1960'lı yılların başına kadar Karacaören'den dışarıya göçün çok az olmasından dolayı köy bayağı büyümüş, oturulan evler de bu yüzden kafi gelmemektedir. Boztepe yolu üzerindeki güneyin çayı denen bölgedeki arsalar üzerine evler yapılmış, şimdiki adıyla Bahçelievler Mahallesi oluşmuştu.

1960'lı yılların başına kadar Karacaören'den dışarıya göçün çok az olmasından dolayı köy bayağı büyümüş, oturulan evler de bu yüzden kafi gelmemektedir. Boztepe yolu üzerindeki güneyin çayı denen bölgedeki arsalar üzerine evler yapılmış, şimdiki adıyla Bahçelievler Mahallesi oluşmuştu. Köyün var olan eski camisi köylüye hem dar gelmekte, hem de mahalleye uzak düşmekteydi.

Mahalleli kendi arasında bir heyet oluşturup başına Abdullah'ın Yusuf ile genç yaştaki Güldükireşidin Hasan'ı getirdiler. Cami yeri olarak Topçu lakaplı, oğlan çocuğu olmayan, yıllar önce ölmüş bir adamın hanımının, “Kızları itiraz etse de” gönlünü edip arsasını bedava aldılar. Hacıbektaşlı Şaban Usta'ya da işi ihale edip, gerek köylünün yardımı, gerek Hasan'ın Kırşehir'deki girişimleriyle toplanan paralarla cami birkaç yıl içerisinde hizmete girdi.

Caminin imamlığını da köyde bakkallık yapan eski caminin imamı Goca hocanın oğlu hafız lakaplı Mehmet ücretsiz üstlendi. O yıllar daha henüz devlet köylere imam tayin etmiyordu. Yeni camide ezan okumak bir meseleydi. Caminin minaresi yoktu. Çatı kenarına tutuşturulan bir yer yapılmış, ezan oraya çıkıp okunuyordu, gel gör ki ezan işini üç rakip hafız Mehmed'e düşürmüyordu. Gerek Balağın Hacı Hasan, gerekse emmioğulları Yaprı Hasan veya Zehni kulübeye çıkıp ezan okuma yarışına giriyorlar, bu yüzden vaktinden önce namaza durulduğu oluyordu. Karamıyalların İsmail emmi caminin baş cemaatiydi. Vakitlere ara vermiyor, ezandan önce camiye geliyor, duvarın dibindeki cemaatten kendisine bir yer buluyor, ezanın okunmasını bekliyordu. Artık yaşlanmıştı, bundan sonra kahveye yakışmazdı, iyi ki mahalleye bu cami yapılmış, kendisi gibi oraya toplanan yaşlılarla gelmişten geçmişten dem vuruyordu.

İsmail emmi, az olan tarlasında çok çalışan, az mahsulünü alan kanaatkar iyi bir çiftçiydi. Oğulları İhsan ve Mamo yetişip gelmişler çiftin ucundan tutarak yükünü azaltmışlardı. İsmail emmi kuru, sıska biri olmasına rağmen çok dinç ve çalışmakla yorulmayan bir yapıya sahipti. Yalnız onda kendisine dur, yeter artık, yoruldum, diyemediği, hiç ara vermeden başını bir sağa bir sola çevirme hastalığı vardı. Lakap takmada diğer köylere göre liderliği elinde bulunduran Karacaörenliler kendisine KIVRATMA lakabını takmışlar, o da bu sanıyla tanınırdı.

O yıllarda Almanya'ya işçi olarak gidiliyordu. Çiftçilik karın doyurmuyordu. İsmail emmi de bulup buluşturup iki oğlunu Almanya'ya gönderdi. Küçük oğlu Yaşar da artık yetişmiş, çift, çubukta kendisine yardımcı oluyordu. Aradan geçen yıllar içerisinde oğullarının gönderdiği paralarla evleri tamir edilmiş, gereğinde yenileri yapılmış, tek eksik vardı, hac farizesini yerine getirmek. Onu da öyle yaptı yapmasına da gel gör ki hacda hastalanmış, doğru dürüst ibadetini yapamamış, gittiği gibi geri dönüp gelmişti. Hacdan geldiği için köylü akın akın hoşbeşe geliyor, ikram edilen hurmaları yerken, üstüne de kaselerle sunulan zem zem suyunu höpürdetiyorlardı. Sigaraların biri yanıp biri sönerken odayı adeta sis basıyordu.

Meraklı köylüleri ona gezdiği yerleri, nasıl tavaf ettiklerini, Hacer Ül Evsed taşını nasıl öptüğünü, nerelerde namaz kıldığını, şeytana kaç taş attığına kadar her şeyi merakla soruyordu. Sorulardan sıkılan İsmail emmi başını bir sağa bir sola çeviriyor, atlatmalı kısa cevaplarla bazen lafı Arabistan'ın sıcağına getiriyor, bazen de ben olmayalı köyde neler oldu, kim öldü, kim kaldı diye sorulan sorulara soruyla cevap veriyordu.

Hoşbeşe gelenlerden muzip bir akrabası onun hac da hastalandığı için doğru dürüst ibadet yapamadığını hacı arkadaşlarından öğrenmiş, soru üstüne soru yöneltiyor, İsmail emmiyi terletiyor, bunaltıyor, içinden de sinsi sinsi gülüyordu. İsmail emmi durumdan çok rahatsız oluyor, “Ulan dürzü sanane benim haccımdan” diyecek oldu beceremedi, “GİTTE GÖR SENDE GÖÖÖR” diye yarı kızgın cevap verirken, belli etmediği öfkesinden başını daha çok çeviriyordu. Kalkınan köylü at arabasını kağnıyı bir tarafa atmış, kapılarında traktör, kamyon görünmeye başlamıştı. Bu yüzden çiftçilik kolaylaşmış, tarlalardan daha çok verim alınmış, kamyonlarla satım için Kırşehir ofisine taşınması kolaylaşmış, hem de araç sahiplerine ek gelir oluşmuştu.

Bu kervana İsmail emmi de katıldı. Almanya'ya oğullarına mektup yazmış gelen parayla traktör, ziraat aletleri, bir de ortak kamyon almış, kamyonun başında da Yaşar gidip geliyordu. Yaşar'ın şoförlüğü olmadığından (zaten o yıllarda köyde şoför yoktu) Çimeli köyünden bir şoförle anlaştılar. Adam iş dönüşü köyü dolaşıyor, evde beraber karınlarını doyurup yatma zamanı herkes odasına çekiliyordu.

Odaya her girişinde selam veriyor, mindere oturuyor, kendisine laf düşmezse bir şeye karışmıyordu. Yalnız İsmail emminin hastalığını bilmediği için başını sağ sola çevirmesinden çok rahatsız oluyordu. Acaba kendisine bilmeden bir kötülüğü mü, ayıbı mı olmuştu, yoksa arabayı hor mu kullanıyordu da adam kendisine bakıp bakıp aynı hareketi yapıyordu.

Daha fazla dayanamayıp odadan kendini dışarı atıp bir sigara yaktı, arkasından Yaşar'da fırladı, sigarayı tüttürürlerken şoför elinde tuttuğu anahtarı Yaşar'a uzatıp, “Arkadaş ben işi bırakıyorum. Baban bana bakıp bakıp bir şey demeden başını bir sağa bir sola...” sözünü Yaşar yarıda kesti, fazla zevzeklenme git erkencek yat da sabah şehre göç taşınacak babamda tik hastalığı var sen işine bak.

Oruç ayı geyindiğinde cami cemaati çoğalmış, yatsı ve teravih namazı için soğuğa aldırılmıyor, çoğu zaman cami dışında saf tutuluyordu. Çocuklar da büyükler gibi camiye gelip en arka sırada saf tutuyorlar, namazda güldükleri için cemaatin dikkatini çekerek namaz bozduruyorlardı. Bunların başını Eleyin Ali çekiyor, bu gibi yaramaz çocukları Kürdün Mamoo namazı bırakıp mezerin başına kadar kovalıyordu. Orucun başında Karadeniz Bölgesi’nden gezginci Laz imam gelmiş, hem namaz kıldırıyor, hem vaaz ediyor, köylünün verdiği fitre, zekat ve yardımlarla geçiminin hesabını yapıyor, tahsis edilen odalarda sırayla yatıp kalkıyordu. İmam çok gençti. Bir ara camideki kalabalıktan etkilenmiş, öğle namazını kıldırırken heyecanlanmış Elham'dan sonra koşulan zamlı süreyi okurken şaşırmış ve duraklamıştı.

Cemaatten muzip ve çok şakacı biri olan Etem amcanın çal Kulhu’ya hoca efendi nidasıyla kendine gelip zamlı sureyi hatırlamıştı. Yaşlılarla pek öyle haşır neşir olmuyor, teravih namazlarından sonra çağrılan odalara gidip onlara dini nasihatler vermiyor, sohbet etmiyor, daha çok köyün gençleriyle, öğretmenleriyle sohbet etmeyi tercih ediyordu. Bu yüzden gençler ve öğretmenler onu çok seviyor, akşam iftar yemeğine çağırmak için birbiriyle adeta yarışa giriyorlar, teravih namazında da imamın etrafında safa duruyorlardı. Bunların başını İsmail ağanın amcaoğlu öğretmen Mehmet Öztürk çekiyor, imama dini sorular soruyor, aldığı cevaplar karşısında sanki bunları yeni öğreniyormuş gibi yaparak alkış tutup takdirler yağdırırken, imama, soracağı önemli sorudan alacağı cevabın heyecanı içerisindeydi.

“Hocam bence namazlarda selam bayağı vakit alıyor, zaten yatsı ve vitir namazı uzun, bir de üstelik hızlandırılmış şekilde teravih namazı kılmak bayağı insanı yoruyor, bu yüzden köylü sabah işine geç kalıyor. Malum bizler memur kişileriz, gecikmemiz şikayet konusu olabilir, öğrencileri bekletmeyelim”  sevgili hocam diye söze devam etti.

- Ben sayamadım, ama zannedersem teravih namazı 20 rekat!

İmam ona takdir dolu gözlerle baktı.

- Doğrudur 20 rekat.

- Peki imam efendi siz her dört rekat da bir selam verdireceğinize, bunu diyelim ki 12'nci ya da 16'ncı rekatta veya namaz bitiminde verdirseniz dinen bir mahsuru var mı acaba?

İmam efendi bu sorunun niçin sorulduğunu merak ettiyse de pek üzerinde durmayıp bir alim edasıyla, “Bence 20'nci rekatın sonunda da verilse fark etmez öğretmenim” dedi.

İsmail amcasına şaka yapacak olan Mehmet öğretmen kendisiyle içinden mahkemeye tutuştu, acaba 20 rekat çok mu olur? Adama yazık mı ederiz diye düşündü düşündü.

- Hocam bir sefere mahsus selamın birincisini, 12'nci rekatı da diğerini de namaz bitiminde verdir, bakalım cemaat ne diyecek? Tutumu nasıl olacak? Bundan sonra ona göre kıldırırsın.

Cami ağzı beraber dolmuş herkes gibi İsmail emmi de Laz hocanın vaazını dinliyor, bazen pereleniyor, ağlıyor, bazen de iç geçirdiği oluyordu, ne de olsa toprak yakındı. Yatsı ve vitir namazı kılındıktan sonra imamın telkiniyle niyet edilip teravih namazı başladı. Rekat rekat üstüne namaz kılınıyor, imam ol görüp cemaate selam verdirmiyordu. İsmail emmi acaba hoca selam vermeyi mi unuttu? Bu neyin nesi diye kafa yoruyor, bir yandan da, “Selamla hoca, Allah aşkına selamla” diye iç geçiriyor, adeta boynunun kireçlendiğini hissediyordu. Aradan bir asır mı geçti bilinmez imamın Esselamü aleyküm ve rahmetullah sesi daha yeni başladığı anda İsmail ağa belki saniyede 100 sefer başını sağa sola çevirip rahatlarken, kendisini izleyen cemaat imamın sola selam telkinini duyduysa da gülmekten ona uyamıyorlardı.

Namazdan sonra soluğu imamın yanında alan İsmail emmi aman hocam selamı bir daha bu kadar uzatıp beni perişan etme diye adeta ölüler gibi yalvarıyordu.

NOT: Öyküyü; kişileri küçük düşürmek, mirasçıları için yazmadım. Affola...