kurtulalım oda bir daha böyle yapmasın.

+++++++++++++++++++++++

DAHA ADIMI BELLEMEDİN Mİ?

-Halil dört oğlan kardeşin en büyüğü idi. Kardeşleri Ali ve Hasso kadar güzel olmasa da ilk oğlu olmasından dolayı anası onu daha çok el üstünde tutardı.
-Küçük kardeşi Aslan gibi okuldan teneffüslerde kaçıp anasını bulduğu yerde emmese de ana ve babasına benzemiş, diğer kardeşlerine göre daha iri kıyım bir çocukluğu olmuştu.
-Onun çocukluğunda köylü genelde fakirdi. Sabah bulunursa tarhana çorbası, diğer vakitlerde de bulgur pilavı, kuru fasulye, mantı, pancar çırpması firek, soğan parpılaması gibi et yüzü görmeyen yemeklerle karın doyururlardı.
-Yaşı ilerledikçe iri kıyım bir babayiğit olurken burnu da belirgin olmuştu. Lakap takmada gecikmeyen köylüleri ona bu iri kıyımlığından dolayı gürbüz anlamına gelen ‘Göbül’ lakabını yakıştırmışlardı. Zamanla adı unutulmuş göbül aşağı, göbül yukarı olmuş, ilk önceleri kızsa da zamanla o da bu lakaptan zevk alır olmuştu.
-Gerek askere gitmeden, gerekse askerden geldikten sonra köyde düğünlerde gelenek haline gelen “kelle atımında” kelle alayını evlerinin önüne çeken sayılı gençlerden biri olmuştu.
-Babası onu köyün güzel kızlarından Güllüyle everdikten sonra evleri dar geldiğinden dolayı onları evden ayırmak zorunda kaldı.
-Evlenip çoluk çocuğa karışınca çiftçi durmakla, amelilik, yapmakla, köy bakkallarının matağını taşmakla geçimini temin etmeye başladı. Akçaağıl köyünün ekinleri başka yerlere nazaran bir ay erken yetiştiğinden dolayı orada tırpan sallar, sonra da köye döner, iyi çalıştığından dolayı herkes hemen onu tarlasına elden beş fazla verip ekin biçmeye götürürdü.
-Kerpiç kesmede, duvarın üstünde çalışan ustaya kerpiç atmada üstüne yoktu. İnşaatlarda çalışırken ustaların taşları, kerpiçleri üst üste denk getirip koymalarına, ip ve şakül tutmalarına çok dikkat eder, hele sıvacının malayla çamurun duvara çarpıp da sıvamasına bayılırdı.
-Zamanla bu işe kendini öyle vermişti ki aranan ustalardan biri haline gelmişti. Hatta şehirde Baktıroğlu konağını nasıl sıvadığını gerine gerine anlatırken sigaranın dudağını yaktığını fark etmezdi bile.
-O yıllarda şehirde Karacaören’li gençler Cacabey Cami çevresinde elde bel, kazma, kürek bekleşir bağ belletecek, amelelik, ustalık yaptıracak şehirliler hemen onları tercih ederlerdi. Nedeni bu karayağız gençlerin yediği ekmeğin hakkını verdikleri içindi.
-Arada köylülerine katılıp Ankara’ya çalışmaya gider iyi para kazanıp köyüne dönerdi. Bu gidiş gelişlerinde inşaatın aşçısına yardım ederken ondan yemek pişirmenin tariflerini almış, başka bir inşaat’ta da aşçı olarak çalışanlara yemek hazırlarken bu sayede amelelik ve onun yorgunluğundan kurtulmuştu.
-Çevre köyler onun nasıl çalışkan biri olduğunu bildiği için diğerlerine bakarak onu tercih ederler bu durum da kıskançlıklara neden olurdu.
-Köylüsü Kasıllıların Memmet Aliyle Horla da keseniye (iş bitirimi) bir evin yapını üslenmişlerdi. Memmet Ali usta evin duvarlarını kerpiçle örerken biten yerleri de Halil ağzında bir hasret türküsü habire mala sallıyor işi bir an önce bitirmeye gayret ediyordu. Geleli on beş gün kadar olmuş evi, çocukları, köyü gözünde tütüyordu.
Çalıştığı yerin yakınında “çerçi, cerciii, leblebi, üzüümüm, keçi buynuzum vaaar, çorap eskisiynen, eski naylon ayakkabıyınan, yününen satarım” diye kendisine yabancı gelmeyen bir sesle daldığı hayallardan birden uzaklaştı. Pür dikkat bakınca bu köylüsü çerçi Çolak Irzadan başkası değildi.
-Köy köy çerçilik yaparak geçimini sağlayan Çolak Irzanın yolu o gün Horlaya düşmüştü. Başı çocuklardan dolayı düğün evi gibi kalabalıktı. Alıyor, veriyor, bir yandan da çalmasınlar diye çocuklardan gözünü ayırmıyordu.
-Beko Emmi Malya’ya çoban durmuş, çocuklarını hanımına emanet etmiş davar güdüyor, arada bir izin alıp geliyor, onların eksiğini, gediğini görüp tekrar geri dönüyordu.
-Çolak Irzanın başındaki çocuklardan birisi de Beko’nun oğlu Mustafa idi. O da diğer çocuklar gibi çerçiden bir şeyler alacak ama ona verecek evlerinde bir şey yoktu. İlla sende al diye anasına eziyet ediyor, taşlıyor, arada tekme sallıyor, ağıtın birini bırakıp diğerine başlıyordu.
-Karacaören ve Horla halkı gerek arazilerinin iç içe oluşu, gerekse Horla’lıların okul olmadığı için Karacaören’de ilkokulu okumaları dolayısıyla sanki bir birinin aynı köylüymüş gibi ismini lakasını, huyunu suyunu bilirlerdi. Bi çare kalan kadın umut ışığı olarak az ileride inşat’ta sıva yapan Halil ustayı gördü. “Göbül ağa, “göbül ağa,”sana zahmet şu çocuğu bir azarla da korksun” diye yalvaran sözlerini utana, sıkıla ona ulaştırmaya çalışıyordu.
-Halil başını bir o yana, bir bu yana çevirirken sigaradan bir nefes çekip öfkeyle bir eline alıp ağzını serbest bırakınca “adım Halil onbaşıııı”, Halil onbaşııı, bellemedin miiii, ben ‘ayı kurtmuyum’ da senin çocuğunu korkutayım…”
-Atmışlı yılların başlarında Almanya’ya işçi akımı başlamıştı. Kimi kişiler işçi bulma kurumu kanalıyla, kimileri de turist olarak kaçak gidenler geçebilirse önce Avusturya’ya yolunu ve adamını bulurlarsa oradan da Almanya’ya geçebiliyorlardı. Halil usta da turist gidenlerden biriydi. Zor şartlarda Avusturya’ya ulaşmış, orada işçi olarak kalmış, sonradan oğulları Yılmaz’ı ve Memmet Ali’yi de oraya düşürmüştü. Aradan geçen yıllar içerisinde haliyle yaşanmaya yüz tutunca köyüne kesin dönüş yapmak zorunda kalmıştı.
-Hafta da bir gün evinin ihtiyaçları için şehre gelir, işlerini bitirdikten sonra da oğlu Yılmaz’ın kaynı olan Eski Ankara Cad. Uğrak Pasajı’nda Kuru Temizleme işiyle uğraşan Kaya’nın yanına uğrar, köyün arabasının kalkış saatini orada hasbi hal ederek beklerdi.
-Bu geliş, gidişlerin de Kaya ona çay, kahve ikram ederek onun gönlünü almayı ihmal etmezdi.
-Kahveyi önceleri çalıştıranlar Almanya’ya işçi olarak gidince orasını Horla köyünden birisi devralmış, o çalıştırıyordu. Adam kendi halinde, aza kanaat eden, kimsenin işine, aşına karışmayan efendi birine benziyordu. Halil ustayı Kaya’nın yanına gelip, giderken görmüş, gafası büyük, şapkası küçük bu adamı tanımakta güçlük çekmemişti. Bu onun çocukluk döneminin göbül emmisiydi. Ocakta çay doldururken göbül emmisini gelip geçerken görüyor, oralı olmuyor, ona bir muziplik yapmanın yollarını arıyordu.
-O gün Halil usta işleri dolayısıyla Kaya’nın dükkânına gelmekte biraz gecikmiş, arabanın kalkmasına az bir zaman kaldığı için de sözlerini kısa kesiyor, bir an önce oradan kalkmanın telaşını taşıyordu.
-Kaya mahsustan işi ağırdan alıyor “aman Halil ağa acelen ney, sanki ‘gara gözlün’ seni mi bekliyor, hemen ben sana kahveden bir çay söyleyeyim de gursağına bir sıcaklık gelsin” diye takılmaktan geri kalmazken, farkında olmadan Mustafa’ya aradığı muziplik yapma fırsatını veriyordu.
-Aradan beş dakika sonra Mustafa elinde bir bardak çayla içeri girip selam verdikten sonra gözlerini Halil ustanın gözlerine dikip hafifçe gülümseyerek “buyur göbül emmi… Çayını getirdim, iç afiyet olsun” diyerek ‘bu yumurtadan nasıl cücük çıkacak’ hesabı içindeydi.
-O anda Halil ustanın cinleri tepesine çıkmış, beyni zonk zonk ediyordu. Deli danalar gibi tepinerek oturduğu yerden bastonuna dayanarak kalkıp doğrulunca gözlerini Mustafa’nın gözlerine dikerek “Ula Beko’nun oğlu, anan sana benim adımı belletmedi mi? adımı daha öğrenemedin mi? benim adım Halil onbaşı, Halil onbaşı” diyerek çıkıştığında meğer o da Mustafa’yı aradan geçen bunca zamana rağmen unutamadığını belli ederken orada bulunanların gülüşmeleri görmeye değerdi.

++++++++++++++++++++++++++++

AT, AYRAN, KONYAK, TATLI

-Çevre köylerin çoğunda okul ve okuma nedir bilinmezken Karacaören Köyünde Habip Arıöz bin bir zorluklara göğüs gererek bir ilkokul yapmayı becermiştir.
-“Çocuklarım okur da köyden dışarı gider çiftin çubuğun ucundan kimse tutmaz” diye korkan birkaç gerici okulu yıkıp yaksalarda Habip Hoca bunlardan yılmaz, yıkılanı yakılanı tekrar tamir ederek köyün çocuklarının tahsilini yapmasını sağlar.
-Kapı kapı dolaşarak mezun olan çocukların Ankara’da ve Kayseri’de açılan Ziraat Mekteplerine kaydını yaptırmak için mücadele verirken “ula dürzüler çiftden, çubuktan fayda yok, o kimi kurtarmışta çocuklarınızı kurtaracak” diye yal yal yalvarır.
-Kimi ailelerde “çocuk hasretine dayanamamanın” korkusuyla, kimi ailelerde “çiftir ucundan kim tutacak” diye karşı koysalar da Habip Hoca bu uğraşında başarılı olmuş okuyup başarılı olan gençlerin ekmek sahibi olmalarında önderlik yapmıştır.
-Okula kaydını yaptıran öğrencilerden bazıları okulu terk ederek, bazıları da babalarını geri getirmeleriyle bu olanaklardan yararlanamamıştır.
-Okula gitmeyenler eğer babalarının imkanı varsa çiftin ucundan tutup ona yardım etmişler, imkanı olmayanlar da el kapısında çiftçi durmakla amelelik yapmakla karınlarını doyurmuşlardır.
-Yağcı Hacının Omar askerden geldikten sonra Güdük İreşidin Hasan’la ortaklaşa bir müddet kahve çalıştırmış, sonradan da köy köy gezerek çerçilik yaparak, üç beş lira para biriktirmişti.
-O yıllarda Karacaören’de elinde parası olanlar canlı hayvan alıp satıyorlar (Çelikçilik) iyi de para kazanıyorlardı.
-Omar’ın aklı fikri bu işteydi ama anlamadığı bir meslekti. Onun için bu işi anlayan biriyle yapmak
istiyordu istemesine de herkes kendine geçinebileceği ortakçı bulduğundan dolayı aradığı arkadaşı bir türlü bulamıyordu. Birkaç sefer işin erbabı Sarının Mustafa’ya teklif ettiyse de “ben Apo ve oğlu Nahat’le ortağım, onlardan ayrılıp seninle çalışmam ayıp olur” diye teklifini geri çeviriyordu.
-Ömer hem çerçiliğe devam ediyor hem de kendisine bir ortakçı arıyordu ki köyün birinde Mustafa’nın küçük kardeşi Sarının Eset’le karşılaştı. Esede o gün için o köye hayvan almaya gelmiş pazarlık yaptığı birkaç hayvanı da almaya parası yetmeyince caymış durumu ayak üstü karşılaştığı Omar’a anlatmıştı. Omar hiç düşünmeden gidip hayvanları geri almasını, ortakçı olmalarını Esede teklif etti. Esed’de kabul edip ortakçılığa başladılar.
-Birkaç ay ortaklığa devam etseler de bu işten pek para kazanamıyorlardı. Çünkü Eset ağabeyi gibi ticaret ehli olmadığı için hayvanların kaç kilo süt vereceğini, kaç kilo et taşıdığını pek kestiremiyor bu da Omar’ın canını sıkıyordu.
-Sarının Mustafa basit bir nedenden dolayı Apo ile ortaklığa son verince Omar’a el altından haber salıp işi beraber yapmayı teklif etmesiyle tetikte bekleyen Omar da ortağından sudan bir sebeple ayrılıp ortaklığa başladılar.
-Sabah erkenden eşeklerine binen iki ortak hevesle yola döküldüler. Köyün birinden üç beş inek, dana, öküz, tosun alıp diğer köye ulaştılar.
-Kimini fark alıp değişmekle, kimini satmakla köy köy dolaşarak bir hafta sonra Yerköy’e ulaştılar. Vakit akşama yakındı eşeklerini bir hana teslim edip hemen yanındaki ötelden de kendilerine iki yataklı bir oda ayarladılar.
-Yerköy küçük bir kaza (ilçe) idi. Biraz gezseler de öteldeki oda da yataklarına uzandıklarında yorgunluktan hemen uyumuşlar, horultuları gökten geliyordu.
-Sabah ne de çabuk olmuştu, giyinip alt sokaktaki bir lokantadan çorbalarını içtiklerinde güneş bir adam boyu yükselmişti. Hemen hayvan pazarının yolunu tuttular.
-Pazar yeri o gün için çok kalabalıktı. Sabah gün doğmadan hayvanını satmaya, değişmeye gelerler pür dikkat müşteri kesiyorlardı.
-Sarının Mustafa para kazandıracak hayvanları uzun süren pazarlıklar sonucu alırken satıcının gözünün yaşına bakmıyor, hayvanları beş metre ileride Omar’ın şaşkın bakışları arasında karıyla hemen bir başkasına satıyor, tekrar alıyor, tekrar satıyor, paraya para demiyorlardı.
-Alış-veriş öğleye kadar devam ederken Pazar yeri de yavaş yavaş tenhalaşıyordu. Oradan ayrılıp bir güzel karınlarını doyurduktan sonra Yozgat hayvan pazarına gitmek için tren garından biletlerini alıp kalkış saatine kadar garın çevresinde yarenlik ettiler.
-Akşama doğru tren onları Yozgat’a getirdi. Trenden iner inmez otelden yerlerini ayırıp yorgun olan bedenlerini ötelin bitli yatağına teslim ettiler.
-Ertesi günü Yozgat mal pazarına vardıklarında yer yerinden oynuyor, bağıranların, çağıranların, pazarlık sesleri bir birine karışıyordu. Öğleye kadar beş on hayvan alıp sattılar iyi de para kazandılar.
-Öğleyin Pazar tenhalaşırken cins bir atı ucuz paraya satın aldılar almasına da atı bir türlü satamıyorlardı. Çünkü at delinin, huysuzun tekiydi. Arada şaha kalkıyor, çifteleri ardı ardına sallarken zapt etmede güçlük çekiyorlardı.
-Biraz sonra yanlarına yaklaşan bir adam “hemşerim bu namlı atı siz niye satın aldınız, delinin, huysuzun biri.”
-Adam daha lafını bitirmeden Sarının Mustafa yediği çifteyle aniden yere kapandı. Atı Yerköy’e giden bir pazarcının kamyonuna güç bela bindirdiler. Kamyonun kalkmasını bekliyorlar, atın yüzünden tren yerine kamyonla yolculuk yapmak mecburiyetinde kalıyorlardı.
-Onlar kamyon sahibini beklerken “ayraan bardağı on kuruuş… ayrancııııı… ayran” diye cam damacanayla ayran satan bir adamın sesiyle irkildiler. “Ayranım soğuk var mıııı içeen.”
-Sıcak yüzlerinden okunuyordu. Omar mahsustan geri dururken Sarının Mustafa karın doyurmaya ve içerkende üç sefer dinlenmeye ayrancıyla iki liraya anlaştı.
-Sarının oğlu bardakları diktikçe adamın gözleri fal taşı gibi açılıyor. “O koca karın nasıl dolar” diye pişman pişman seyrediyor, pazarlıktan dolayı kendisine kızıyordu.
-Mustafa’nın karnı öyle büyüktü ki köyde dilden dile dolaşır, oğlu küçük Mustafa’ya “babayın karnında ne var” diye sorduklarında “üç yılan, beş çiyan, on kurbağa……… var” diye sayar, milleti güldürürdü.
-On beşinci bardağı içen Sarının Mustafa para vermemek için ‘aniden çatlayıp ölmüş’ numarası yaparak olduğu yere nefessiz yığılırken o anda olayı dışarıdan biri imiş gibi seyreden Omar hemen atılıp “hemşerim senin ayran zehirli mi nedir? Bak adam herhalde öldü, polis çağırayım bari” derken ayrancı topukları yağlayıp korkudan kaçarken ayranı, parayı unutmuştu. Tokezlediği gibi yere serilmiş sırtındaki damacana parça parça olurken yerler beyaza boyanmıştı.
-Bindikleri kamyon üzeri hayvan yüklü olduğundan Yerköy’e ancak gecenin ilerleyen saatinde gelebildiler. Atı handa eşeklerin yanına yerleştirip karınlarını bir güzel doyurup otele yerleştiler. Sabaha kadar Sarının Mustafa gök gürültüsünü (!) andıran karın gurultularıyla taş gibi uyurken Omar la havle çekiyordu.
Sabah handan at ve eşeklerini alıp yola düştüler. Şu köy senin, bu köy benim, ala vere yaparak, atın bin bir eziyetine katlanarak günler süren yolculuktan sonra Karacaören’e ulaştılar.
-Omar’ın beyni zapt olunmayan, başlarına belanın belası olan bu atı ‘nasıl elden çıkarırız’ vesvesesiyle yorulmuş, çare üstüne çare düşünmekten günlerce gözüne uyku girmez olmuştu.
-Birden gözleri fal taşı gibi açılmış, ‘neden olmasın’ diye yerinden fırladığı gibi soluğu doğru ortağının evinde alması bir olmuştu.
-Cumartesi günü sabaha karşı köyden aldıkları birkaç hayvanla atı da yanlarına alarak satmak için Kervansaray dağından aşıp Pazar sabahı şehre ulaştılar.
-Omar; hayvanları Mustafa’ya teslim edip onu şimdiki stadyumun olduğu hayvan pazarına gönderirken kendisi de içki satılan bir dükkandan bir şişe kanyak alıp koşar adım hayvan pazarının yolunu tuttu. Daha pazara varmadan ortağına yeteşip atın ağzını güç bela bir eliyle açıp diğer elindeki konyağı azar azar ata içirdi. At önceleri beri öte kafayı sallayıp itiraz etse de tadından mıdır nedir o da işi oluruna bırakıp kanyağın tamamını içti.
-Yarım saat sonra deli dolu at gitmiş yerine bam başka bir at gelmiş etrafı alıcıyla dolup taşmıştı. Fazla pazarlık yapmadan sakinleşen atı anında bir doru atla değişip üste üç beş lira da fark alıp beş dakika sonra da bir çingeneye bol karla satarak Pazar yerini anında terk ettiler.
-Öyle acıkmışlar ki, zaten çarşıda pek uzakta değildi. Uzun çarşıda uğradıkları bir lokanta da güzel ala karınlarını doyururlarken gözleri ışıl ışıldı.
Dışarı çıktıklarında karşıda bir adam ‘tatlıcı tatlıcıııı yemezmisiniz, halkalı tatlılarım vaaar’ diye bas bas bağırıyordu.
Sarının Mustafa o koca karnından düşen pantolonunu göbeğine çeke çeke adamın yanına yaklaşıp “doyması kaç para hemşerim?” diye sordu.
-Satıcı ilk defa böyle bir soruyla karşılaşıyordu. “Hemşerim ben taneyle satarım, senin dediğine aklım ermez” derken bu karnı büyük adam çok yer düşüncesiyle bu pazarlığa pek yanaşamıyordu.
Uzun pazarlıklar sonucu doyumuna iki buçuk liraya arayı girenlerin sayesinde anlaştılar. Sarının Mustafa tatlıları lüp lüp atarken tatlıcı da bir yandan şerbetinden veriyor ki ‘tatlı adamı belki keserse, az yer bende para kazanırım’ düşüncesindeydi. Ama ne mümkün, Mustafa doymuyor habire atıştırıyordu. Omar “bu adam çatlar ölür de tatlıcıya bela olur” düşüncesiyle o anda oradan geçmekte olan bir polis memurunu durdurdu. “Şu karnı büyük adam tatlıcıyla doyumuna anlaştı, bir türlü doymak bilmiyor, eğer ölürse tatlıcının başı belaya girer, aman memur efendi sana yalvarıyorum olaya müdahale et.” Polis başını bir oyana bir bu yana çevirip Omar’ın yalvarmalarına dayanamadı.
Polis zar zor Mustafa’yı tatlılardan ayırırken tatlıcı parayı, pulu unutmuş artan tatlıları kurtarma telaşında iken yanından hışımla kaçan bir atın tekmelerine maruz kalmıştı. Meğer atı Dalakçılı biri pazardan satın almış ayılan at da pazarın kalabalığından ürküp kaçmış sahipleri arkada at önde çarşıda cirit atıyorlardı.

++++++++++++++++++++++++++++++

KÖRMÜ TARLANI BEKLE

Çıtak Ali Bahtışen Ali’nin en büyük oğluydu. Bahtışen Ali hanımına “belki ben erken ölürsem evde Ali eksik olmasın, ilk çocuğumuz oğlan olursa ona kendi adımı vereceğim” demişti.
Çıtak Ali fakir bir ailenin ilk oğluydu ama arkasından doğan kardeşleri de erkek olunca anasının bir yerde yardımcısı rolünü üstlenmişti. Sabah erkenden anası onu yataktan kaldırır, gözleri uyku mahmurluğundan açılmayan Ali’nin eline iki testiyi verip suya gönderir, sudan gelince de “kardeşlerine iyi saap ol” der kendisi de ahıra samanlığa koşuştururdu.
Yılları böylece geçtiğinde zamanla Ali’de akranları gibi palazlanmış, okuldan kalan boş zamanlarında da babasına çift de, çubukta yardım eder olmuştu.
Fakirlikleri bütün komşularında ve köylülerinde aynı olmasından dolayı Ali’ye bir eziklik ve aşağılık duygusu vermiyordu. Herkes gibi onlarda ailecek bulurlarsa tarhana çorbasına, bulgur pilavına talim ediyorlardı.
Kimsenin kimseden üstün bir yanı yoktu, herkes yoksul perişandı ama bu onlara dert değildi.
Çıtak Ali ergenleşmiş, aşşık oynama, düğünlerde turaya çıkma, kelle atma, kızlara ayna tutma yaşında, günlerini gün ederken her genç gibi onu da Dutlu Çeşmenin tepeden askere tertipleriyle uğurladılar.
Askerden döndüğü yıllarda Almanya’ya işçi akımı başlamış, elinde avucunda neyi var neyi yok herkes bu uğurda yollara dökülmüştü.
Ali’yi babası askerden geldikten birkaç ay sonra nişanlamış arayı fazla uzatmadan da düğünü yapmıştı. Bu sebeple de artık yaşlanan ve işlere yetişemeyen hanımını bir nebze olsun rahatlatmıştı.
Ana, baba, kardeşleri derken iki de çocuğu olunca Çıtak Ali’nin dar gelen baba evine başı sığmaz olmuş sabahlara kadar hanımıyla başlarını sağa sola çevirmekten saçları dökülmüştü. Bu böyle olmayacaktı. Babasıyla uzun uzun konuştuktan sonra o da herkes gibi Almanya’ya gitmeye karar verdi. Eldekiydi, ödüncüydü, derken üç beş lira tedarikleyip iki çocuğu ve gözü yaşlı hanımını baba evine koyup Almanya’ya turist olarak gitti.
Tutumlu bir yapıya sahip olan Çıtak Ali yıllarca çoluk çocuk hasretiyle yanıp tutuşarak çalıştı, çabaladı onların istikbalini temin ettiği kanısına varınca da kesin dönüş yapıp köyüne yerleşti.
Daha o Almanya’da iken baba ve anası ölmüş kardeşleri de okuyup devletin işine girmişler “kendimize ev alacağız tarlamızı da sen al” diye ağabeylerine elden beş aşağı satıp köyden alakayı kesmişlerdi.
Çıtak Ali Almanya’dan geldikten sonra köyüne güzel mi güzel bir ev kondurdu. Herkes şehre göçerken o yıllarca “köyüme hasret kaldım, yetti gayri, ölürsem de kalırsam da köyüm” diyerek gücünün yettiği kadar tarla satın alıp büyük çiftçi olmaya karar verdi.
Aradan zaman geçtikçe traktörü ve gerekli bütün zirai aletleri kendisini sıkıntıya sokmadan gücünün yettiğince tek tek kapıya çekerek yıllarca hayalini kurduğu çiftçiliği gerçekleştirirken bir yandan da fakirlikten çektiği sıkıntıların öfkesini ve intikamını alır gibiydi.
O gün sabahtan öğleye kadar oğlu ve çiftçisinin yardımıyla bir yandan biçerdövere ekin biçtirirken, bir yandan da traktörünün arkasına taktığı çifte römorkla evindeki ambara buğday taşımıştı.
İşine dört elle sarılmış çok ta yorulmuştu. Öğle vakti oğlu ve yardımcısını biçerdöver sırası beklemeleri için tarlada bırakıp kendisi de traktörün römorklarına yüklediği buğdayla köye döndü. Hanımı onun geleceğini bildiği için öğle yemeğini hazırlamıştı bile. Buğdayı ambara döktükten sonra kızının getirdiği bir dolu testi suyla kafasını, elini, yüzünü iyice bir yıkayıp sofraya oturduğunda kendince dünyanın en mutlu çiftçisiydi. Lokmaları ard arda atıştırıp bir yandan da hanımıyla dertleşirken “kızım çayın suyunu ocağa koyda hararetimizi alalım” tembihinde bulunuyordu.
-“Hanım; bu yıl Allah’a şükür mahsul iyi çıktı, hayırlısıynan şu kara gözlü Muradımı da bir everirsem deyme keyfimize, onların göçünü de şehirdeki eve atarsak gerisi Allah kerim”…….
Evleri köyün yüksekçe bir yerindeydi. Köy ve tarlalar ayaklarının altında adeta serili bir halı gibi duruyordu. Arada hanımına “tarlalara bak ta benim gözüm iyi seçmiyor, biçerdöver bizim tarlaya yaklaşmış mı” diye sormayı ihmal etmiyordu.
Çayı bardağa doldurmakla meşgul olan hanımı işi bittikten sonra o keskin gözleriyle etrafa dikkatlice bakıp “aman Ali senin az önce işlediğin tarlada bir traktör durup durup yürüyor mu nedir, bir de sen bak hele…..”
Çıtak Ali’nin gözleri artık eskisi gibi iyi görmüyordu. “Aman Minire benim Almanya’dan getirdiğim şu dürbünü sandıktan bir getiriver hele……”
Dürbün her şeyi ayan beyan gösterdiği için Çıtak Ali’nin çayı, bardağı bir tarafa attığı gibi koşup traktöre binmesiyle marşa basması bir oldu.
Köylük yerde tarlalar iki kısma ayrılır, o yıl için bir tarafa ekin ekilirken diğer taraf dinlenmeye (nadasa) bırakılırdı. Düşes Ahmet fakir mi fakir bir ailenin tek oğluydu. O da herkes gibi Almanya’ya işçi olarak yazılmış, gözleri bozuk, kulakları da az duyduğu için muayenelerde çürük çıkmıştı. Kaç sefer turist olarak kaçak yollardan teşebbüs ettiyse de şans buya hep yakalanmış, çoğunda hapis yatmış, “bu kadar da olmaz yeter artık” deyip kaderine razı olmuş zamanla bu sevdasından vazgeçmişti.
Kapısında bir iki inek, iki üç gürrük keçi, bolca da eşek bulunur, onları sabah köyün çeşmesine sulamaya götürürken köylüler “ula Düşes zengin bir eşeği barındıramaz maşallah sende sürüynen” diye alay ederlerdi.
Ahmedin babadan kalma biraz tarlası var olmasına vardı ama bu yıl onların çoğu nadasa bırakılan yerdeydi. Az tarladan az sap çıkacağından haliyle ondan çıkacak samanda kışın hayvanları aç koyacaktı. Çıkacak buğdayı seneye tarlaya tohum atmaya, belki un, bulgur yapmaya yetmeyecekti. Ama ona hiç sorun değildi. Köylüden veya akrabalarından buğdayı temin edebilirdi, fakat hayvancılıkla geçinen köylü sapı, samanı kendisine yetmiyor ki ona ödünç versin….
Düşes Ahmet bunları düşünmekten sabahlaraca uykusuz kalıyor. “nasıl bir ‘düşese’ düşerim” diye hayaller kuruyordu.
Yine uykusuz geçen bir gecenin sabahında kapısına bir traktör ve onun römorkunda onca insanın sesleri tavuk, horoz seslerine karışan bir gürültüyle yatağından doğruldu. Gelenler yakın köyden akrabalarıydı. Hoş beş, hal hatır, çay kahve derken laf lafı açıyor, kulağına gelen konuşmalara he, hü dese de hiç birisi Ahmet’in kafasına girmiyordu.
Dışarı öğleye yaklaşıyordu, gelen akrabalardan erkek olan iki üç misafirine “hadi traktörü çalıştır da köyün şöyle bir altını üstüne getirip gezelim” derken aniden beyninde bir şimşek çaktı. Hemen koşarak ahırdan bulduğu bir iki dirgen ve anadudu getirip “yahu hısımlar; şimdi aklıma geldi, bizim tarlayı dün işlettim, gidelim de hazır şu traktör buradayken benim sapı tarladan toplayıp getirelim, sonra çalarlar da hayvanlar aç kalır!...
Onlar tarlaya giderken Çıtak Ali’de ekini biçtirmiş köye dönüyordu. Karşıdan gelen traktörün yanına yaklaştığında dikkatlice bakınca onun römorkunda oturan Düşes Ahmedi seçebildi. Bir birlerine elleriyle selam verip herkes kendi yoluna devam ederken Düşes Ahmet kendi kendine “ula Düşes, yine dört ayağının üstüne düştün, hedi hayırlısı” diye iç geçiriyordu.
Biraz yolculuktan sonra “hısım traktörü durdur, aha şu tarla benim, hadi size zahmet acele edip sapı yükleyelim de öğle yemeğine yetişelim” derken etrafı da kolaçan etmeyi ihmal etmiyordu.
İşe öyle dalmışlardı ki top atılsa duyacak halleri yoktu. Acele çalıştıkları için terden adeta giyeceklerinin suyu çıkmış, acısan gözleri göremediği için bazen dirgen ve anadutları boşa sallıyorlardı. Yanlarında su testisi getirmediklerinden dolayı susuzluktan ağızları, dilleri kurumuş, bedenleri adeta domuzlar gibi kokuyordu…..
-“Selamün aleyküm, kolay gelsin ağalar, bende yardım edeyim mi?.....
Düşes Ahmet işine öylesine dalmıştı ki gelen traktörün sesini dahi duymamıştı. Selam veren sesi tanıdığında adeta nutku durdu, eli ayağı bir birine dolaştı, dili lal olup gözleri pel pel bakmaya başladı. Başı dönüyor, kafası zonkluyor, geriye dönüp verilen selamı almaya cesaret edemiyordu. Ne halt edecek, bu işin içinden nasıl sıyrılacaktı. Uyduracağı yalanlar acaba karşısındakini ikna edebilecekmiydi. Şaşkınlığı diz boyu idi, hayat da hiç böylesi başına gelmemişti.
-“Sana diyorum Ahmet Çavuş, sağır mısın? Niye bu yana dönmüyorsun? Utandın mı yoksa…..”
-Aradan geçen bir iki dakikada Düşes Ahmet kendini toparlamış, hiçbir şey olmamış gibi “ooo Ali Çavuş senmisin? Hoş geldin, iş telaşesinden sesini duyamadım. Hayırdır? Niye öyle kızgın gibisin?..... –Çıtak Ali delirmiş, deli danalar gibi kükrüyor, ağzından gelenleri bir bir sayarken karşısındakine vurmamak için kendisini zor tutuyordu. Olanları uzaktan gören oğlu Murat da birkaç köylüyle yanlarına gelmiş olanları anlamaya çalışıyordu.
-Düşes Ahmet baltayı taşa vurmuş, akrabalarının yanında on paralık olmuş, dönüşü olmayan bir hata yapmıştı. İşi pişkinliğe vurup suçluluğun verdiği cesaretle “KÖRMÜ TARLANI BEKLE HEMŞERİM” diye çıkışırken utancından yere bakıyordu.

+++++++++++++++++++++++++++

ŞA ŞA ŞART OLSUN GÜ GÜ GÜMÜŞ KÜMBETLİYİM
Horla - Karacaören Savaşları!

Horla köyü halkı şimdi ki yerleşim yerlerinden yıllar önce devlet tarafından Seyfe Gölü kenarındaki ‘Obruk Evleri’ denen mevkiye yerleştirilmiş, ekip biçmeleri içinde kendilerine hazineden arazi tahsis edilmiş bir kürt aşiretiydi. Yerleştikleri yer göle yakın olduğundan etraf sivrisinekten geçilmiyordu.
O yıllarda şimdi ki gibi sivrisinekle mücadele olmadığından dolayı köylü bu durumdan rahatsız olmakta, vücutları kaşımaktan yara, bere içinde kalmaktaydı. Gerekli tedavileri yapılamadığından ‘sıtma’ hastalığına yakalanıp ölüyorlardı. En kısa zamanda buradan başka bir yere taşınmanın hesabı içindeydiler. Ama bu nasıl olacaktı. Köyün ileri gelenleri bir araya gelerek düşünüp taşındılar, aralarında bir sözcü seçerek Karacaören’e gidip orada Kürdün Mehmet Çavuşu ikna edip o köyün arazisinden kendilerine bir kısım yer verilirse bu illetten kurtulacakları kanısına vardılar. Ne de olsa Kürdün Mehmet Çavuş çevrede sözü geçen birisi olduğu gibi ‘Kürt kökenli’ olmasından dolayı onların bu isteklerini yerine getirir kanısındaydılar.
Kurtuluş Savaşının yapıldığı yıllarda Anadolu’da bazı kişiler savaşa katılmamış, Ege Bölgesi’ndeki efeler gibi gruplar oluşturarak kimseye bağlı kalmaksızın kendilerini yurdun iç güvenliğini korumakla görevli addederek bazen iç isyanları bastırmışlar, bazen çoğu askerde olan ailelerin malını, canını, namusunu eşkıyalardan, hainlerden, hırsızlardan korumuşlardır. Savaş bittikten sonra gruplar halinde bir araya gelerek çıkan iç isyanların bastırılmasında Mustafa Kemal’in askerlerine katılmak için kendisine haber salmışlardır.
Haberi alan Mustafa Kemal onların Yerköy’de toplanmalarını, çıkan Yozgat isyanını bastırmak için kendilerine görev vereceğini, yalnız Büyük Millet Meclisi’nin görevlendireceği beş altı Milletvekili’nin Yerköy’e gelmelerini beklemelerini gelen elçiye iletir. Çok geçmeden gelen görevliler onları bir ay kadar eğitimden geçirdikten sonra Yozgat isyanını bastırmakla görevli askerlere dahil ettirirler.
Yozgat isyanı ve buna benzer isyanlarda devletin yanında olan bu kişileri Mustafa Kemal gerek parayla, gerekse maaşla ödüllendirmek isterse de bunu onlar kabul etmezler, isyanlar bastırıldıktan sonra da evlerine dönerler.
Bu kişilerden birisi de Kürdün Mehmet Çavuş’tur ki namı Ankara, Kırşehir, Kayseri, Nevşehir, Niğde, Yozgat illeri ile kaza ve köylerinde oralara yaptığı iyiliklerinden dolayı duyulur, anılır olmuştur. Halen Hacıbektaş ve çevre köylerinde uyumayan çocuklar ‘Kürdün Mehmet Çavuş gelir ha hemen uyuyun’ diye korkutulduğu söylenir…..
Horladan gelen heyeti ağırlayan Kürdün Mehmet Çavuş onları dinledikten sonra köylülerinin itirazlarına rağmen isteklerini yerine getirir, ‘Horlanın gedik’ denen dağın geri arkasındaki Seyfe Gölü tarafındaki araziyi ev yapmaları için verir.
Yine eskisi gibi Karacaörenliler ‘Parlak’ denen sulak yerde hayvanlarını sulayıp otlatıyor, çamaşırını, yününü, yatağını yıkıyorlardı. Aradan geçen yıllar içerisinde ‘ayrık hesabı saçakları yer tutan’ Horlalılar yapılan bu işlere itiraz etmeye, çöl denen araziye ekip dikmeye işlemeye giden Karacaörenlilere “köyün içinden geçmeyin, kendinize başka yol bulun köy toz içinde kalıyor” diye önce itiraz etmeye, sonra da tek düşürdüklerini dövmeye başladılar. Zamanla köylerine daha çok sahiplenip önce Parla ta hayvan sulamayı, temizlik yapılmayı, sonra da hayvanların yaylımını Karacaörenlilere güç birliği yaparak yasaklama yollarına gittikleri gibi daha da ileri giderek kendi hayvanlarını Karacaörenin ekilmiş tarlalarında yaymaya başladılar. Güdük İreşidin Hasan askerden yeni gelmiş, biraz gezdikten sonra köy kır bekçisi olmuştu. Atıyla araziyi gezerken tarlada yayılan Horla köyüne ait inek sürüsünü yanındaki bekçi arkadaşıyla toplayıp köy korumasına getirmeye çalıştığında yetişen Horlalılardan hem dayak yemişler, hem de ekinlerin yaylımını önleyememişlerdi. Bu ve bu gibi ufak tefek olaylar olsa da iki köyün ileri gelenleri ortalığı yatıştırırken Karacaörenliler yaptıklarından dolayı Kürdün Mehmet Çavuş’a ‘intizar’ yağdırıyorlardı. Bazen olayların büyüdüğünde Boztepe’den Jandarma gelip dövüşenleri ayırt ediyordu.
Günün birinde Hacı Mustafa’nın Halil, Kürdün Mamo, Topal Memmedin Musa ve Maacir Omar iki traktörle Parlağın yanındaki tarlalarını herk ediyorlardı. Az sonra oraya toplanan Horlalılar “burası bizim arazi ne bok yemeye herk ediyorsunuz” diyerek onları dövmeleri savaşın (!) başlamasının büyük kıvılcımı oldu. O gün köyde Hamitlerin Necibin düğümü ‘gelin getirme’ noktasında gelmişti. Evde toplanan kalabalık tören gereği kız evine gidecek oradan davul zurnayla gelin alınacaktı.
Düğün alayı büyük bir neşeyle evden çıkmış kız evinin yolunu yarılamışlardı ki savaş (!) çıktı duyumunu alan herkes düğünü derneği bir tarafa bırakarak olay yerine bulduğu atla, arabayla, yaya olarak ulaşmaya çalışırken gelini ancak on, ya da on beş kadar erkekle kadınlar ve çocuklar, kız evinden teslim almıştı. O gün Melaan Irza oğlu Ali’nin doğumundan dolayı savaşa (!) katılmadığı için çok üğündü. Kalabalık nüfusa sahip olan Karacaörenliler Horlaları alt ediyorlardı ki Badılı köyünden bazıları vicdanen buna dayanamayıp ellerine aldıkları silahlarla Karacaörenlilere ateş etmeye başlayınca bundan arkalanan Horlalılar karşı saldırıya geçtiler. Olaylara müdahalede yetersiz kalan Boztepe Jandarması’nın imdadına Çuğun’dan gelen askerlerde katılsa da olayları durduramıyorlardı. Nasıl haber edildi bilinmez Nevşehir’den gelen bir müfreze asker olaya dahil olup az nüfuslu Horlaları korumaya alınca naçar kalan Karacaörenlileri püskürttüler. Sıkışan Karacaörenliler Jandarmaya yakalanmamak için Seyfe, Dalakçı, Boztepe köylerine kaçışırken yakalananlarda Karacaörenli olmadıklarına vallah billah yemin ediyorlardı.
Karacaören’li Sağır Irzanın Mamo şehirde bir marangozun yanında çalışan on yedi yaşlarında bir gençti. O gün köyde izindeydi. Eline geçirdiği bir sopayla dövüşe katılmıştı ki yakalayan Jandarma elindeki köteği alıp birkaç darbe vurduktan sonra elini bağlayıp jipe attığında arabada kendisinden önce yakalanan yediği sopadan yüzü morarmış Mulla Memmedin Hidayeti yüzükoyun yatarken gördü.
Atılan kurşunlardan birisi Karacaören’li Şemsinin Maamıdın Saliye isabet etmiş, adam yerde kanlar içinde feryadı figan ederken olaya şahit olan Çolağın Şık Hasan bilincini kaybetmiş, ceketinin ucunu kafasına siper edip kaçarken “şeyini şey ettiğimin şeyleri erkekseniz atında beni de vurun” diye bağırıp kaçarken ceketinden kurşun geçemez sanıyordu. Neyse ki yanından geçen birkaç kurşun vınıltısının sesini duysada yara almamıştı.
Horlalı savaşa (!) katılan bir yaşlı adam eşeğini tarla anına yanaştırıp kendisini onun altına sakladığında eşeğin karnından gelen karın gurultularını mermi sesleri sandığından dolayı ‘kelimeyi şehadet’ getiriyordu.
Halisenin Ahmet savaşa (!) bindiği at arabasıyla katılmıştı. Karacaörenlilerin geriye çekilmesiyle köyü tarafını jandarma tuttuğundan aklına ilk gelen Kümbetteki kızının evine ulaşmayı denedi.
Atlara kamçıyı öyle sallıyordu ki arkasından gelen çelikçilere ait kamyonu jandarmanın jipi sanıyor bir an evvel kızının evine yetişmenin heyecanı içindeyken baygınlık geçiriyordu.
Güdük İreşidin Hasan askerde hatırı sayılır bir çavuş idi. Kendisini yakalamaya çalışan Başçavuşa “Kır bekçisi olduğunu, bu vesileyle devlet görevlisi sayıldığını” bin bir cinlikle anlatmaya çalışsa da oda yakalanan yirmi kadar köylüsüyle kelepçeyi takınıp Kırşehir Jandarma Karakolu’nun nezarethanesine atılmaktan kurtulamıyordu.
Nezarethane göz hapsinde tutulanlara tahsis edilmiş olup aynı zamanda karakolun odun, kömür ve erzak deposu görevini görüyordu.
Gözaltında tutulanlar penceresi olmayan bu karanlık oda da bir birlerini göremedikleri için seslerinden tanıyorlardı. Aradan geçen zaman içerisinde karanlığa alıştıklarında bir birlerini görmeye başlasalar da içerdeki havasız ve nahoş koku onları çok rahatsız ediyordu.
Dışarıdan içeriye sesler gelse de içerdeki konuşmalardan dolayı ne denildiği pek anlaşılmıyordu. “Ne demek bana kır bekçisi karşı geldi, onu zor zapt edip teslim aldım, o kimmiş de sana kafa tutar” diye başçavuşa kızan karakol komutanının bağırtısını duyunca gözaltında tutulanlar hemen konuşmalara kulak kesildiler.
Yediği fırçalardan dolayı kendisini zor toparlayan başçavuş “komutanım altın dişli biriydi…” diyebildi.
Konuşmalara kulak kesen Hasan uyanıklık yapıp dişlerine yerden aldığı kömürü sürse de ağzındaki yaşlardan dolayı altın dişi açığa çıkmış, yediği sopaları köyde kimseye dememeleri için içerdekilerine yalvarıyordu. (Serbest kaldıklarında Kürdün Mamo arkadaş olduklarından dolayı olayı köyde yaymış herkes Hasan’la dalga geçmişti. Hasan’da alt da kalır mı o da doğruca Mamonun anasına koşar “aman Meyrem bacı karakolda Mamoyu çok dövdüler, doktorun bana tembihi var, aman oğlun hanımıyla en az bir ayrı yataklarda yatacak….”)
Hacı İrbamın Hacı Karacaören’de muhtar azası olduğundan dolayı bundan faydalanıp köylülerini kurtarmak için şehirde çalmadık kapı bırakmasa da köy azasını kim tanır ki.
Şaşkın ve bi çare çarşıda dolaşıyordu ki karşıdan gelen köylüsü o günlerde şehirde amelelik yapan Tatoğlan Memmetaliyle karşılaşır.
Hal hatırdan sonra Memmetali köylüsünün tavırlarından bir şeyler olduğunu sezinler, sebebini sorduğunda da olayları öğrenmiş olur.
Yakalananların içinde ikisinin de kardeşleri vardır. Onları nasıl kurtaracaklarını birbirlerine fikir alış-verişlerinde bulunsalarda ellerinden bir şeyin gelmeyeceğini anladıkları için “açtırlar; hiç olmazsa şurdan biraz yiyecek bir şeyler alalımda kumandandan izin alıp karınlarını bari doyuralım” derler.
İki arkadaş nöbetçi komutanın odasında soluğu alırlar. Kem kümden sonra köy azası olduğu için söze titrek ve ürkek sesiyle kendisini tanıtan Hacı başlar. Dışarı akşam olmaktadır. Günün yoğunluğu ve yorgunluğunun verdiği stresle komutanın yüzünden düşen bin parçadır. Sabırla da olsa yinede Hacı’yı bir müddet dinler ama arkasını getirmesini beklemeden “defol şuradan şimdi seni de onların yanına atarım ha” derken bu kez kızgın gözlerini Memmetaliye dikerek “Senin derdin ne be adam yoksa sende mi Karacaörenlisin?...”
O an Memmetali üstünden kamyon geçmişe dönmüş, korkudan eli yüzü bembeyaz kesilmiş, dokunsan yere düşecek vaziyete geldiğinde Karacaörenli olmadığına yeminler ediyor fakat bir türlü komutanı ikna edemiyordu.
Komutan yerinden kalkıp tam ona vuracakmış gibi yaptığında “komutanım; şaş şa şart olsun ki gü gü gümüş Kümbetliyim, anamın adı şu babamın adı şu diyerek Kümbetli olan ebe ve dedesinin adını kendi ana baba adıymış gibi sıralarken kekemeliği ve onun getirdiği komiklik sinirden yüzü mosmor olan elleri titreyen komutanı gevşetmiş, adam güldüğünü onlara belli etmemek için öte dönüyordu.

+++++++++++++++

VEBALİ BİZE!
Çelikçiler

“İnsanlar en büyük mutluluğu tabiattan ve onun varlıklarından bir de severek yaptığı işten alır” diyenlere diyecek başka söz kalır mı bilmem.
İşini severek yapan ve ona dört elle sarılan kişi açta açıkta kalmaz. Her işin bir zorluğu vardır, mühim olan iradeyi ve azmi kaybetmeden sabredip sonu zarar da olsa meslek değiştirmeye kalkmayın inanın başarı kendiliğinden gelecektir.
Karacaören köyü konum itibariyle sırtını üç taraftan Kervarsaray Dağlarına yaslamış önü dümdüz ovadır. Boztepe, Horla, Badılı, Seyfe ve Dalakçı köyleriyle çevrili olan arazinin az bir kısmı ekim-biçim için bu köyü geçindirmeye kafi gelmediğinden dolayı köylü çiftçiliğin yanında hayvancılıkla da geçimini sağlamaya çalışmıştır.
O yıllarda fırsatını bulup okuyanlar devletin işçisi-memuru olmuşlar, diğerleri de amelelik yapmakla, çiftçi durmakla, imkanı olanlar köy köy çerçilik yapmakla ya da kahvehanecilikle, bakkalcılıkla geçimlerini temin etmişlerdir.
Bunun yanında bazı kişilerde canlı hayvan alım-satımlarıyla (inek, dana, tosun, koyun, keçi) uğraşmayı tercih etmişlerdir. (Çelikçilik).
Öykümüzün konusuna giren olayların başlangıcı atmışlı yılların ilk başlarından ele alınmış, mesleğin özellikleri anlatıldıktan sonra olayın mizah yönü işlenmiştir.
Karacaören’de canlı hayvan alımı-satımı deyince çevre köylerde de halen adları eskilerce anılan şuanda çoğunun kemikleri dahi çürümüş yaşayanı birkaç kişiyi geçmeyen adları dahi unutulanlardan ilk yapanlar Apo, Bal Memmet, Ukunun Halil (Danacı), Sarının Mustafa akılda kalanlardır. Bunlara birkaç yıl sonra İyibin Ahmet-Kardeşi İreşit, Kör Hasanların Bekteş, Sarının Eset, Güdük İreşidin Tahsin ile Kardeşi Hasan, Apoon Nahat katılmışlardır. Bunlar alım-satıma giderken eşeklere binip günlerce süren yolculuklar yaparlardı.
Zamanla köylünün cebine para girince eşeğin yerini kamyonlar almış gidiş gelişler günü birlik olunca da çelikçilik yapanlar çoğalmış, eşeklilerin son dönemlerinden kalma Aloon Dağıstan’ın önderliğinde Alagafa İrbaam, Deli Şöfor İrbaam-Kardeşi Emin, Topal Mamıdın Asim, Hamitlerin Omar, Aloon Metin, Kart Hidayet, Gadıoğlu Şık Memmet gibi adını sayamadığımız kişiler bu kervana dahil olmuşlardır.
Aradan yıllar geçmesine rağmen şuanda bile Karacaörenliler mesleklerinde doğru ve dürüst oluşlarından dolayı zirveye ulaşmışlar, ticaretlerinde kendilerine kem söz getirmemişler, (bir kaçı istisna) bir kişinin kurşunu dahi ödememezlik etmemişler, etseler zaten bu meslekten ekmek yiyemiyeceklerinin farkında olmuşlardır.
Atmışlı yıllarda köyünden eşeklerine binip yollara dökülen çelikçiler üçer beşer kişi ortaklaşa iş yapar içlerinden hesaba kitaba aklı erer bir kişiyi grup başı seçerler para pul alım-satım işinden o kişiyi mesul tutarlardı.
O yıllarda çek-senet ve bankayla pek iş görülmediğinden ticaret peşin parayla döndüğü için para taşımak (yolda belde eşkıyaya, hırsıza karşı) çok riskli olduğundan dolayı apayrı bir sorun olurdu.
Para için giyeceklere ayrı ayrı bölmeler dikilir paralar oralarda muhafaza edilir bir odaya misafir olduklarında içlerinden birisi sabaha kadar gözünü kırpmadan nöbet tutardı.
Köy köy dolaşan çelikçiler uzun pazarlıklar sonucu kâr edecekleri hayvanları satın alırlar otlata otlata açılış gününü bildikleri en yakın hayvan pazarına yetiştirip kârıyla satarlar yerine göre tekrar alırlardı.
Çelikçiler grup halinde sıraya koydukları bölgeleri gezerler, mesafenin kısalığına-uzaklığına göre gidiş-gelişler ayarlarlar, bu da haliyle on-on beş günü bulduğu olurdu. Genelde bu bölgeler Kaman, Bala, Keskin ve köyleri, Çiçekdağı, Yerköy, Yozgat, Şefaatli, Kozaklı ile köyleri, Mucur, Hacıbektaş Gülşehri, Nevşehir, Kayseri’ye yakın ilçe ve köylerden sonra Ortaköy, Niğde’nin ilçeleri ile köyler bölgesi gelirdi.
Ganlerce süren yolculuklarda en büyük sorun yiyecek, temizlik ve yatacak bir odaydı. Bazı köyler misafir almaz, bazı köy odalarında da başka misafirlerden yer kalmaz yahut yer bulunur hayvanları koyacak oda sahibinin ahırında yer olmaz, derken sorunların ardı arkası gelmezdi.
Mesleğe yeni başlayan kişinin muhakkak işi iyi anlayan biriyle ortakçı olması gerekir ki işi çabuk kavramalı, alış-verişle alınacak hayvanın kör mü, topal mı, hastalıklı mı, süt ineğiyse süt verimini, etlik mal ise kaç kilo geleceğini bilmesi gerekirdi.
Pazarlık alıcıyla satıcının birbirinin ellerini sıkı sıkıya tutmasıyla başlar, üç aşağı, beş yukarı arada para oynamamaktadır ki, bunu da ortada dolaşan meyancılar sağlar, böylelikle de alış-veriş bitmiş olur.
Pazarlıklarda ufak-tefek ticari yalanlara gerek duyulsada herkes bilir ki bu işin kılıfıdır. Kimisi satıma götüreceği hayvanını ahırdan çıkarırken rivayet olunur ki hanımını çağırıp hayvanın kulağına eğilerek “dört yüz” dedirtir, pazarda da yemin ederek alıcıya “anam avradım olsun dört yüzü duydu” diyerek pazarlığı alevlendirir. Çelikçiler arasında söylenir ki bir alıcı pazarda yukarda anlatılan rivayete benzer olayda “vay nebiyim neyini şeyettiğimin alıcısı bu hayvan o kadar eder mi de bunca parayı vermiş” deyince hayvan sahibinin silahından çıkan çıkan kurşunlarla ölür.....
Malûm hayvan alım-satıcıları arasında anlatılan hikayeler saymakla bitmez.
Adamın biri bir arkadaşının arkadaşından yirmi gün sonra “simental kırması dana” buzalayacağı söylenen bir inek satın alır. Değil yirmi gün aradan iki ay geçmiş inek halen buzalayacak. Meğer satıcı paraya sıkışmış o gün için ineğin karnını yemle suyla iyice şişirmiş onlarda hayvanın yirmi gün sonra buzalayacağına kanıp almışlar. Alıcı arkadaşını her gün “bu inek ne zaman buzalayacak” diye sıkıştırmakta iken sabrı tükenen adam “ne yapayım abi aldığın ineğin yerine ben mi buzalayayım….” Diye çıkışınca arkalarındaki kavgayı güç bela ayırırlar.
Seksenli yıllarda askerden gelen iki arkadaş “eli boş tayfası” gibi köy içinde “şura senin bura benim gezmekte olup babadan cep harçlığı istemekte onların zoruna gitmektedir. İçlerinden biri askere gidinceye kadar köyünde sığır güttüğü için hayvandan iyi anlamaktadır. Diğer köylüleri gibi çelikçilik yapıp üç, beş lira kazanmayı onlarda istemekte bunun hayalini kurmakla günleri geçse de sermayeleri olmadığından karamsarlık içindedirler.
Köylülerinden birinin faize para vermekte olduğunu bildikleri halde “ya bize vermez ise” korkusundan dolayı cesaret edip bir türlü adamın kapısını çalmazlar.
Bir gün “Denize düşen yılana sarılır” misali bütün cesaretlerini toplayarak gidip adamın misafiri olup ‘ağızlarındaki baklayı’ çıkarırlar. Adam biraz naz yapsa da gelenlerin hallerine acıyarak hanımının da ısrarıyla onlara kısa vadeli bol faizli üç dört dana edecek bir parayı verir.
Parayı kapan iki arkadaş nakliyesini ödedikleri bir çelikçinin yanına katılarak kamyonuyla alış-verişe başlarlar.
Aradan geçen süre içerisinde biraz para kazanmışlar yüzleri gülmekte fakat faize para aldıkları adam her gün birisinin evinde misafir olup gecenin geç vakitlerine kadar onları rahatsız etmesi sorun yaratmaktadır.
İş bilir faizci bu gelişlerinden birinde “filan ile falan oğlum evde ‘sağlımlık inek’ yok, bu hafta bana iyi süt veren bir inek getirin, bir hafta muayyer kullanır, memnun olursam parasını öderim aman yüzümü yengenize kara çıkartmayın….” İneği getirirler. Bir hafta onu sağan adam “yok çocuklar yengeniz memnun olmadı bunu götürüp satın yenisini getirin…..” Bu olay bir değil iki değil tam beş hafta sürer ve faizci bu zaman zarfında süt parasından kurtulur.
Uyanık geçinen çelikçilerden birisi sabahın köründe hayvan pazarının kapısında yerini alır, hayvanını pazara satmaya gelen köylüye hayvanının değerinin iki katını verir, fiyatı duyan köylü akşama kadar bunun üstünde veren alıcı bekler, kimse de almayınca üstelik akşam olup alıcı da kalmayınca uyanık geçinene hayvanı tekrar köyüne götüremeyeceğinden dolayı yarı fiyatına satıp ihtiyaçlarını karşılarmış.
Doksanlı yıllarda Malya D.Ü Çiftliği’nde çalışan bir Yozgatlı “süte para vermektense bari bir inek alayım da hem boş vakitlerimde onu otlatır günümü değerlendiririm, hem de yağa, yoğurda, süte para vermem” diye akıl eder. Uzun araştırmalar sonunda çiftliğe yakın köylerden birisinde çelikçilik yapan falanda yeni buzalamış bir ineğin olduğunu öğrenip yola dökülür.
İşin aslında çelikçi bu ineği evine sağımlık olarak alır almasına da inek sütünü evin hanımına sağdırmamakta, tepik atmakta ama danasını emzirme de bonkör davranmaktadır.
Uyanık çelikçi bir şeyden haberi olmayan gördüğü bütün çelikçilere “bu ineği paraya sıkıştığımdan dolayı satacağım, alan olursa haberiniz olsun giddiğiniz yerde söyleyin sizi de gönüllerim” duyumunu yayar.
Arada sırada ineği danaya emzirmekte, dana daha doymadan hemen kenara çekmekte, haliyle ineğin memesi süt dolduğundan dolayı her gün biraz daha şişmektedir.
Aradan beş gün ya geçer, ya geçmez,  Yozgatlı uyanık çelikçinin ahırında soluğu alır, gözlerine inanamaz öyle ki ineğin memeleri sütten neredeyse patlamaya gelmiştir. Adam heyecandan ne diyeceğini şaşırır, ineğe öyle bir “Maaşallah” çeker ki buna kendisi de hayret eder. Pazarlık öyle pek fazla uzun sürmez. Yozgatlı ineğin yularından tutup ahırdan çıkarırken uyanık çelikçi de danayı peşinden getirmektedir. Tam o anda önlerine çıkan evin hanımı “ihtiyacın mı var ne diye ineği satarsın, utanmıyor musun” diye yalancılıktan “feryad figan” edip ağlarken “timsah gözyaşları” dökmektedir. “Bak gördün mü hemşehrim benim hanım bile ineğin satımına dayanamadı, ah elim daralmasa onu satarmıyım.” “Göreceksin bu ineğin sütü seni ve aileni çimdirir, (banyo yaptırır) 15-20 kilo süt verir, fazlası da Araplı köyünü doyurur” dediğinde inek ve boz danası kamyona yüklenmiştir bile….
Geriye dönüp bakınca insan ömrü “bir gün batımı” kadar olduğu anlaşılıyor. Günler, ayları, aylar, yılları kovalarken aradan geçen süre içerisinde Karacaören’li çelikçiler başı Apo yaşlanmış, ticari işlerini tamamen oğlu Nahate bırakırken kendisi de kenara çekilmişti.
Nahat babasının yanında iyi bir çelikçi olarak yetişmiş, alış-veriş yaptığı köylerde ve hayvan pazarlarında adı anılan bir esnaf olmuş, kimseyi kapısına alacaklı getirmezken kasap kapılarında ve hayvanlarını kaptırdığı kişilerin kapısında alacağını bekler olmuştur.
Köyde herkes onun bilgi ve tecrübesinden yararlanmak için ortakçı olmaya can atmışlardır.
Sağımlık inek, etlik ya da kurbanlık hayvan alacaklar onun yolunu bekler olmuşlardır. Kendisine “bu hayvan nasıl, etliğe yarar mı, inek iyi süt verir mi, ya da kurbanlık için bu hayvan kesilir mi” sorularına o uzun boyunu bükerek kamburlaştırıp alıcının boyunun seviyesine ayarlayınca ortaklarına bakarak “vebali bize hemşerim” derken sağ elini  sol döşüne yumruk yapıp hızlı hızlı vurarak “daha ne soruyorsun” diye itimat kazanmaya çalışırdı. Bu yıllarca devam ederken bir gün ortaklarından biri dayanamayıp “Nahat ağa alış-verişlerinde hep bizi kastederek ‘vebali bize’ diyerek lafı kestirip atıyorsun, biz bu hayvanları dışarıdan toplayıp alıyoruz haydi iyi çıkmaz ise neden hepimizi vebal altında bırakıyorsun….”
Sigarasından derin bir nefes çeken Nahat “arkadaşlar ben sizi neden vebal altında bırakayım, ben yemin ederken size değil” o anda sağ eliyle cekenin sol iç cebindeki çividen yapılmış bizi çıkararak “ben ‘vebali bize’ derken bu bize yemin ediyorum” dediğinde ortakları gülmekten dizlerini dövüyordu.

+++++++++++++++++++++++

ENİŞTE MANTI!

Gözlemeciler…

Anadolu insanı çok eskilerden beri geçimini tarım ve hayvancılıktan temin ettiği için yiyeceğini de bunların getirisi olan besin ve ürünlerden yaparak yaşamını devam ettirmiştir.
Eskiden köyler şehirlere göre mahrumiyet yerleri olduğundan oradaki imkanların kendilerinden olmadığından (çarşı-pazar) elindeki ürettiği ürünlerden çeşitli şekillerde yaratıcılığını kullanan maharetli hanımların gayretiyle adı saymakla bitmeyen yöresel yiyecekler üretme gayreti içinde olmuşlardır.
Ateşte pişecek yiyecekler için çatma veya duvara bacalı ocaklar yaptıkları gibi, un ve unlu mamülleri pişirmeye de tandıra gereksinim duymuşlardır.
Tandır yapmak için tespit edilen havlunun içindeki bir yerde toprak enine ve boyuna takriben bir metre eşilir, buraya mahir ustaların özel toprağın çamurundan yaptıkları dışarda kurutulup iyice tavını alan tandır ocağı yerleştirilir, hava alıp iyi yanması için de dört beş metre uzunluğunda “külle” denen havalandırma yolu yapılırdı.
Yıllar önce külleye kıldan yapma futbol topunu kaçıran çocuğun birisi topu oradan çıkarması için ablasına külleyi göstererek “külle” diyemediğinden “bacı künye, bacı künye” diye çağırır. Olaya şahit olan lakap takma da maharetli birisi çocuğu her gördüğünde “bacı künye, bacı künye” diye çağırmasıyla şimdi rahmetli olan öğretmeni köylü halen bu lakapla tanır bilir.
Tandırdaki dumanın çıkması içinde “punara” dediğimiz baca yapılır. Bazıları bunun ustasını başka köyden getirir, güya köylüye “benim tandır sizin ki gibi tütmüyor” diye hava atardı.
Yufka ekmek yapacak olan evin hanımı tandırda yakacağı saçkıyı, (sap saman) oklavayı, pişirgeci, tahtayı, sacı hazırladıktan sonra önceden ‘öndüç’ (ödünç) taktığı komşu hanımlara bir kaç gün once haber eder, onlarda kararlaştıralan günde “tandırlık ya da tandırlı ev” denilen yerde toplanırlardı.
İki saat önceden mayalanmış hamur yuvarlak beziler haline getirilir, bunları sacda büyük gelmemesi için özenle aynı ölçüde olmasına gayret gösterilirdi.
Köyün birinde adamın biri hanımı öldüğünden dolayı oğluyla ekmek pişirmekteyken bezileri açan oğul bunların büyük olduğunu babasına sitem dolu sözle ifade ederse de onun “oğlum Refik, beziler büyük, öndüce verecek değiliz ya dil dil at, böl böl at” cevabıyla şaşkına döner.
Evin ihtiyacına göre iki tahtalık veya üç tahtalık ekmek edilirken tahta başındaki hanımlar ekmek tahtasında bezileri oklavayla açar, açılanı da pişiriciye oklavayla teslim eder, oda bunu özenle sacın üstüne yayarken tandıra da bir yandan ‘saçkı’ (yakacak) atmayı ihmal etmez. Sacın üstündeki ekmeği “pişirgeç” denen (iğde ağacından yapılan) deynek çubukla alt üst yapıp yakmadan pişirmeye özen gösteren kadın bir yandan da türkü söylemeyi ihmal etmezken diğer kadınlarda kendi aralarında hem şakalaşır hem de dedikodu yapmaktan geri kalmazlardı.
O yıllarda buğdaylar şimdi ki gibi ilaç görmediğinden dolayı doğal tadındaydı. Onun unundan yapılan ekmeğin kokusu köyün ta öbür ucuna yayılır, kokuyu alanlar yanlarına aldıkları yumurtayı, yağı, firek, (domates) soğan, bulursa patlıcan ekmek edilen evin yolunu tutarlardı.
İştahla yenilip tadına doyum olmayan, yedikçe insanın yiyesi geldiği şimdilerde adı değişen benim köyümde ise halen yumurtalı, yağlı, firek-soğan böreği diye anılan bu yiyecekler kimin iştahını kabartmazdı ki…
Yufka ekmek işini tamamlandıktan sonra tandıra üzlük (topraktan yapılma) içerisine kemikli et, kayısı kurusu, yarma, yağ su karışımı marmelat konur bunada benim köyümde ‘keşkef’ denen yemek türü atılırdı. Eğer ekmek edimi soğuk havalara dek gelirse tandırda ayak uzatarak oturup laflamanın muhabbeti başka olurdu.
Üretken hanımların yaptığı işler bir yufka ekmek yapımıyla biter mi. Benim köyümle anılan “yapıştırma” denen bir tür varki sorma gitsin. Hamur bezileri takriben on- on beş santim eninde ve boyunda üç dört yufka ekmek kalınlığında açıldıktan sonra yumurtanın sarısı ve beyazının barışımı yüzüne sürülüp tandıra yapıştırılır. Çıtır çıtır yenirken tadı damağımızdan gitmeyen bu yiyeceği yapan kadınlar kaldı mı bilmem…
Yapılışı ve malzemesi yapıştırmanın aynısı olan ondan daha kalın ve daha yumuşak, fosur fosur kabartmalı adı üstünde Bozlapa (Boztepe) çöreğini yapan o hünerli kadınları nerede bulmalı?..
Yine bunların yanında Karacaören’in boz ama çok lezzetli ‘bazlaması’, Horla köyünün ve kürt aşiret köylerinin yufkadan biraz daha kalın o ekşimsi tadıyla yiyene bir daha yediren bizim ‘Lavaç’ kürtlerinde “nan” dediği ekmeği tekrar yemek kısmet olur mu bilemem…
Köylerde olduğu gibi şimdilerde şehrimizin kenar mahallelerinde genelde köyünden göç edip gelen ve müstakil evlerde oturan kadınların ‘yufka ekmek’ geleneğinin yanında kış hazırlığına ekledikleri mantı ve erişte hamur işi çeşitleri vardır.
Mantı ve erişte hamurunda kullanılan marmelatın birbirinden pek farkı yoktur. Un, tuz, yumurta, su karışımıyla elde edilen hamur önce küçük beziler haline getirildikten sonra ekmek tahtasında oklavayla elli altmış santim eninde açılır. Açılan bu ekmek üç santim eninde uzununa kesildikten sonra küçük şeritler halinde kesilip işlem tamamlanmış olur.
Eriştenin mantıdan tek farkı sacda kavrulup gevretilmesidir. Erişte yağlı ya da şekerli olarak pişirilip yemeklerin yanında yardımcı yemek (aparat) olarak yenir.
Mantı yemeği etli, salçalı, sarımsağı bol yoğurtlu adlarla çeşitli şekillerde sofralarımız da yer alırken ilerleyen teknolojinin geleneklerimize vurduğu darbeden erişte, mantı, yufka ekmek, lavaç, çörek, börek, bazlama ve çığırtma da nasibini almıştır.
Maharetli hanımların yaptığı bu tür yiyecekler yerini makinalaşmaya bırakırken bu durumda iş görmeye üşenen bazı hazırcı hanımların işine yaramış yeni bir iş sektörününde doğmasına yol açmıştır.
İşini bilen bazı kişiler bu gibi hanımların ya da yapmak isteyip de apartman dairesinde oturmasından dolayı yapamayanların ihtiyaçlarını gidermek için işi ticarete dökme yoluna gitmişlerdir.
Şehrin muhtelif bölgelerin de “nasıl olsa masrafımı çıkarırım, hem de para kazanırım” zihniyetiyle fahiş fiyata dükkan kiralanarak adına “gözlemeci” denilen çeşitli isimlerde anılan iş yerleri açılmıştır.
İşler böyle olunca o mühit de eskiden beri işyeri çalıştırıp kirada oturan ‘asıl esnafların’ kiralarının da artmasına sebep olmuşlardır. Öyle bir zaman geldi ki her nereye baksan falan-filan gözlemeci tabelalarından başka tabela okunmaz olmuştur.
Araştırdığım kadarıyla şehrimize ilk gözlemeci dükkanını “oğlum boşta gezmesin, akşam evini bilsin, işi olunca mesuliyeti olur, kopuğun, kaçığın peşine takılmaz” diye Salih Çağlar adında biri oğluna açmıştır.
Aradan bir ay geçmesine rağmen işlerin iyi gitmediğini gören Salih’in arkadaşları bunun doğru dürüst meslek olmadığını, derhal işyerini kapatmasını, yapacaksa büyük şehirde yapmasını her gelişlerinde kendisine hatırlatırlar. Arkadaşlarının fazla ısrarına dayanamayan Salih Bey oğlununda rızasını alarak “zararın neresinden dönülürse kardır” hesabı işyerini kapatır. Oğluda girdiği imtihanda gardiyanlığı kazanıp iş güç sahibi olur.
Salih Bey’in açtığı günden bu yana meslekle ilgili on dükkan açılırken on beş dükkan kapanmak da olsada işini rayına oturtup mesleğinde isim olanları da gözardı etmememiz lazım.
Ünal Çarşısı Eski Ankara Caddesi cephesinde boşalan dükkanı hanımının ısrarlarına fazla dayanamayan emekli Erdal Yılmaz gözlemeci açmak için kiralar.
Kiraladığı işyerini belediye ve il sağlık kurulunun yasalarına uygun şekilde dizayn ederek donatmış, en lüks makinaları da alırken “kar edeceğim yerden masrafı esirgemem” diyerek paraya acımamıştır. Çağırdığı tabelacıya da işyerinde imal ettiği yiyecek maddelerini vitrinin camına sırasıyla yazdırmıştır.
İşleri iyi gittiğinden dolayı yüzü gülmekte, bastırdığı kartvizi de eşe dosta dağıtırken onlardan birisinin “bana erişte ve mantı lazım hani sende bunları göremiyorum” ifadesiyle karşılaşır.
Erdal Bey bunun üzerine komşusu bilgisayarcıya “erişte, mantı bulunur” diye bir kağıda yazdırıp camın görünecek bir yerine iliştirerek erişte-mantı satımına da başlamış olur. Terziyan köyünden berber Hacı yıllarca müftülük civarında mesleğini icra etmiş zamanla gözlerinin iyi görmediğine kanaat getirince sanatını bırakmış fakat evi o civarda olduğu için eviyle çarşı gidiş-gelişlerinde devamlı Eski Ankara Caddesini kullanır.
Gidiş gelişlerinin birinde vitrindeki kağıda yazılmış yazı gözüne farklı bir şekilde takılır. Ömrü anasının pişirdiği sonradan hanımının önüne sofrada koyduğu o güzelim “bol acılı, yerine göre etli, salçalı, bol samırsak ilaveli yoğurtlu mantının” acaba daha adını bilmediği bir çeşide de varmış da ben farkında değilmişim veisine kapılır.
Okuyup aldandığı yazının etkisinde kalmış bütün şaşkınlığı üstünde etrafına aval aval bakarken durumu anlatacak birini aramaktadır.
Ben saatler ileri alındığı günden itibaren eski saate göre bir müddet hareket ettiğimden dolayı dükkanımı komşulara nazaran biraz daha erken açmış ve dışarıya kucak kucak ip çıkarırken berber Hacı’nın şaşkınlığının farkına varmakta gecikmedim.
Hacı’yla ayak üstü selamlaşırken bana gözlemeciyi göstererek birşeyler dediğini fark ettim ama aramızın sekiz on metre oluşundan hem de sol kulağımın ağır duyuşundan ne dediğini pek anlamıyordum.
Hacı yanıma ağır ağır yaklaşırken bir yandan da “ula sağır tulla sen ömründe hiç ENİŞTE MANTISI duydum mu?.. Yedin mi?..” diye soruyordu.
Sabah sabah Berber Hacı da her halde sıyırmış (!) diye kendi kendime o an için hayıflanırken beni kolumdan çeken Hacı vitrindeki yazıyı gösterdi.
Meseleyi hemen anlamış hazır cevaplılığımdan istifade ederek “oğlum Hacı sen nasıl kör, ben nasıl sağır olduysam tabiki erişte de bizim gibi adama enişte olur” dediğimde kahkahalarımız oradan geçen ambulansın siren sesine karışıyordu…

++++++++++++++++++++++++

‘OYUMU SANA ATTIM EMMİOĞLU’ Belli belli!

 

27 Mayıs 1960 ihtilaliyle Demokrat Parti görevden uzaklaştırılmış, Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime el koymuştu. Bu vesile ile yönetimdeki bütün kadrolara asker kökenli ve CHP yanlısı kişiler atamayla iş başına getirilmiştir.
Öyle ki, köylerde dahi Demokrat Parti görüşlü muhtarlar görevden azledilmiş, yerlerine atamayla o köyün ileri gelen CHP kökenli kişilerine muhtarlık görevi verilmişti.
Karacaören köyünde de muhtarlık yapan Rıza Duman görevinden alındığı gibi üstelik o günlerde izinde olan bir asker köylüsünün, “Cemal Gürsel'e benim yanımda sövdü” diye iftira edip şikayetiyle cezaevini boylarken yerine Çavuşun Mustafa (Azzim Kağ) getirilmişti.
Çavuşun Mustafa göreve gelir gelmez edindiği CHP bayrağını damına asıp aylarca dalgalandırmış, Demokrat Parti'li köylülerinin de böylelikle düşmanlığını kazanmıştı.
Sivil idareye geçilince yapılan seçimlerde gerek askeriye, gerekse CHP korkusuyla bu parti mensubu muhtar adayı İreyize’ye (Feramiz Avşar) köylü oy verip muhtar seçmişti.
1964 muhtarlık seçimlerine gelindiğinde bütün yurtta olduğu gibi Karacaören'de de CHP'nin imajı silinmiş Adalet Partisi hükümet olmuş, artık onun borusu ötüyordu.
Hamid’in Kadir otuz yaşlarında girişken bir delikanlıydı. Köyün kalabalık sülalelerinden kendisine oy toplayacak muhtar azalarını ayarlayıp onlarla görüşerek fikirlerini aldıktan sonra muhtarlığa adaylığını koydu.
O dönemde yaşları otuz ile otuz beş arasında değişen köyün girişken, civan gibi delikanlılarından muhtar azası adayları “er lakabıyla anılır” Güdüğün İreşid’in Hasan Ali, Çavuş'un Ali, Garamyalların Ali, İyib’in Yağmur, Kürdün Mamo, Tayır Hoca’nın Cevcet'di. Bunlar Adalet Partisi görüşünü benimserken, karşılarındaki aday da CHP görüşlü Kara Sali’ydi…
Yapılan seçimleri büyük bir oy farkıyla Hamid’in Kadir ve ekibi kazanıp göreve başladılar.
İlk işleri dönemin Kırşehir Valisi olan Sedat Kırtepe'nin huzuruna çıkmak oldu. Köyün dert ve sorunlarını dile getiren bu gençlere Vali çok iltifat gösterip adeta onlara hayran kaldı. Adam Karacaören'e gidip gelişlerinde köye adeta aşık olmuş, akşam şehre dönmeyi canı istemez bir hal almıştı.
Onun görev süresince köyün Kervansaray Dağı’ndan başlanarak yolu yapılmış, her mahalle başına altı-yedi kadar çeşme, kafi gelmeyen eski okulun biraz ilerisine tekrar bir ilkokul ve selektör binası yapılıp hizmete sunulmuştu.
Aradan geçen süre içerisinde köye elektrik gelmesi için plan proje çizilmiş fakat muhtar Kadir'in görev süresi dolduğundan bu başka muhtara nasip olmuştu.
Görev sürelerinin dolmasına az bir zaman kala Hamidin Kadir; Almanya'ya işçi olarak gideceğini, bir daha aday olmayacağını, içlerinde adaylığa talip olan varsa şimdiden meydana çıkmasını arkadaşlarına 'açık ve net' olarak anlatır.
Güdüğün İreşid’in Hasan fakir bir ailenin en küçük oğlu olup köyünde ilkokulu bitirmiş zamanla kendisini her yönüyle geliştirmiş uyanık ve zeki bir gençtir.
Şehirle köy arasında minibüsüyle yolcu taşımakta, aynı zamanda Adalet Partisi İlçe ve Ziraat Odası yönetiminde olması dolayısıyla her gün bir ayağı şehirdedir. Kadir'in muhtarlık yaptığı dönemde onun baş azası olması münasebetiyle iyi kötü daire çalışanlarını ve müdürlerini tanımış, köyün yarım kalan işlerini tamamlamak ve daha mamur hale getirmek için aday olmayı kafasına koymuştu. Köyün ileri gelenlerini bir araya toplayarak onlarla fikir alışverişinde bulunduktan sonra aldığı onayla muhtar adaylığına soyunur.
Almanya'ya işçi akımının başlamasıyla köyün erkek nüfusu bir önceki seçime göre göze batar bir şekilde azalmış, haliyle kendisine aza adayları bulmakta zorluk çekmektedir.
Sabahlara kadar yanan lüksün ışığında yapılan toplantı üstüne toplantılarla aza listelerini oluştururken aynı zamanda aza olmaya hevesli bazı kişileri ya küstürmekte ya da listesine almayı düşündüğü aza adaylarını rakibi muhtar adayı Kara Sali'nin listesine alındığını öğrenmesiyle üzülmektedir.
İnce eleyip sık dokumayla aradan geçen zaman içerisinde bu işin üstesinden gelmeyi başarır. Şimdi asıl işin zor yanı olan seçmenden oy alma taktiğidir.
Karacaören gibi bir yerde muhtar adayı olmak, hele seçmenin oyunu toplamak öyle zor ve beceri isteyen bir iş ki, köye muhtar değil milletvekili oluyorsun sanki. İşin içinde particilik var ya, bugün bile o köyde seçmen kardeşine oy vermez, tuttuğu partinin adayına yani 'partiye' oy verir.
Güdüğün İreşid’in Hasan arkadaşlarıyla ve yandaşlarıyla gece ev ev toplantılar yapmakta, gündüz de kapı kapı gezerek oy avcılığı taktikleri uygulamakta, bazen hem arkadaşı aynı zamanda rakibi Kara Sali’yle karşılaştıklarında birbirlerine başarı dilemekte, incitmemeye gayret göstermektedirler. Seçmenden oy istemek ona boyun bükmek, her “Evet ben oyumu sana vereceğim” diyene inanmak çok zor şey…
Kimi el uflayarak fakirliğini ima edip bir şeyler demek isterken, kimisi de yıllar evvel yapılan bir kusuru öne sürerek, “Utanmadan bir de benden oy mu istersin” diyerek terslerken, bir diğeri eğlenircesine, “Arkadaş ben oyumu falana söz verdim kusura bakma” demesine katlanmak sabır ve metanet ister.
Seçmen açık ve net olarak oy kullanacağı kişiye kendisini inandırsa da ne bileceksin ki, onun sana oy verip vermediğini. Oy pusulasında isim yazsa kabul olmaz. Bunun yanında seçimler gizli oy, açık tasnifle yapılmakta olduğundan kimin kime oy verdiği nasıl bilinmez...
Köylerden birinde seçimlerde kapısına oy için gelen bir muhtar adayına, “Oyum senin, azminden dönenin avradını falan falan edeyim” diye söz verdiğinde hanımı bu küfre içerleyince, “Benim azmime senin aklın ermez” ifadesiyle ettiği küfre rağmen oyunun garanti olmadığını belirlemektedir.
Günler günleri kovalarken nihayet seçim günü kapıya geldi. Sabah yeni camide kurulan sandıkta köylü yavaş yavaş oy kullanırken orada bulunanlar, “Aha şunun oyu bizim, aha şunun oyu rakibimizin” diye ellerindeki kağıda oy yazımına başlamışlardı bile.
Hasta olanlar evinden bir bir getirilirken okuması yazması olmayanlara da, “Oy kullanamaz onun yerine ben kullanabilir miyim” diye yakınları sandık başkanına rica minnet yalvarıyorlardı. (Bir oy bir oy...)
Kaaler sülalesi bu seçimde, “Hasan bize aza vermedi” diye kızıp akrabalığı bir yana bırakarak Kara Sali'nin safında yer almışlardı. Fakat Kaalerin Kemal bütün ikazlara ve tehditlere rağmen “Hasan'ın bana iyiliği çok, ben oyumu ona vereceğim” diye onlardan ayrı düşmüştü.
Vakit ikindiye yaklaşırken hararet daha çok artmış, adeta köyde rakipler arasında oy savaşı başlamış bu yüzden ara sıra ufak tefek olaylar olsa da araya girenler tarafından ayırt ediliyordu.
Sığır çobanı Sali'nin hanımı Pakize fakirliği kendine dert etmeyen emmisi Etem gibi şakacı ve nüktedan bir ev kadınıydı. İşlerini bitiren köylü kadınları bir damın gölgesinde oturur onun güldüren hikayeleriyle vaktin nasıl geçtiğini bilmezlerdi.
Pakize kadın köyde bir ölü olursa hemen ölenin evine koşar, orda edilen ağıtları bir teyp gibi beynine nakşeder, işin komik kısımlarını adeta bir artist gibi rol yaparak laf götürüp getirmeyi huy edinmemiş arkadaş çevresine olanları canlandırarak anlatıp ortalığı gülüp geçirirdi. Köyde kel kafalı bir adam ölmüştü. Bacısı onun için, “Sırma saçlı kardeşim” diye ağıt yakıyordu. Pakize durumu hiç kaçırır mı, yanındaki arkadaşının kulağına eğilerek “Zade gurban oluyum sen hiç ölen bu falanın kafasında bir tel saç gördün mü(?)” diye sorarken ikisi de gülmemek için adeta dişlerini kırarcasına sıkıyorlardı.
Güdüğün İreşid’in Hasan seçim stresini atmak için Cinder Ali'nin kahvesinde biraz oturmuş, fakat içindeki “ne olacak” sıkıntısı orada fazla oturmasına müsaade etmemiş kendi evinin arkasındaki yol ile camiye doğru 'oy atımını' izlemek için yürüdüğünde emmi kızı Pakize'yle bir komşusunu oy kullanmış evine dönerken birden karşısında görünüverir.  Pakize'nin yanındaki kadın Kara Sali'nin emmi kızıdır!
Yılların uyanık Hasan'ı birden her şeyi anlar “eyvah ki eyvah” diye iç geçirir fakat bunu karşısındakine belli etmez. Zaten yapı icabı sabırlı bir kişiydi.
O anda Pakize'nin yüzü bembeyaz kesilmiş, adeta ne yaptığını bilmeyen şaşkın bir kadın haline gelmiş, eli ayağı titremeye başlamış, ne ağlayacağını, ne güleceğini bilmeyen bir hal almıştı…
Kendisini biraz toparladıktan sonra rol ustalığından medet umarak suçluluğun utangaçlığını bir yana bırakıp, “Vaa emmioğlu; maşallah herkes seni konuşuyor, bu köye anca sen muhtar olur, sen yönetirsin, vallahi Hasan kazansın diye her gün dualar ediyorum…” dedi.
Hasan ortalık biraz soğusun diye kızgınlığını Pakize'ye belli etmemeye çalışarak karşısındakine “yaptığından utansın” hesabıyla değerinden fazla itibar göstererek kocasının güttüğü ineğe, danaya, çocuklarına kadar tek tek hal ve hatırlarını sorar…
Pakize; Hasan'ın bir şeyi anlamadığına kanaat getirerek bu düşüncesinden aldığı cesaretle kendisini daha da güçlü kılarak, “Allah yardımcın olsun EMMİOĞLU OYUMU SANA ATTIM” der...
Hasan onun pişkinliğini gördükten sonra “bir oy için bir kadını kırmanın ne alemi var” düşüncesiyle, “Belli; emmim kızı belli!” diyerek yoluna devam eder.
Hasan seçimi oylar sayılırken lüküsün bir anlık sönmesiyle  ….. adlı sandıkta görevli bir öğretmenin oylarını çalmasıyla (öyle bilindi) seçimi üç oyla kaybeder.
Aradan bir müddet sonra da köyden şehre göçüp kaybedişi kazanca çevirip hiç olmazsa çocuklarının istikbalini kurtarır.

+++++++++++++++++++++++++++

ALLAH’IN İŞİ BELLİ Mİ OLUR! Fakirin yalanı...

Karacaörenli İpçi Erdoğan ÇALIŞKAN

21/12/2013 - 08:19

 

Zarife'nin İreşit, Kırşehir'in fakir mi fakir, köyünde yaşayan, kimsenin azında-çoğunda olmayan, kendi halinde birisi idi. Yazın amelelik, kerpiç kesme, bağ belleme gibi işlerle uğraşır, bazen de başka köylere ırgat durur veya baba mesleği çobanlıkla geçimini temin ederdi.
Hanımı Zekiye de yerine göre parasıyla köylünün yaşlılarına veya hastalarına bakar, gündeliğe, çamaşıra, 'temek' kesmeye (hayvan pisliğinden yapılan yapma, kerme), yufka ekmek yapmaya giderdi.
İkisi oğlan biri kız çocuklarının bu ve bu gibi işlerle geçimini temin etmekle günleri ardına bakmadan uçup giderdi. Büyük oğulları Ahmet çocuk olmasına rağmen fakir olmalarından dolayı isteklerinin karşılanmamasına çok içerler, bu yüzden dolayı da doyumsuz bir hırsa kapılır, baba ve anası onu ikna etmekte çok zorlanırlardı. Ahmet köy bakkalında satılan naylondan yapılma oyuncakları almaya parası olmadığı için bu ihtiyacını damların üstü kiremit olmayan köy evlerinin yağmur suyunun boşluğa akmasını sağlayan tenekeleri sökerek (çörten) giderirdi. Onlarla oyuncak araba yapar, bu yüzden de köylüler lakabını 'Çörten Ahmet' koymuşlardı.
Çörten Ahmet'in üç kardeşiyle giydiği bir çift soğuk kuyu (cebaliş lastiği) ayakkabıları vardı. Ayak büyük küçük fark etmezdi. Onu kim giyerse diğerleri yaz kış yalın ayak gezer, bundan dolayı da üçünün de ayakları nasır bağlamıştı. Kışın herkesin ayağı soğuktan titrerken Çörten Ahmet yalın ayak buzda kayık kayardı.
Ahmet bu şartlar altında ilkokulu zar zor bitirdikten sonra babası diğer köy çocuklarına özenip “bari ben çektim, o çekmesin, okuyup da adam olsun” diye onu Kale Ortaokulu’na kaydettirdi.
Üç köy çocuğu ile şehirde bir ev tutup lisede okuyan akrabalarından birine de Ahmet’e göz kulak olmasını tembihleyip oğlunun bir ay yetecek ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra köyüne döndü.
Şehir hayatı köy hayatı gibi değildi. Gözü açılan Ahmet sinemanın birinden çıkıp diğerine koşuyor, sahipsizliğin ve içindeki fakirliğin ezilmişliğinden doğan hırsla kendini daha serbest görmek istiyor, haliyle de ulaşamadığı şeylerde edindiği arkadaşlarına ikna için yalana ihtiyaç duyuyor, derslerini de ihmal ediyordu. Ayda bir gelen babası durumdan haberi olmasa da lisede okuyan köylüsünü ziyaretinde meseleyi anlamış anlamasına, ama oğlunun sınıfta kalmasını engelleyememişti.
Zarife'nin İreşit bulup buluşturup ertesi yıl Ahmet’i tekrar okutmaya çalışsa da oğlu o gözeye hiç basmamış nihayetinde okuldan belge (iki yıl üst üste sınıfta kalana verilir) alıp köyüne dönmüştü.
Aradan geçen süre içerisinde Ahmet bazen babasına yardım etmiş, bazen kaytarmış, zamanla bıyıkları terlemiş iri yarı bir delikanlı olmuştu.
Köylerinde bir yakınları Ankara'da radyo, telsiz, televizyon tamir kursuna gidiyordu. İzine geldiğinde Zarife'nin İraşit’le karşılaşır. Hal hatırdan sonra Ahmet'i sorar o da 'Oğlunun bir kazmaya sap olmadığından' bahseder.
Ahmet'in de çocukluk arkadaşı olan Şuayip bu duruma çok içerler, “Eğer İreşit emmi bütçen el verirse Ahmet'i de bir ay sonra açılacak kursa kayıt yaptıralım, hiç olmazsa bir sanat öğrenir açıkta bari kalmaz” deyip oradan müsaade alıp ayrılır.
Bir ay sonra Zarife'nin İreşit oğlu Çörten Ahmet'le Ulus'taki modern çarşıda bulunan kursa köylüsü Şuayip'in de aidatı “Bunlar çok fakir yiyecek ekmeklerinin parasını buraya yatıracaklar” diye müdürü ikna edip düşürmesiyle kaydını yaptırmış olur.
“Yedisinde ne ise yetmişinde de insan aynı olur” diyen atalarımız boş dememişler. Ahmet palavralarına kursta da devam ettiği gibi kursu zamanla ikinci plana itmiş, Şuayip'in ikazlarını da göz ardı etmiş, bir gün de “Sana ne sen işine bak” diyerek onu azarlamış, arkadaşını da kendinden soğutmuştur.
Akşama kadar Ankara'nın altını üstüne getirip gezmekte, üstelik sonradan arkadaş edindiği bir otobüs muaviniyle de bazen ona yardım amacıyla başka şehirlere gidip gelmektedir.
Çörten Ahmet aradan geçen üç dört ay süre zarfında kursu-mursu bir tarafa bırakmış, otobüs muavinliğine başlamış, içinde yıllarca kendisini kemiren hırsının isteklerine yetişemez olduğu gibi ezeceğine ona hep ezilmiştir.
Anası Zekiye kadın her gün “oğlum da oğlum” diye ağıtlar yakmakta, “Dümüksüz herif git de şu oğlanı bul-buşur, ölümü, sağ mı?” demektedir.
Aslında kocası Şuayip'ten aylar sonra gelen mektupla her şeyi öğrenmiş, ama Ankara'ya gidecek parası olmadığından işi oluruna bırakmıştı.
Mahsenli köylüleri terminalde çalıştıklarından hemşehrilerini gözetip kollarlardı. Zamanla onlar Çörten Ahmet'i tanımışlar, hakkında malumat öğrenmişlerdi.
(…) Köyüne Ahmet'in babasına haber ilettikleri sırada Ahmet'in köye askerlik pusulası gelmişti. Zarife'nin İreşit Ankara'ya gelip sorup soruşturduktan sonra oğlunu bulup zar zor ikna ederek köyüne getirir. Bir müddet sonra da Çörten Ahmet Samsun'da Sıhhiye Acemi Er olarak asker olur. Dört ay eğitimden sonra da Konya'nın Höyük ilçesine dağıtımı çıkar.
Höyük ilçesi Konya ile Isparta arasında yüksekçe bir yerde kurulmuş, halkı genelde çiftçilikle geçinen, dinine, vatanına, bayrağına bağlı bir yurt köşesidir. Ahmet, Höyük'te askerliğe başlayalı biraz olgunlaşmış, hayatı daha yakından tanımış, görevine sadık bir asker olmuştur.
Hasta askerlerin listesini çıkartıp revire, daha önemli olanları ilçenin sağlık ocağına götürüp getirmekte, buraların el atamadığı hasta askerleri de Konya'daki asker hastanesine götürmektedir. Bu gidiş gelişlerinin birisinde orada çalışan bir hemşireyle göz göze gelir ki o an ciğerinden sanki bir parça düşmüş, ateşinden sanırsın koca hastane yanmıştır!..
Götürdüğü askerlerden birinin yarası biraz ağırdı. Ahmet durumu bölük komutanına bildirdi. Orada bir hafta refakatçi kalması gerekiyordu. Bir gün yaralı askeri sedyeye hemşireyle beraber bindirip filme götürdüler. Dönüşte de tekrar beraber getirip yaralıyı sedyeden indirip yatağına koyarlarken yanlışlıkla birbirinin bileklerini kavradılar. İşte ne olduysa o anda oldu.
İki çift gözün çakışmasıyla önce eller titredi, sonra kalpler yerinden fırlayacakmışçasına çarptı.
Aşk denilen şey buydu işte.
Bu gidiş gelişlerdeki buluşmalar zamanla büyük bir aşka dönüşmüş. Aysel hemşireyle asker Ahmet birbirine yanık iki sevdalı bülbül olmuş görüşemedikleri her an sanki onlara bir asır gibi geliyordu.
Ahmet köyüne izinli geldiğinde durumu ailesine anlatsa da onu kim dinler! Küçük kardeşi Mesut köyden bir kızı kaçırmış, biraz hapis yatmış, sonra kız tarafı razı gelince evlenmiş, haliyle elde avuçta beş kuruş kalmamıştı ki Ahmet'i nasıl nişanlasınlar?
İzin dönüşü Ahmet'in morali çok bozuk olsa da bunu Aysel'e belli etmez. Yine eskiye dönerek fakirliğin, ezikliğin öfkesini yalanla çıkarma yoluna gitmiş, memlekette şuyumuz var, buyumuz var demeye başlamış, “Babam nişanlanmamıza razı, ama şehre göç ediyorlar. Orda kardeşime iş kuracaklar sonra buraya gelip ailenden seni isteyecekler” derken hırsından kıp kırmızı olduğunun farkında bile değildir.
Ahmet izine gittiğinde Aysel ailesine durumu açmış, ama “Oğlan henüz asker, daha işi gücü bile yok. Hele şimdi bunun sırası değil” diye ters cevap almıştı.
Ahmet'in askerliği bitmeye yüz tutmuştu. Son bir gayretle bölük komutanına durumu anlatıp beraberce Konya'ya nişan takmaya gitseler de, kız babasının “Ben kızımı akrabamdan falanın oğluna ta onlar küçükken 'beşik kertmesi' yaptık, kusura bakmayın komutanım” deyip yol göstermesiyle bütün hayalleri suya düşmüştü.
Bir ay sonra da tezkeresini alan Ahmet vedalaşmak için önce Konya'ya, oradan da hastaneye sevdiğini görmek için uğrar. İki aşık tel tel dökülen gözyaşları arasında vedalaşırken bir yandan da yanlarında bulunan nişan yüzüklerini birbirlerinin parmaklarına takarak nişanlanmış olurlar.
Köy Ahmet'in başına dar gelmekte, akşama kadar ağzında aşk türküleri dağ bayır dolaşmaktadır. Kara sevda herhalde bu olmalı… Ne yaptığını bilmeyen Ahmet kendini Konya'da hastanede nişanlısı Aysel'in kollarında bulur.
Hoş beşten sonra evlenmeye karar verip bindikleri otobüsle Kırşehir'e gelip resmi nikah yaparak köylerine gelirler.
Aysel köye gelince gördükleri gerçekler karşısında şok olsa da aşk galip gelir, Ahmet'in yalanlarını affeder.
Aysel'in anne ve babası sağı solu araştırsa da adres bilmedikleri için kızlarının Ahmet'le kaçtığına kanaat getirip durumu adli mercilere bildirmekten başka ellerinden bir şey gelmez.
Aile araya girenlerin de gayretleriyle gelinle Ahmet'e düğün günü belirleyip hazırlıklara başlarken oğullarına da “Ayıp olur siz telefonla Aysel'in ailesini düğüne davet edin” diye talimat verirken, çağrılan imama da dini nikâhlarını kıydırdılar.
Ahmet komşunun telefonundan Aysel'in anne ve babasını düğüne davet ederken, onların altına serecek yatak ve yorganları olmadığı için “Ben sizi düğüne davet ediyorum ama siz sakın yola çıkmayın Aksaray-Kırşehir arası kar ve tipiden kapalı” yalanına başvurarak gelmelerini engellemeye çalışır.
“Temmuz ayının içinde kar ve tipinin aslı ne! Bu nasıl işmiş?” diye veise kapılan Aysel'in babası o zaman ki .… adlı otobüs firmasını arayarak durumun öyle olmadığını anlayıp ertesi günü köye hanımıyla gelip misafir olur.
Hoş beşten sonra “Sahi Ahmet sen telefonda bana ne diyordun? Ben sıcaktan terliyorum bu nasıl iş?” der.
Şaşkınlığı üzerinden atan hazır cevap Ahmet “Baba ALLAH'IN İŞİ BELLİ Mİ OLUR? O iki gün önceydi, bu gün de böyle” deyiverir.

+++++++++++++++++++++++++++

ŞART OLSUN GÜMÜŞ KÜMBETLİYİM Horla-Karacaören Savaşları!

 

Horla köyü halkı şimdiki yerleşim yerlerinden yıllar önce devlet tarafından Seyfe Gölü kenarındaki 'Obruk Evleri' denen mevkiye yerleştirilmiş, ekip biçmeleri için de kendilerine Hazine’den arazi tahsis edilmiş bir Kürt aşiretiydi. Yerleştikleri yer göle yakın olduğundan etraf sivrisinekten geçilmiyordu.
O yıllarda şimdiki gibi sivrisinekle mücadele olmadığından dolayı köylü bu durumdan rahatsız olmakta, vücutları kaşımaktan yara, bere içinde kalmaktaydı. Gerekli tedavileri yapılamadığından 'sıtma' hastalığına yakalanıp ölüyorlardı. En kısa zamanda buradan başka bir yere taşınmanın hesabı içindeydiler. Ama bu nasıl olacaktı! Köyün ileri gelenleri bir araya gelerek düşünüp taşındılar, aralarından bir sözcü seçerek Karacaören'e gidip orada Kürt’ün Mehmet Çavuş’u ikna edip o köyün arazisinden kendilerine bir kısım yer verilirse bu illetten kurtulacakları kanısına vardılar. Ne de olsa Kürt’ün Mehmet Çavuş çevrede sözü geçen birisi olduğu gibi 'Kürt kökenli' olmasından dolayı onların bu isteklerini yerine getirirdi.
Kurtuluş Savaşı’nın yapıldığı yıllarda Anadolu'da bazı kişiler savaşa katılmamış, Ege Bölgesi'ndeki efeler gibi gruplar oluşturarak kimseye bağlı kalmaksızın kendilerini yurdun iç güvenliğini korumakla görevli addederek bazen iç isyanları bastırmışlar, bazen çoğu askerde olan erkeksiz ailelerin malını, canını, namusunu eşkıyalardan, hainlerden, hırsızlardan korumuşlardır. Savaş bittikten sonra gruplar halinde bir araya gelerek çıkan iç isyanların bastırılmasında Mustafa Kemal'in askerlerine katılmak için kendisine haber salmışlardır.
Haberi alan Mustafa Kemal onların Yerköy'de toplanmalarını, çıkan Yozgat isyanını bastırmak için kendilerine görev vereceğini, yalnız Büyük Millet Meclisi'nin görevlendireceği 5-6 milletvekilinin Yerköy'e gelmelerini beklemelerini gelen elçiye iletir. Çok geçmeden gelen görevliler onları bir ay kadar eğitimden geçirdikten sonra Yozgat isyanını bastırmakla görevli askerlere dahil ettirirler.
Yozgat isyanı ve buna benzer isyanlarda devletin yanında olan bu kişileri Mustafa Kemal gerek parayla, gerekse maaşla ödüllendirmek isterse de bunu onlar kabul etmezler, isyanlar bastırıldıktan sonra da evlerine dönerler.
Bu kişilerden birisi de Kürt'ün Mehmet Çavuş'tur ki namı Ankara, Kırşehir, Kayseri, Nevşehir, Niğde, Yozgat illeri ile kaza ve köylerinde yaptığı iyiliklerinden dolayı duyulur, anılır olmuştur. Halen Hacıbektaş ve çevre köylerinde uyumayan çocukların 'Kürt’ün Mehmet Çavuş gelir ha hemen uyuyun' diye korkutulduğu söylenir.
Horla'dan gelen heyeti ağırlayan Kürt'ün Mehmet Çavuş, onları dinledikten sonra köylülerinin itirazlarına rağmen isteklerini yerine getirir, 'Horla’nın gedik' denen dağın geri arkasındaki Seyfe Gölü tarafındaki araziyi ev yapmaları için verir.
Yine eskisi gibi Karacaörenliler 'Parlak' denen sulak yerde hayvanlarını sulayıp otlatıyor, çamaşırını, yününü, yatağını yıkıyorlardı. Aradan geçen yıllar içerisinde 'ayrık hesabı saçakları yer tutan' Horlalılar yapılan bu işlere itiraz etmeye, çöl denen araziyi ekip dikmeye, işlemeye giden Karacaörenlilere, “Köyün içinden geçmeyin, kendinize başka yol bulun köy toz içinde kalıyor” diye önce itiraz etmeye, sonra da tek düşürdüklerini dövmeye başladılar. Zamanla köylerine daha çok sahiplenip önce Parlak’ta hayvan sulamayı, temizlik yapılmayı, sonra da hayvanların yaylımını Karacaörenlilere güç birliği yaparak yasaklama yollarına gittikleri gibi daha da ileri giderek kendi hayvanlarını Karacaören'in ekilmiş tarlalarında yaymaya başladılar.
Güdük İreşid'in Hasan askerden yeni gelmiş, biraz gezdikten sonra köy kır bekçisi olmuştu. Atıyla araziyi gezerken tarlada yayılan Horla köyüne ait inek sürüsünü yanındaki bekçi arkadaşıyla toplayıp köy korumasına getirmeye çalıştığında yetişen Horlalılardan hem dayak yemişler, hem de ekinlerin yaylımını önleyememişlerdi. Bu ve bunun gibi ufak tefek olaylar olsa da iki köyün ileri gelenleri ortalığı yatıştırırken Karacaörenliler yaptıklarından dolayı Kürt'ün Mehmet Çavuş'a 'intizar' yağdırıyorlardı. Bazen olayların büyüdüğünde Boztepe'den Jandarma gelip dövüşenleri ayırt ediyordu.
Günün birinde Hacı Mustafa'nın Halil, Kürt’ün Mamo, Topal Memed'in Musa ve Maacir Omar iki traktörle Parlak’ın yanındaki tarlalarını herk ediyorlardı. Az sonra oraya toplanan Horlalıların, “Burası bizim arazi ne halt yemeye herk ediyorsunuz” diyerek onları dövmeleri savaşın (!) başlamasının büyük kıvılcımı oldu. O gün köyde Hamitlerin Necip’in düğünü 'gelin getirme' noktasında gelmişti. Evde toplanan kalabalık tören gereği kız evine gidecek oradan davul zurnayla gelin alınacaktı.
Düğün alayı büyük bir neşeyle evden çıkmış kız evinin yolunu yarılamıştı ki savaş (!) çıktı duyumunu alan herkes düğünü, derneği bir tarafa bırakarak olay yerine bulduğu atla, arabayla, yaya olarak ulaşmaya çalışırken gelini ancak 10-15 erkekle kadınlar ve çocuklar, kız evinden teslim almıştı.
O gün Melaan Irza, oğlu Ali'nin doğumundan dolayı savaşa (!) katılmadığı için çok üğündü. Kalabalık nüfusa sahip olan Karacaörenliler, Horlalıları alt ediyorlardı ki Badılı köyünden bazıları vicdanen buna dayanamayıp ellerine aldıkları silahlarla Karacaörenlilere ateş etmeye başlayınca bundan arkalanan Horlalılar karşı saldırıya geçtiler. Olaylara müdahalede yetersiz kalan Boztepe Jandarmasının imdadına Çuğun'dan gelen askerler katılsa da olayları durduramıyorlardı. Nasıl haber edildi bilinmez Nevşehir'den gelen bir müfreze asker olaya dahil olup az nüfuslu Horlalıları korumaya alınca naçar kalan Karacaörenlileri püskürttüler. Sıkışan Karacaörenliler Jandarmaya yakalanmamak için Seyfe, Dalakçı, Boztepe köylerine kaçışırken yakalananlar da Karacaörenli olmadıklarına vallah billah yemin ediyorlardı.
Karacaörenli Sağır Irza’nın Mamo şehirde bir marangozun yanında çalışan 17 yaşlarında bir gençti. O gün köyde izindeydi. Eline geçirdiği bir sopayla dövüşe katılmıştı ki yakalayan Jandarma elindeki köteği alıp birkaç darbe vurduktan sonra elini bağlayıp cipe attığında arabada kendisinden önce yakalanan yediği sopadan yüzü morarmış Mulla Memed'in Hidayet’i yüzükoyun yatarken gördü.
Atılan kurşunlardan birisi Karacaörenli Şemsi’nin Maamıdın Sali'ye isabet etmiş, adam yerde kanlar içinde feryadı figan ederken olaya şahit olan Çolağın Şık Hasan bilincini kaybetmiş, ceketinin ucunu kafasına siper edip kaçarken “Şeyini şey ettiğimin şeyleri erkekseniz atında beni de vurun” diye bağırıp kaçarken ceketinden kurşun geçemez sanıyordu. Neyse ki yanından geçen birkaç kurşun vınıltısının sesini duysa da yara almamıştı.
Horla savaşına (!) katılan bir yaşlı adam eşeğini tarla anına yanaştırıp kendisini onun altına sakladığında eşeğin karnından gelen karın gurultularını mermi sesleri sandığından dolayı 'kelimeyi şahadet' getiriyordu.
Halise'nin Ahmet savaşa (!) bindiği at arabasıyla katılmıştı. Karacaörenlilerin geriye çekilmesiyle köylü tarafını jandarma tuttuğundan aklına ilk gelen Kümbet’teki kızının evine ulaşmayı denedi.
Atlara kamçıyı öyle sallıyordu ki arkasından gelen çelikçilere ait kamyonu jandarmanın jipi sanıyor bir an evvel kızının evine yetişmenin heyecanı içindeyken baygınlık geçiriyordu.
Güdük İreşid'in Hasan askerde hatırı sayılır bir çavuş idi. Kendisini yakalamaya çalışan başçavuşa, kır bekçisi olduğunu, bu vesileyle devlet görevlisi sayıldığını bin bir cinlikle anlatmaya çalışsa da o da yakalanan 20 kadar köylüsüyle kelepçeyi takınıp Kırşehir Jandarma Karakolu'nun nezarethanesine atılmaktan kurtulamıyordu.
Nezarethane göz hapsinde tutulanlara tahsis edilmiş olup aynı zamanda karakolun odun, kömür ve erzak deposu görevini görüyordu.
Gözaltında tutulanlar penceresi olmayan bu karanlık odada birbirlerini göremedikleri için seslerinden tanıyorlardı. Aradan geçen zaman içerisinde karanlığa alıştıklarında birbirlerini görmeye başlasalar da içerdeki havasız ve nahoş koku onları çok rahatsız ediyordu.
Dışarıdan içeriye sesler gelse de içerdeki konuşmalardan dolayı ne denildiği pek anlaşılmıyordu.
“Ne demek bana kır bekçisi karşı geldi, onu zor zapt edip teslim aldım, o kimmiş de sana kafa tutar” diye başçavuşa kızan karakol komutanının bağırtısını duyunca gözaltında tutulanlar hemen konuşmalara kulak kesildiler.
Yediği fırçalardan dolayı kendisini zor toparlayan başçavuş “komutanım altın dişli biriydi” diyebildi.
Konuşmalara kulak kesen Hasan, uyanıklık yapıp dişlerine yerden aldığı kömürü sürse de ağzındaki yaşlardan dolayı altın dişi açığa çıkmış, yediği sopaları köyde kimseye dememeleri için içerdekilere yalvarıyordu. Serbest kaldıklarında Kürt'ün Mamo arkadaş olduklarından dolayı olayı köyde yaymış herkes Hasan'la dalga geçmişti. Hasan da altta kalır mı o da doğruca Mamo'nun anasına koşar, “Aman Meryem bacı karakolda Mamo'yu çok dövdüler, doktorun bana tembihi var, aman oğlun hanımıyla en az bir ay ayrı yataklarda yatacak” der.
Hacı İrbam'ın Hacı Karacaören'de muhtar azası olduğundan dolayı bundan faydalanıp köylülerini kurtarmak için şehirde çalmadık kapı bırakmasa da köy azasını kim tanır ki...
Şaşkın ve biçare çarşıda dolaşıyordu ki karşıdan gelen köylüsü o günlerde şehirde amelelik yapan Tatoğlan Memet Ali'yle karşılaşır.
Hal hatırdan sonra Memet Ali köylüsünün tavırlarından bir şeyler olduğunu sezinler, sebebini sorduğunda da olayları öğrenmiş olur.
Yakalananların içinde ikisinin de kardeşleri vardır. Onları nasıl kurtaracaklarını birbirlerine fikir alışverişlerinde bulunsalar da ellerinden bir şeyin gelmeyeceğini anladıkları için, “Açtırlar; hiç olmazsa şuradan biraz yiyecek bir şeyler alalım da kumandandan izin alıp karınlarını bari doyuralım” derler.
İki arkadaş nöbetçi komutanın odasında soluğu alırlar. Kem kümden sonra köy azası olduğu için söze titrek ve ürkek sesiyle kendisini tanıtan Hacı başlar. Dışarı akşam olmaktadır. Günün yoğunluğu ve yorgunluğunun verdiği stresle komutanın yüzünden düşen bin parçadır. Sabırla da olsa yinede Hacı'yı bir müddet dinler, ama arkasını getirmesini beklemeden, “Defol şuradan şimdi seni de onların yanına atarım ha” derken bu kez kızgın gözlerini Memet Ali’ye dikerek, “Senin derdin ne be adam yoksa sende mi Karacaörenlisin?” der.
O an Memet Ali üstünden kamyon geçmişe dönmüş, korkudan eli yüzü bembeyaz kesilmiş, dokunsan yere düşecek vaziyete geldiğinde Karacaörenli olmadığına yeminler ediyor, fakat bir türlü komutanı ikna edemiyordu.
Komutan yerinden kalkıp tam ona vuracakmış gibi yaptığında, “Komutanım şa şa şart olsun ki gü gü Gümüş Kümbetliyim. Anamın adı şu, babamın adı şu” diyerek Kümbetli olan ebe ve dedesinin adını kendi ana babasının adıymış gibi sıralarken kekemeliği ve onun getirdiği komiklik, sinirden yüzü mosmor olan, elleri titreyen komutanı gevşetmiş, güldüğünü onlara belli etmemek için öte dönüyordu.

++++++++++++++++++++++++++
KÖR MÜ TARLANI BEKLE!

 

Çıtak Ali, Bahtışen Ali'nin en büyük oğluydu. Bahtışen Ali hanımına, “Belki ben erken ölürsem evde Ali eksik olmasın, ilk çocuğumuz oğlan olursa ona kendi adımı vereceğim” demişti.
Çıtak Ali fakir bir ailenin ilk oğluydu ama arkasından doğan kardeşleri de erkek olunca anasının bir yerde yardımcısı rolünü üstlenmişti. Sabah erkenden anası onu yataktan kaldırır, gözleri uyku mahmurluğundan açılmayan Ali'nin eline iki testiyi verip suya gönderir, sudan gelince de “kardeşlerine iyi saap ol” der kendisi de ahıra, samanlığa koşuştururdu.
Yılları böylece geçtiğinde zamanla Ali'de akranları gibi palazlanmış, okuldan kalan boş zamanlarında da babasına çiftte, çubukta yardım eder olmuştu.
Fakirlikleri bütün komşularında ve köylülerinde aynı olmasından dolayı Ali'ye bir eziklik ve aşağılık duygusu vermiyordu. Herkes gibi onlarda ailecek bulurlarsa tarhana çorbasına, bulgur pilavına talim ediyorlardı.  Kimsenin kimseden üstün bir yanı yoktu, herkes yoksul perişandı ama bu onlara dert değildi.
Çıtak Ali ergenleşmiş, aşşık oynama, düğünlerde turaya çıkma, kelle atma, kızlara ayna tutma yaşında  günlerini gün ederken her genç gibi onu da Dutlu Çeşmenin tepeden askere tertipleriyle uğurladılar.
Askerden döndüğü yıllarda Almanya'ya işçi akımı başlamış, elinde avucunda neyi var neyi yok herkes bu uğurda yollara dökülmüştü. Ali'yi babası askerden geldikten birkaç ay sonra nişanlamış arayı fazla uzatmadan da düğünü yapmıştı. Bu sebeple de artık yaşlanan ve işlere yetişemeyen hanımını bir nebze olsun rahatlatmıştı.
Ana, baba, kardeşleri derken iki de çocuğu olunca Çıtak Ali'nin dar gelen baba evine başı sığmaz olmuş sabahlara kadar hanımıyla başlarını sağa sola çevirmekten saçları dökülmüştü. Bu böyle olmayacaktı. Babasıyla uzun uzun konuştuktan sonra o da herkes gibi Almanya'ya gitmeye karar verdi. Eldekiydi, ödüncüydü derken üç-beş lira tedarikleyip iki çocuğu ve gözü yaşlı hanımını baba evine koyup Almanya'ya turist olarak gitti.
Tutumlu bir yapıya sahip olan Çıtak Ali yıllarca çoluk çocuk hasretiyle yanıp tutuşarak çalıştı, çabaladı onların istikbalini temin ettiği kanısına varınca da kesin dönüş yapıp köyüne yerleşti.
Daha o Almanya'da iken baba ve anası ölmüş kardeşleri de okuyup devletin işine girmişler, “Kendimize ev alacağız tarlamızı da sen al” diye ağabeylerine elden beş aşağı satıp köyden alakayı kesmişlerdi.
Çıtak Ali, Almanya'dan geldikten sonra köyüne güzel mi güzel bir ev kondurdu. Herkes şehre göçerken o yıllarca, “Köyüme hasret kaldım, yetti gayri, ölürsem de, kalırsam da köyüm” diyerek gücünün yettiği kadar tarla satın alıp büyük çiftçi olmaya karar verdi.
Aradan zaman geçtikçe traktörü ve gerekli bütün zirai aletleri kendisini sıkıntıya sokmadan gücünün yettiğince tek tek kapıya çekerek yıllarca hayalini kurduğu çiftçiliği gerçekleştirirken bir yandan da fakirlikten çektiği sıkıntıların öfkesini ve intikamını alır gibiydi.
O gün sabahtan öğleye kadar oğlu ve çiftçisinin yardımıyla bir yandan biçerdövere ekin biçtirirken, bir yandan da traktörünün arkasına taktığı çifte römorkla evindeki ambara buğday taşımıştı.
İşine dört elle sarılmış çok da yorulmuştu. Öğle vakti oğlu ve yardımcısını biçerdöver sırası beklemeleri için tarlada bırakıp kendisi  traktörün römorklarına yüklediği buğdayla köye döndü. Hanımı onun geleceğini bildiği için öğle yemeğini hazırlamıştı bile. Buğdayı ambara döktükten sonra kızının getirdiği bir dolu testi suyla kafasını, elini, yüzünü iyice bir yıkayıp sofraya oturduğunda kendince dünyanın en mutlu çiftçisiydi. Lokmaları ard arda atıştırıp bir yandan da hanımıyla dertleşirken, “Kızım çayın suyunu ocağa koyda hararetimizi alalım” tembihinde bulunuyordu.  Hanımına da, “Bu yıl Allah'a şükür mahsul iyi çıktı, hayırlısıynan şu kara gözlü Muradımı da bir everirsem deyme keyfimize, onların göçünü de şehirdeki eve atarsak gerisi Allah kerim” dedi.
Evleri köyün yüksekçe bir yerindeydi. Köy ve tarlalar ayaklarının altında adeta serili bir halı gibi duruyordu. Arada hanımına, “Tarlalara bak da benim gözüm iyi seçmiyor, biçerdöver bizim tarlaya yaklaşmış mı” diye sormayı ihmal etmiyordu.
Çayı bardağa doldurmakla meşgul olan hanımı işi bittikten sonra o keskin gözleriyle etrafa dikkatlice bakıp, “Aman Ali senin az önce işlediğin tarlada bir traktör durup durup yürüyor mu nedir, bir de sen bak hele…” dedi.
Çıtak Ali'nin gözleri artık eskisi gibi iyi görmüyordu. “Aman Minire benim Almanya'dan getirdiğim şu dürbünü sandıktan bir getiriver hele…” dedi. Dürbün her şeyi ayan beyan gösterdiği için Çıtak Ali'nin çayı, bardağı bir tarafa attığı gibi koşup traktöre binmesiyle marşa basması bir oldu.
Köylük yerde tarlalar iki kısma ayrılır, o yıl için bir tarafa ekin ekilirken diğer taraf dinlenmeye (nadasa) bırakılırdı. Düşes Ahmet fakir mi fakir bir ailenin tek oğluydu. O da herkes gibi Almanya'ya işçi olarak yazılmış, gözleri bozuk, kulakları da az duyduğu için muayenelerde çürük çıkmıştı. Kaç sefer turist olarak kaçak yollardan teşebbüs ettiyse de şans buya hep yakalanmış, çoğunda hapis yatmış, “bu kadar da olmaz yeter artık” deyip kaderine razı olmuş zamanla bu sevdasından vazgeçmişti.
Kapısında bir iki inek, iki üç gürrük keçi, bolca da eşek bulunur, onları sabah köyün çeşmesine sulamaya götürürken köylüler, “Ula Düşes zengin bir eşeği barındıramaz maşallah sende sürüynen” diye alay ederlerdi.
Ahmet’in babadan kalma biraz tarlası var olmasına vardı ama bu yıl onların çoğu nadasa bırakılan yerdeydi. Az tarladan az sap çıkacağından haliyle ondan çıkacak samanda kışın hayvanları aç koyacaktı. Çıkacak buğdayı seneye tarlaya tohum atmaya, belki un, bulgur yapmaya yetmeyecekti. Ama ona hiç sorun değildi. Köylüden veya akrabalarından buğdayı temin edebilirdi, fakat hayvancılıkla geçinen köylü sapı, samanı kendisine yetmiyor ki ona ödünç versin…
Düşes Ahmet bunları düşünmekten sabahlaraca uykusuz kalıyor, “nasıl bir 'düşese' düşerim” diye hayaller kuruyordu.
Yine uykusuz geçen bir gecenin sabahında kapısına bir traktör ve onun römorkunda onca insanın sesleri, tavuk, horoz seslerine karışan bir gürültüyle yatağından doğruldu. Gelenler yakın köyden akrabalarıydı. Hoş beş, hal hatır, çay kahve derken laf lafı açıyor, kulağına gelen konuşmalara he, hü dese de hiç birisi Ahmet'in kafasına girmiyordu.
Dışarı öğleye yaklaşıyordu, gelen akrabalardan erkek olan iki-üç misafirine, “Hadi traktörü çalıştır da köyün şöyle bir altını üstüne getirip gezelim” derken aniden beyninde bir şimşek çaktı. Hemen koşarak ahırdan bulduğu bir iki dirgen ve anadutu getirip, “Yahu hısımlar; şimdi aklıma geldi, bizim tarlayı dün işlettim, gidelim de hazır şu traktör buradayken benim sapı tarladan toplayıp getirelim, sonra çalarlar da hayvanlar aç kalır” dedi.
Onlar tarlaya giderken Çıtak Ali'de ekini biçtirmiş köye dönüyordu. Karşıdan gelen traktörün yanına yaklaştığında dikkatlice bakınca onun römorkunda oturan Düşes Ahmet’i seçebildi. Bir birlerine elleriyle selam verip herkes kendi yoluna devam ederken Düşes Ahmet kendi kendine, “Ula Düşes, yine dört ayağının üstüne düştün hadi hayırlısı” diye iç geçiriyordu.
Biraz yolculuktan sonra, “Hısım traktörü durdur, aha şu tarla benim, hadi size zahmet acele edip sapı yükleyelim de öğle yemeğine yetişelim” derken etrafı da kolaçan etmeyi ihmal etmiyordu.
İşe öyle dalmışlardı ki, top atılsa duyacak halleri yoktu. Acele çalıştıkları için terden adeta giyeceklerinin suyu çıkmış, acışan gözleri göremediği için bazen dirgen ve anadutları boşa sallıyorlardı. Yanlarında su testisi getirmediklerinden dolayı susuzluktan ağızları, dilleri kurumuş, bedenleri adeta domuzlar gibi kokuyordu…
- “Selamünaleyküm, kolay gelsin ağalar, bende yardım edeyim mi?
Düşes Ahmet işine öylesine dalmıştı ki, gelen traktörün sesini dahi duymamıştı. Selam veren sesi tanıdığında adeta nutku durdu, eli ayağı bir birine dolaştı, dili lal olup gözleri pel pel bakmaya başladı. Başı dönüyor, kafası zonkluyor, geriye dönüp verilen selamı almaya cesaret edemiyordu. Ne halt edecek, bu işin içinden nasıl sıyrılacaktı? Uyduracağı yalanlar acaba karşısındakini ikna edebilecek miydi? Şaşkınlığı diz boyu idi, hayatta hiç böylesi başına gelmemişti.
- “Sana diyorum Ahmet Çavuş, sağır mısın? Niye bu yana dönmüyorsun? Utandın mı yoksa…”
Aradan geçen bir iki dakikada Düşes Ahmet kendini toparlamış, hiçbir şey olmamış gibi, “Ooo Ali Çavuş sen misin? Hoş geldin, iş telaşesinden sesini duyamadım. Hayırdır? Niye öyle kızgın gibisin?” dedi.

Çıtak Ali delirmiş, deli danalar gibi kükrüyor, ağzından gelenleri bir bir sayarken karşısındakine vurmamak için kendisini zor tutuyordu. Olanları uzaktan gören oğlu Murat da birkaç köylüyle yanlarına gelmiş olanları anlamaya çalışıyordu.
Düşes Ahmet baltayı taşa vurmuş, akrabalarının yanında on paralık olmuş, dönüşü olmayan bir hata yapmıştı. İşi pişkinliğe vurup suçluluğun verdiği cesaretle, “KÖR MÜ TARLANI BEKLE HEMŞERİM” diye çıkışırken utancından yere bakıyordu.

+++++++++++++++++++++++++++++++++++

AT, AYRAN, KONYAK, TATLI...

 

Çevre köylerin çoğunda okul ve okuma nedir bilinmezken Karacaören köyünde Habip Arıöz bin bir zorluklara göğüs gererek bir ilkokul yapmayı becermiştir.
“Çocuklarım okur da köyden dışarı gider çiftin çubuğun ucundan kimse tutmaz” diye korkan birkaç gerici okulu yıkıp yıksalar da, Habip Hoca bunlardan yılmaz, yıkılanı yakılanı tekrar tamir ederek köyün çocuklarının tahsilini yapmasını sağlar.Kapı kapı dolaşarak mezun olan çocukların Ankara'da ve Kayseri'de açılan Ziraat Mekteplerine kaydını yaptırmak için mücadele verirken, “Ula dürzüler çiftten, çubuktan fayda yok, o kimi kurtarmış da çocuklarınızı kurtaracak” diye yal yal yalvarır.Kimi ailelerde “çocuk hasretine dayanamamanın” korkusuyla, kimi aileler de “çifttin ucundan kim tutacak” diye karşı koysalar da Habip Hoca bu uğraşında başarılı olmuş okuyup başarılı olan gençlerin ekmek sahibi olmalarında önderlik yapmıştır.Okula kaydını yaptıran öğrencilerden bazıları okulu terk ederek, bazıları da babalarının geri getirmeleriyle bu olanaklardan yararlanamamıştır.
Okula gitmeyenler eğer babalarının imkanı varsa çiftin ucundan tutup ona yardım etmişler, imkanı olmayanlar da el kapısında çiftçi durmakla, amelelik yapmakla karınlarını doyurmuşlardır.Yağcı Hacı’nın Omar askerden geldikten sonra Güdük İreşid’in Hasan'la ortaklaşa bir müddet kahve çalıştırmış, sonradan da köy köy gezerek çerçilik yaparak, üç beş lira para biriktirmişti.O yıllarda Karacaören'de elinde parası olanlar canlı hayvan alıp satıyorlar (çelikçilik) iyi de para kazanıyorlardı.
Omar'ın aklı fikri bu işteydi, ama anlamadığı bir meslekti. Onun için bu işi anlayan biriyle yapmak istiyordu istemesine de herkes kendine geçinebileceği ortakçı bulduğundan dolayı aradığı arkadaşı bir türlü bulamıyordu. Birkaç sefer işin erbabı Sarının Mustafa'ya teklif ettiyse de “Ben Apo ve oğlu Nahat'le ortağım, onlardan ayrılıp seninle çalışmam ayıp olur” diye teklifini geri çeviriyordu.
Ömer hem çerçiliğe devam ediyor, hem de kendisine bir ortakçı arıyordu ki köyün birinde Mustafa'nın küçük kardeşi Sarının Eset'le karşılaştı. Eset de o gün için o köye hayvan almaya geldiğini, pazarlık yaptığı birkaç hayvanı da almaya parası yetmeyince caydığı durumu ayaküstü karşılaştığı Omar'a anlatmıştı. Omar hiç düşünmeden gidip hayvanları geri almasını, ortakçı olmalarını Eset'e teklif etti. Eset de kabul edip ortakçılığa başladılar.
Birkaç ay ortaklığa devam etseler de bu işten pek para kazanamıyorlardı. Çünkü Eset ağabeyi gibi ticaret ehli olmadığı için hayvanların kaç kilo süt vereceğini, kaç kilo et taşıdığını pek kestiremiyor bu da Omar'ın canını sıkıyordu.
Sarının Mustafa basit bir nedenden dolayı Apo ile ortaklığa son verince Omar'a el altından haber salıp işi beraber yapmayı teklif etmesiyle tetikte bekleyen Omar da ortağından sudan bir sebeple ayrılıp ortaklığa başladılar.
Sabah erkenden eşeklerine binen iki ortak hevesle yola döküldüler. Köyün birinden üç beş inek, dana, öküz, tosun alıp diğer köye ulaştılar.
Kimini fark alıp değişmekle, kimini satmakla köy köy dolaşarak bir hafta sonra Yerköy'e ulaştılar. Vakit akşama yakındı eşeklerini bir hana teslim edip hemen yanındaki otelden de kendilerine iki yataklı bir oda ayarladılar.
Yerköy küçük bir kaza (ilçe) idi. Biraz gezseler de oteldeki oda da yataklarına uzandıklarında yorgunluktan hemen uyumuşlar, horultuları gökten geliyordu.
Sabah ne de çabuk olmuştu, giyinip alt sokaktaki bir lokantada çorbalarını içtiklerinde güneş bir adam boyu yükselmişti. Hemen hayvan pazarının yolunu tuttular.
Pazaryeri o gün için çok kalabalıktı. Sabah gün doğmadan hayvanını satmaya, değişmeye gelenler pür dikkat müşteri kesiyorlardı.
Sarının Mustafa para kazandıracak hayvanları uzun süren pazarlıklar sonucu alırken satıcının gözünün yaşına bakmıyor, hayvanları beş metre ileride Omar'ın şaşkın bakışları arasında kârıyla hemen bir başkasına satıyor, tekrar alıyor, tekrar satıyor, paraya para demiyorlardı.
Alışveriş öğleye kadar devam ederken pazaryeri de yavaş yavaş tenhalaşıyordu. Oradan ayrılıp bir güzel karınlarını doyurduktan sonra Yozgat hayvan pazarına gitmek için tren garından biletlerini alıp kalkış saatine kadar garın çevresinde yarenlik ettiler.
Akşama doğru tren onları Yozgat'a getirdi. Trenden iner inmez otelden yerlerini ayırıp yorgun olan bedenlerini ötelin bitli yatağına teslim ettiler.
Ertesi günü Yozgat mal pazarına vardıklarında yer yerinden oynuyor, bağıranların, çağıranların pazarlık sesleri birbirine karışıyordu. Öğleye kadar beş on hayvan alıp sattılar iyi de para kazandılar.
Öğleyin pazar tenhalaşırken cins bir atı ucuz paraya satın aldılar almasına da atı bir türlü satamıyorlardı. Çünkü at delinin, huysuzun tekiydi. Arada şaha kalkıyor, çifteleri ardı ardına sallarken zapt etmede güçlük çekiyorlardı.
Biraz sonra yanlarına yaklaşan bir adam, “Hemşerim bu namlı atı siz niye satın aldınız, delinin, huysuzun biri” dedi.
Adam daha lafını bitirmeden Sarının Mustafa yediği çifteyle aniden yere kapandı. Atı Yerköy'e giden bir pazarcının kamyonuna güç bela bindirdiler. Kamyonun kalkmasını bekliyorlar, atın yüzünden tren yerine kamyonla yolculuk yapmak mecburiyetinde kalıyorlardı.
Onlar kamyon sahibini beklerken “Ayraan bardağı on kuruuş… Ayrancııı… Ayran” diye cam damacanayla ayran satan bir adamın sesiyle irkildiler.
- Ayranım soğuk var mıııı içeen.
Sıcak yüzlerinden okunuyordu. Omar mahsustan geri dururken Sarının Mustafa karın doyurmaya ve içerken de üç sefer dinlenmeye ayrancıyla iki liraya anlaştı.
Sarının oğlu bardakları diktikçe ada-mın gözleri fal taşı gibi açılıyor, “O koca karın nasıl dolar” diye pişman pişman seyrediyor, pazarlıktan dolayı kendisine kızıyordu.
Mustafa'nın karnı öyle büyüktü ki köyde dilden dile dolaşır, oğlu küçük Mustafa'ya “Babayın karnında ne var” diye sorduklarında “üç yılan, beş çıyan, on kurbağa var” diye sayar, milleti güldürürdü.
On beşinci bardağı içen Sarının Mustafa para vermemek için 'aniden çatlayıp ölmüş' numarası yaparak olduğu yere nefessiz yığılırken o anda olayı dışarıdan biri imiş gibi seyreden Omar hemen atılıp “Hemşehrim senin ayran zehirli mi nedir? Bak adam herhalde öldü, polis çağırayım bari” derken ayrancı topukları yağlayıp korkudan kaçarken ayranı, parayı unutmuştu. Tökezlediği gibi yere serilmiş sırtındaki damacana parça parça olurken yerler beyaza boyanmıştı.
Bindikleri kamyon üzeri hayvan yüklü olduğundan Yerköy'e ancak gecenin ilerleyen saatinde gelebildiler. Atı handa eşeklerin yanına yerleştirip karınlarını bir güzel doyurup otele yerleştiler. Sabaha kadar Sarının Mustafa gök gürültüsünü (!) andıran karın gurultularıyla taş gibi uyurken Omar havle çekiyordu.
Sabah handan at ve eşeklerini alıp yola düştüler. Şu köy senin, bu köy benim, ala vere yaparak, atın bin bir eziyetine katlanarak günler süren yolculuktan sonra Karacaören'e ulaştılar.
Omar'ın beyni zapt olunmayan, başlarına belanın belası olan bu atı 'nasıl elden çıkarırız' vesvesesiyle yorulmuş, çare üstüne çare düşünmekten günlerce gözüne uyku girmez olmuştu.
Birden gözleri fal taşı gibi açılmış, 'neden olmasın' diye yerinden fırladığı gibi soluğu doğru ortağının evinde alması bir olmuştu.
Cumartesi günü sabaha karşı köyden aldıkları birkaç hayvanla atı da yanlarına alarak satmak için Kervansaray Dağı’ndan aşıp Pazar sabahı şehre ulaştılar.
Omar; hayvanları Mustafa'ya teslim edip onu şimdiki stadyumun olduğu hayvan pazarına gönderirken kendisi de içki satılan bir dükkandan bir şişe kanyak alıp koşar adım hayvan pazarının yolunu tuttu. Daha pazara varmadan ortağına yetişip atın ağzını güç bela bir eliyle açıp diğer elindeki konyağı azar azar ata içirdi. At önceleri beri öte kafayı sallayıp itiraz etse de tadından mıdır nedir o da işi oluruna bırakıp kanyağın tamamını içti.
Yarım saat sonra deli dolu at gitmiş yerine bam başka bir at gelmiş etrafı alıcıyla dolup taşmıştı. Fazla pazarlık yapmadan sakinleşen atı anında bir doru atla değişip üste üç beş lira da fark alıp beş dakika sonra da bir Çingene’ye bol kârla satarak pazaryerini anında terk ettiler.
Öyle acıkmışlardı ki, zaten çarşıda pek uzakta değildi. Uzun Çarşı’da uğradıkları bir lokantada güzel ala karınlarını doyururlarken gözleri ışıl ışıldı.
Dışarı çıktıklarında karşıda bir adam 'tatlıcı tatlıcıııı yemez misiniz, halkalı tatlılarım vaaar' diye bas bas bağırıyordu.
Sarının Mustafa o koca karnından düşen pantolonunu göbeğine çeke çeke adamın yanına yaklaşıp “Doyması kaç para hemşehrim” diye sordu.Satıcı ilk defa böyle bir soruyla karşılaşıyordu. “Hemşehrim ben taneyle satarım, senin dediğine aklım ermez” derken bu karnı büyük adam çok yer düşüncesiyle bu pazarlığa pek yanaşamıyordu. Uzun pazarlıklar sonucu doyumuna iki buçuk liraya araya girenlerin sayesinde anlaştılar. Sarının Mustafa tatlıları lüp lüp atarken tatlıcı da bir yandan şerbetinden veriyor ki 'tatlı adamı belki keserse, az yer bende para kazanırım' düşüncesindeydi. Ama ne mümkün! Mustafa doymuyor ha bire atıştırıyordu. Omar “Bu adam çatlar ölür de tatlıcıya bela olur” düşüncesiyle o anda oradan geçmekte olan bir polis memurunu durdurdu.
- Şu karnı büyük adam tatlıcıyla doyumuna anlaştı, bir türlü doymak bilmiyor, eğer ölürse tatlıcının başı belaya girer, aman memur efendi sana yalvarıyorum olaya müdahale et.
Polis başını bir o yana bir bu yana çevirip Omar'ın yalvarmalarına dayanamadı.
Polis zar zor Mustafa'yı tatlılardan ayırırken tatlıcı parayı, pulu unutmuş artan tatlıları kurtarma telaşında iken yanından hışımla kaçan bir atın tekmelerine maruz kalmıştı. Meğer atı Dalakçılı biri pazardan satın almış ayılan at da pazarın kalabalığından ürküp kaçmış sahipleri arkada at önde çarşıda cirit atıyorlardı!..
++++++++++++++++++++++++++++