“Yol Yaradan’a ise vuslat ne güzel,

Vuslat Yaradan’a ise yol ne güzel…”

                                      Canan Böge

Kırşehir gerçek manada kültür ve medeniyet dolu bir şehirdir. Bunun idrakinde olup da farkında olmayanlara anlatmak için uğraşanları hep takip etmiş, takdir etmişimdir. Yıllar önce eski kültür bakanlarından Gökhan Maraş’ın Ahi Evran hakkında yazdığı kitabını beğenmiş ve bir gazetedeki köşemde kitap inceleme yazısı yazmıştım. Geçenlerde Kırşehirli Canan Böge adlı bir öğretmenin Ahi Evran hakkında yazdığı ‘Yâdname’ adlı kitabı elime geçti. Çok beğendiğim ve bir solukta aralıksız okuyup bitirdiğim bu kitabın da bir köşe yazımda değerlendirilmeyi fazlasıyla hak ettiğini düşündüm ve yıllar sonra yine bir kitap inceleme yazısı kaleme aldım. Her şeyden evvel şahsi kanaatimce Kırşehir’in kültürel ve tarihi varlığı hakkında yapılan her araştırma her çalışma her emek çok değerlidir, ziyadesiyle takdiri hak etmektedir. Bundan sonra da bu köşede sadece siyasi ve hukuki gündemi yorumlama yazıları dışında okuduğum ve beğendiğimi kitaplar hakkında daha sık inceleme/değerlendirme yazıları yazmayı düşünüyorum.

Yâdname’de yazar sıra dışı bir üslup kullanmış. Kitabı yazarın bir hatıratı gibi okumaya başlayıp, devamında hatıratındaki bir anla bağdaştırılan bir olay veya yer nedeniyle geçmişe gidiyor ve ilmi bir tarih kitabı okumaya başlıyorsunuz. Kitaba farklı bir hava veren bu anlatı tarzını, yani zamanda seyahatleri kitap boyunca sıkça yaşıyorsunuz. Bir türbede veya Kılıçözü Çayı’nda, ya da Ziyarettepe’de gezerken o yerlerin tarihini, dokusunu ve ruhunu hissediyor, akabinde orasının geçmişteki tarihi olaylar ve kişiler ile ilişkisini okumaya başlıyorsunuz. Sadece kitabın içine serpiştirilmiş kimi zaman Yunus Emre’den, Fuzuli’den veya başkaca kişilerden alıntılar okumuyor, bazen yazarın kendi kaleminden de şiirler okuyorsunuz. Kitap boyu günümüzden ve geçmişten tarihi yerlerde geziyor, şiirlerle mola veriyorsunuz. Kitabın bu anlatı tarzını yazar kitabın sonundaki şiirindeki bir mısrada zaten gayet güzel izah etmiş;

“Kâh bu zamanda oldum, kâh o zamana vardım,

Kâh bir ahi oldum, kâh ozan oldum, cihanı gezdim de yazdım.”

Yazar anlatısına mitsel bir tarzla başlıyor. Gördüğü bir rüyadaki ulvi bir şahsiyetin kim olduğunu araştırıp, internette gördüğü bir çizimin o kişinin Ahi Evran olduğunu düşündürtmesi, akabinde öğretmenler odasındaki masada okumak istediği bir romanı birden bire görmesi ve o kitabı oraya kimin koyduğunu bilenin, görenin olmaması gibi açıklanamaz durumların birer tesadüf olmalarının ötesinde aslında Ahi Evran hakkında bir kitap yazmasının gerekliliğine ilişkin birer sebepler silsilesi olduğuna dair yazara fikir veriyor. Yazarın kitaptaki anlatısına Ahi Evran’a atfedilen bazı kerametlerden örnekleri de katması, söz gelimi gençken debbağ(derici) olmasının nefsini de terbiye etmesine vesile olduğunu da vurgulayarak, Ahi Evran’ın bir dericide çalışırken depodan Allah aşkıyla çıkardığı derilerin aslında gerçekte olanlardan daha fazla çıkmış olmalarına dair bir keramet söylencesi anlatması yazarın kitabın başında kendi deneyimlediği kimi olayları da mitsel anlatı tarzıyla anlatmasıyla adeta bütünleşiyor. Bu mitsel keramet örneklerine kitap boyunca yer yer yine rastlıyorsunuz. Örneğin Kılıçözü Çayında kurbağaların neden ötmediğini ilişkin anlatıyı veya Yalnız Dede’nin hikâyesini okurken tarihsel gerçeklikten ayrılıp mitsel bir dünyaya tekrar uğruyorsunuz. Yazar kitapta, bir üniversitede tarih eğitimi görmüş birisi olduğunu da ortaya koyan üslubuyla tarihsel bilgileri anlatarak kitabını devam ettiriyor. Ahi Evran’ın çocukluğundan başlayarak Anadolu’ya gelişini, Kayseri, Konya ve Kırşehir’de olgunlaşma sürecini, Selçuklu Sultanları tarafından tanınmasını, genç yaşta görev ve sorumluluklar almasını, yaşadığı nice zorlukları öğreniyorsunuz.

Ahi Evran-ı Veli’yi okumak demek elbette Anadolu’yu tüm motifleriyle, tüm manevi zenginliğiyle de okumaktır. Bu toprakların İslamlaşma ve Türkleşme sürecini okumaktır. Ahi Evran’ı anlatırken bu süreçte emek vermiş, ömrünü adamış nice ulvi şahsiyetleri de okumadan, tanımadan geçmeniz mümkün değildir. O yüzden ilerleyen sayfalarda yer yer değinilmiş Yunus Emre’yi, Tapduk Emre’yi, Hacı Bektaşı Veli’yi, Aşık Paşa’yı da okuyarak onları da selamlamak ve hatıraları önünde saygıyla eğilmek gereğini hissediyorsunuz. Kitap başarılı bir şekilde Ahilik teşkilatının kuruluş ve gelişim safhalarını anlatmış. Ahiliğin Anadolu dışındaki yansımalarını anlayabilmek adına da Anadolu’dan geçmiş ünlü Seyyah İbni Batuta’nın Ahilerle ilgili izlenimine dair yapılan alıntı çok yerinde olmuş.

Yazar Ahi Evran ve dönemini araştırıp öğrendikçe Kırşehir’in sokaklarında, ağaçlarında, camilerinde, medreselerinde geçmişin izlerini daha çok hissediyor, bunu okuyucuya yansıtmak için bir gayret içerisine giriyor ve bunda da gayet başarılı oluyor. Zira bu satırları okuyan her Kırşehirli de eminim şehrin her köşe başındaki tarihi ruhu anlamak, hissetmek isteyecektir. Kitabın sonunda, Ahi Evran’ın ve çevresindekilerin yaşamış olduğu acıları, zulümleri, üzüntüleri okuyor, yazarla birlikte aynı duyguları paylaşıyorsunuz. Ahi Evran ve dönemi demek aynı zamanda Moğol istilası demek, Anadolu dökülen binlerce masum Türk ve Müslüman kanı demektir. Ahi Evran, Kadıncık Ana olarak da bilinen eşi Fatma Bacı’nın esaretten kurtulup kavuşmalarının sevincini yaşamadan birkaç yıl sonra Kırşehir surlarına dayanan kanlı bir Moğol istilası ile yüzleşiyor. Bu vahşi ve kanlı istila sırasında 93 yaşında olan Ahi Evran’ın sancak açarak halkı altında savaş için toplamasını, Moğollar ile efsanevi bir cenge girmesini ve nihayetinde elde kılıç son ana kadar direnerek şehadete ermesinin hüznünü iliklerinize kadar hissederek dehşetle okuyorsunuz.

Kırşehir gibi esasında çok derin tarihi dokusu olan, keşfedilmeyi bekleyen daha nice kültürel zenginlikleri olan bir şehirde yaşamak bizlere de geçmişi unutmama ve gelecek nesillere bu zenginlikleri aktarma sorumlulukları vermektedir. Yazar bu kitabı ile kendi üzerine düşen sorumluluğu gayet başarılı bir şekilde yerine getirerek bizlere şehrimizin zenginliğini hatırlatmış. Bu samimi bir emek ve özveri ürünü olan kitabın herkesçe okunmasını tavsiye ediyor, yazımı kitaptaki beğendiğim mana dolu cümlelerden birisi ile bitiriyorum:

“Şehirlerin de ruhu vardır aslında, gerek toprağın üstünde yaşayanlarla yaşar, hem de toprağın altındakilerle topyekûn bir ruhu vardır ve hissedebilirseniz eğer dokunur, konuşur sizinle, yaşar ve yaşatır. İş ki yaşadığın şehre kulak verip duyabiliyor musun, gönül verebiliyor musun?”