Annem kapıda her karşılaştığımızda “acınızı görmem inşallah oğlum” diyor. Yaşlılık belini bükmeye başladığı için mi, felaket tellallarının cirit attığı beyaz camda(televizyonda) içini ferahlatacak haberlere hasret kaldığı için mi bilemiyorum.

Annem kapıda her karşılaştığımızda “acınızı görmem inşallah oğlum” diyor. Yaşlılık belini bükmeye başladığı için mi, felaket tellallarının cirit attığı beyaz camda(televizyonda) içini ferahlatacak haberlere hasret kaldığı için mi bilemiyorum. Bu söz üzerine “yaşlılık kapıya konulacak dert değilmiş” diyen babaannemi hatırlarım ara sıra. Kapıya konulacak dert olmasa da, kaçınabileceğimiz bir durumda değildir yaşlılık, aynen ölüm gibi.

Yıllar önce, işyerimizde ziyarete gelen, Kale Ortaokulu’nda edebiyat öğretmenimiz ve büyüğümüz Tayip Canatan ile yeğeni Mustafa Canatan’ın odasında karşılaştığımızda, “iyi gördüm sizi hocam” demiştim. “Herkesin iyi gördüm sizi denilecek bir yaşı mutlaka gelir” demişti, muzip muzip gülümseyerek.

Ölüm üzerine çocukluğumuzdan başlayarak beynimize kazınan yanlışlar ve doğrular, yaşlılıktan ve ölümden ürkmeye ve korkmaya bizleri götürüyor. En azında sevimli bir şey değil ölüm, bir son, bir yok oluş, bir kayboluş diye düşünüyoruz.

Ölüm üzerine en korkunç senaryo kıyamet üzerine anlatılagelmiştir. Kıyamet denilince devrilen dağların altında kalmaktan, patlayan volkanların lavlarıyla taşlaşmaya, taşan okyanuslarda boğulmaya kadar “kızılca kıyamet” bir senaryo kafamızda canlanıyor.

Çocukken sorardık büyüklerimize “kıyamet ne zaman kopacak” diye. Birçoğu “bina ve zina çoğaldığında” derdi. Bugün Özbağ’dan Dinekbağı’na, Kındam’dan Bağbaşı’na, Obruk’tan Eşek (pardon Mehtap) Tepesi’ne, Edirne’den Kars’a, Kuzey Kutbundan Güney Kutbuna kadar yer gök binaya boğuldu. Bırakın kıyamet alameti sayılmasını, siyasetçilerin en büyük övünç alanlarından birisi bu binalar. Zina ise, yasalarımıza göre Ceza Kanunu’nda artık suç olmaktan çıktı, Medeni Kanun’da da sadece boşanma sebepleri arasında. “Bina ve zina çoğaldığında kıyamet kopacak” korkusu ile bir ömür geçirenler ise, kıyamet kopmadan toprak olduğu için “tezlerinin çürüdüğünü” göremediler.

Bazılarına göre ise bir Nasreddin Hoca fıkrası bunu güzel anlatırdı. “Hocaya sormuşlar bir gün, ‘kıyamet ne zaman kopacak’ diye. Hoca; ‘zamanını bilemem ama’ demiş, ‘hanım ölürse küçük kıyamet, ben ölürsem büyük kıyamet’. Yapılan bir dizi evlenme programının aldığı reytinge bakılırsa, ölümlülerin çoğu “huriler” veya “nuriler” ile hesap gününü beklemeden dest-i izdivaç ile halvet etmenin iştihasıyla koşuşturuyorlar. Hoca’nın tezleri de çürümüş gibi.

25 Nisan 1915 günü Gelibolu Yarımadası'nda Ertuğrul Koyu'na çıkarma yapan 3000 askerden oluşan İngiliz kuvvetini, komutasındaki 67 askeriyle on saat mavzer atışlarıyla sahilde durduran 26’ncı Piyade Alayı 3’ncü Tabur 10’ncu Bölük 1’nci Takım Komutanı Ezineli Yahya Çavuş'la kahraman askerlerinin hâtırasını yaşatmak amacıyla Gelibolu Yarımadası'nda yaptırılan şehitliğin kitabesinde başka bir tez ileri sürülmektedir;

“Bir kahraman takım ve de Yahya Çavuş'tular

Tam üç alayla burada gönülden vuruştular

Düşman tümen sanırdı bu şahane erleri

Allah'ı arzu ettiler, akşama kavuştular”

“Allah’ı arzu ettiler, akşama kavuştular” diye Çanakkale’de Yahya Çavuş Şehitliğinde kitabeye yazılanı murat edene henüz rastlamadım. Tam tersine, meşrebine uymasa da, “rüyamda Allah bana, kocan Amerika’da ameliyat olsun, dedi” dedirtecek kadar “can tatlı”. Sıradan bir beldenin belediye başkanının bile korumasız sokağa çıkmadığı bir ülkede, insanların çoğunun “zamansız” terk-i diyar etmekten özellikle ürktüğü izlenimi veren bir görünüm var.

Evladı “şehadet” mertebesine ulaşmış (hemşerimiz) bir annenin televizyon ekranlarından geçen yıl söyledikleri (nedense terör sorununu çözme becerisini gösteremeyen siyasetçilere değil de, onların yanında başka adreslere efelenmesi) de başka bir örnek.

Şehitleri “…sakın ölüler sanmayın. Bilakis onlar diridirler, Rableri katında Allah’ın, lütfundan kendilerine verdiği nimetlerin sevincini yaşayarak rızıklandırılmaktadırlar. Arkalarından kendilerine ulaşamayan (henüz şehit olmamış) kimselere de hiçbir korku olmayacağına ve onların üzülmeyeceklerine sevinirler” (Al-i İmran Suresi 169-170) hükmüne kimilerinin “dinsiz” diye yaftaladıkları askerlerin inanıp da canlarını seve seve vermelerini, inançlı geçinenlerin aksi görünümde olmalarını da, özellikle bu örnekte hâlâ anlayabilmiş değilim.

Beypazarı’nda, bey konaklarının üst katına “kuşgana” (kuş konağı) diyorlar. Genellikle konağın bu bölümünde bir yerler eksik bırakılıyor, inşa edilmiyor. Anlatıldığına göre, Azrail can almaya geldiğinde, “bu dünyada yapacak daha çok işim var” diyerek Azrail’i başından savabilmek için imiş.

Aslında bunlar “hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için, yarın ölecekmiş gibi öbür dünya için çalış” düsturunun işimize gelen kısmının “hiç ölmeyecekmiş gibi” faslı olduğunun örnekleridir. Bu kişilere “daldaki kuştan, eldeki kuş” daha anlamlı gelmektedir. Bu itiraz ettiğimiz, yadsıdığımız bir sosyal gerçeklik değildir. İşaret etmeye çalıştığımız buradaki ikilemdir. Göz ardı edilen dengeli davranmayı beceremediğimizdir.

Eşimin anneannesi Şaziye Güngör (Allah sağlıklı ömür versin) çalışkan insandır, yediği elmayı beğenmişse çekirdeğini diker hâlâ. Hayata bakışı üretkendir, anlamlıdır. Nazım Hikmet’i doğru çıkarmak istercesine yaşama yanı ağır basar.

“Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,

Yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,

Hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,

Ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,

Yaşamak yanın ağır bastığından.” (1947, Nazım Hikmet)

Yaşamak yanımız, yaşamayı önemseme yanımız ağır basmaktadır. İnsanî bir durumdur. Önemli olan insanın yaşamı anlamlı kılabilmesi ve yaşamı ertelemeden yaşayabilmesidir. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayanlara değil, hiç hesap vermeyecekmiş gibi davrananlara, bu dünyada hesap vermemek için bin bir fırıldak çevirenlere, hesap vermeye yanaşmazken hesap soranlara, kefenin cebi olduğunu düşünenlere, yetim hakkı ile semirenlere, kul hakkından nemalananlara ise söyleyecek söz çok da ben söyleyememenin acısını yaşıyorum.

Bu nedenle acı içindeyim, ama annem görmüyor, n’örüyüm?